Tarih
Giriş Tarihi : 06-08-2019 11:40   Güncelleme : 06-08-2019 11:40

6 Ağustos 1945, Amerika Hiroşima’ya atom bombası attı!

“Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı.” hikmeti, peşin fikir halinde hep başköşede olsun.

6 Ağustos 1945, Amerika Hiroşima’ya atom bombası attı!

Çünkü insanlık tarihi bir Peygamberle başlamış ve devrini tamamlaya tamamlaya son Peygambere kadar gelmiştir. Bugün dünyada yaşadığımız zaman dilimi ve geçmiş-gelecek tüm zamanlar Allah Resûlü’nün kadrosu mevkiinde.

Hâl böyle olunca bedâhet ifade eden şu hakikat önümüze çıkmakta: Peygamberde zuhur eden madde ve mânâ toplayıcılığı hep BÜTÜN FİKRİ ve İbdai bir medeniyeti inkişaf ettirirken O’na karşı çıkanlar hep dağıtmaya memur.

Hz. İsa’ya atfedilen söz misali: “Bizde toplanmayanlar bize zıttır, dağıtır.” Bu çerçevede coğrafî olarak adı konulmamış bir ayrım söz konusu; iman ve küfür. Bir tarafta Peygamber bağlıları, diğer tarafta o yoldan sapanlar. Bir nevi bağsızlar. Ancak coğrafî anlamda -ki zamanla fikre tekabül etmiştir- ilk ayrımı yapan Batı’dır. Büyük Doğu Mimarı meseleye şöyle açıklık getirir: “Her şeyden evvel ilk Doğu-Batı tefrikini yapan Garblıdır.

Eski Yunan’da tarih babası Heredot, yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânâda yalnız kendi kavminden ibaret Garb dünyasını, Şark’tan toslayan Fars kitlelerine bakıp iki ayrı topluluk arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem olarak sınırladı: Şark ve Garb.” (İdeolocya Örgüsü, s.19) Bu ayrımla birlikte Batı düşünce tarihi ve algı dünyası, kendi dışındakileri “barbar, bağnaz, geri” görme tezleri ve bilgisi ile dolmuştur.

“Doğu-Batı” tefrikinin ikinci merhalesi, 17. ve 18. yüzyıllarda oldu. Bunda da en büyük etken, bugünkü “Modern Batı”yı doğuran Rönesans ve Reform hareketlerinin tüm Avrupa’yı sarmış olması idi. Rönesans (yeniden doğuş) hareketi, 15. ve 16. yüzyıllarda İtalya’da başlayan ve oradan bütün Avrupa’ya yayılan bilim, sanat, edebiyat ve düşünce hayatındaki değişmelerin ortak adı. Batı’nın kendi kıtasında kurulan Endülüs Emevi Devleti ve Sicilya aracılığı ile İslâm Medeniyeti’yle tanışması, matbaanın gelişmesi ve kâğıt maliyetinin ucuzlaması, coğrafi seyahat-işgaller sonucu yeni yerlerin görülmesi, yeni ürün ve eserlerin kıta içlerine taşınması, Skolastik düşüncenin yıkılıp kilisenin otoritesinin zayıflaması, Rönesans Hareketinin ortaya çıkmasında en büyük âmil oldu.

Reform Hareketi ise Batı’nın kiliseden kopma deneyimi ve kiliseye bir ayar verme operasyonuydu. Papa, eski otoritesini kaybetti ama aynı zamanda Katolik mezhebine bağlı kalan ülkelerde farklı mezheplerle mücadele etmek için Engizisyon Mahkemeleri kuruldu. Bilimsel gelişmeler hızlandı ve Aydınlanma Filozoflarının etkisi-ağırlığı hissedilmeye başlandı. Ardından Fransız İhtilali (1789-1799) vuku buldu. Sanayideki hızlı gelişme daha güçlü üretim araçlarına ve silah birikimine sahip olmalarını sağladı. Batı Medeniyeti’nin köklerine dair kapsamlı bir araştırma kitabı olan John M. Hobson bu ayrışmayı eserinde şöyle özetlemektedir:

“1700 ilâ 1850 yılları arasında Avrupalı zihinler dünyayı iki karşı kampa ayırıyor ya da buna zorlanıyorlardı: Batı ve Doğu (ya da Batı ve Geri kalanlar). Bu yeni kavrama göre Batı, Doğu’dan üstün görülüyordu. İkinci sınıf Doğu’nun sahip olduğu sanılan değerleri, rasyonel (akılcı) Batı’nın değerlerine karşı bir tez olarak kabul ediliyordu. Özellikle Batı, eşsiz erdemlerle kutsanmış olarak hayal ediliyordu: akılcıydı, çalışkandı, üretken, fedakâr, tutumlu, liberal demokratik, dürüst, otoriter ve olgun, gelişmiş, becerikli, hareketli, bağımsız, gelişime açık ve dinamikti. Doğu’ysa Batı’nın karşısındaki Öteki’ydi: akılcı olmayan ve keyfi, tembel, üretmeyen, tahammüllü, cazip olduğu kadar egzotik ve karmaşık, despot, bozulmuş, çocuksu ve olgunlaşmamış, geri kalmış, pasif, bağımlı, durağan ve değişmeyen. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Batı bir dizi gelişmeci özelliklerle tanımlanırken, Doğu yokluklarla tanımlanıyordu.” (Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, s.23)

Küçük bir not: Bugün “İslamofobi” diye dillere yerleştirilmek istenen kavram, İslâm düşmanlığının maskelendiği bir kavramdır. Bu sebeble “İslamofobi” üzerinden yapılan tüm eleştiriler, tahliller, analizler İslâm düşmanlığından başka bir şey değildir. “İman ve küfür” çatışması boyunca elbette küfür farklı kılıklarda görünebilir ve hareket edebilir. Genelde Hz. Âdem’den itibaren başlayan bu hâl, daha özele çekildiğinde Allah Resûlü dönemine ve hemen akabinde Sahabe nesline ve sonrakilere doğru akmaktadır. Ancak Batı’nın “İslamofobi” üzerinden şekillendirdiği “ideolojik” anlayış “Endülüs Emevî Devleti (756-1492)”nin Avrupa’dan sökülüp atılmasını sağlayan Haçlı ruhu ve kini ile yoğrulmuş bir anlayıştan başkası değildir. Bu açıdan mesele iyi okunmalı ve kavramlar üzerinden –ki çoğunun içi boş ve mecraı yok- gereksiz tahlillere girilmemeli. Mevzu Batı’nın istediği gibi değil, olması gereken ve işin aslı ile konuşulmalı. Kısa ve net; İslamofobi, İslam düşmanlığının maskelenmiş halidir.

BATI MODERNLEŞTİKÇE DAHA DA BARBARLAŞTI

Modernite; güncel olan, aktüel olan, kendini yenileyen, yeni olan vesaire gibi anlamlara gelirken Avrupa’da yaklaşık olarak 17. yüzyıl civarında ortaya çıkan modernizm ise gelenek ile karşıtlık ve ondan kopuşun; ferdi, içtimaî ve politik yaşam alanlarının tamamındaki dönüşüme yahut değişime verilen addır. Batı, yıktığı kilise ve gelenek karşısında kazandığı başarıya(!) modernizm demekte ve “modernleşme” diye bu kopuşu ifade etmektedir. Kaldı ki aynı Batı’nın bu modernleşme ile birlikte istikametinde bir değişiklik olmamış sadece araç ve dünya görüşü değişikliği gerçekleşmiştir. Ruh aynı, değişen sadece “Skolastik Felsefe” yerine “Aydınlanma Felsefesi”, kilisenin iktidarı yerine ise modern derebeylerin iktidarı. Bu yüzden Batı hedeflerinden hiç vazgeçmedi hatta modernizm hedefe daha kolay ulaşmasını da sağladı. Dün açıktan açığa yürüttükleri barbarlıklarını artık algı yönetimleriyle, imaj gösterileriyle, ideolojik fikir oyunlarıyla gerçekleştirmeye başladılar. Dolayısıyla Batı, ruhundan bir şey kaybetmeden modernleşti. Böylece MODERN BARBAR oldular. Hâli hazırda dünden bugüne Batı’nın tarihi; katliam, soykırım ve yağma tarihidir.

MİLYONLARCA İNSANI TENİNİN RENGİNDEN DOLAYI KÖLELEŞTİRDİLER

Coğrafi keşifler diye adlandırılan ancak yağmacılıktan başka bir şey olmayan, başını Kristof Kolomb, Macellan ve Vasco da Gama gibi gemicilerin çektiği seyahatler/işgallerden sonra Avrupa Devletleri, Amerika kıtasında kurduğu kolonilere işgücü sağlamak amacıyla milyonlarca Afrikalıyı köleleştirilip Amerika’ya gönderdi. Öncesinde milyonlarca Kızılderili’yi öldürmüş, topraklarını işgal etmiş, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmüş ve sağ kalan Kızılderilileri ise köleleştirmişti. Ancak kıyımda o kadar ileri gitmişlerdi ki artık eldeki mevcut Kızılderililer, Batılı beyaz adamın iş gücü ihtiyacını karşılamıyordu. Bu sebeble “Transatlantik Köle Ticareti”, Amerikan Kolonileri’nde ve daha sonra Amerika Eyaletleri’nde vukuu bulan iş gücü eksikliğinden dolayı ortaya çıkmıştır, denilebilir. Bu hususta Roger Garaudy’in şu tespiti oldukça dikkat çekicidir: “Nitekim Amerika’da milyonlarca Yerlinin kökü kazındıktan sonra, tropikal iklime en uygun işçi Afrika’daydı; pamuk ve şeker kamışı tarlaları ile altın madenleri Amerika’da, sermaye ise Avrupa’daydı.” (İnsanlığın Medeniyet Destanı, s.159)

Köle ticaretine geçmeden Kızılderililer üzerinde biraz duralım. Başta ABD olmak üzere Batılılar için Kızılderililere yapılan zulüm bile tarihin en vahşi, en iğrenç, en barbar toplumu olduklarının işareti olarak yeter. Öyle ki Batılıların Kızılderililere yaptıklarını tarihte hiçbir millet hiçbir topluluğa yapmamıştır. Buna Firavun ve Nemrud da dâhildir. Misaller;

 “Her yaştan ve cinsten yakalayabildikleri bütün Kızılderilileri bu çukurlara atıyorlardı… Hamile ve lohusa kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, çukurlar doluncaya kadar kazıklara saplanıyordu… Geri kalanları da mızraklar ve hançerlerle öldürdüler ve savaş köpeklerine attılar; köpekler de onları parçalayıp mideye indirdi.”(…)“İspanyollar Kızılderililerden epey altın topladıktan sonra, yerlilerden bulabildikleri kadarını üç büyük eve hapsettiler, sonra da evleri ateşe vererek içeride bulunan herkesi diri diri yaktılar; yine de bu Kızılderililer ne büyük mesele çıkardı ne de herhangi bir direniş gösterdiler.”(…) “Yerli kadınlar -veya indialar- kumarda kaybedilip değersiz eşyalarla değiş tokuş edilirken, birçoğu da toplu olarak, kıyı boyundaki seyahatleri esnasında cinsel birleşmeye ihtiyaç duyan denizcilere kiralanıyordu. Direnmeye teşebbüs eden bir india kırbaçlanır, eziyete maruz bırakılır veya diri diri yakılırdı.”  (David E. Stannard, Amerika’nın Soykırım Tarihi, s.324-236-148)

İlk köle ticareti, Portekizliler tarafından 15. yüzyılda başlatıldı ve İspanya, Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Danimarka ve Hollanda’nın da katılması ile 19. yüzyıla kadar sürdü. İngiliz Parlamentosu’nun raporlarına göre sadece 1786’da Afrika’dan Amerika’ya İngilizler 60.000, Fransızlar 23.000, Hollandalılar 11.000, Portekizler 1.700 köle götürmüş; o yılda toplam satılan köle sayısı 97.500’ü bulmuştu. Amerika Virginia’da 1681 yılında 2 bin siyahi köle varken 1850’lerde Amerika’daki siyahi köle sayısı 4 milyonu aşmıştı. 16. yüzyılla 19. yüzyılın ortalarına kadar sadece Brezilya’ya getirilen Zenci köle sayısı 3,5 milyonu bulmuştu. Kölelerin can kayıpları da düşünüldüğünde Afrika’dan koparılan ve gemilere yüklenen siyah tenli insan sayısı 25 milyonu buluyordu. Bu rakam o tarihteki dünya nüfusu göz önüne alındığında olağanüstü ve dehşet verici bir rakamdır. “Medeniyetler Diyaloğu” kitabında Roger Garaudy şöyle diyor: “Bazen köle ticaretinin milyon insanla “sınırlı”(!) kaldığı söylenir. Oysa bu, gemilere sağ salim götürülen her bir köleye karşılık ortalama on insanın öldüğünü unutmak demektir. Rakama vurduğumuzda -ki bu asgari rakamdır-, alınıp götürülen on milyon köleye bedel, yüz milyon insan yok edilmiş demektir. Dünya hiçbir zaman böylesi bir soykırıma şahit olmamıştır. Bu soykırım, Cengiz Han’ın binlerce insan kellesiyle piramitler diktirmesine imkân veren katliamlarıyla bile mukayese edilemez. Batı tarafından işlenen tarihî cinayetin büyüklüğü yanında Cengiz Han’ınkisi çömez işi kalır.” ( Medeniyetler Diyaloğu, s.50)

Bugün, Batı’nın büyük şirketleri ve bankalarının sermayeleri Afrika kıtasından getirilen kölelerin kanı ve yine aynı bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sömürüsü üzerine kuruludur. Bugün ABD yahut Avrupa’nın sokaklarına, caddelerine, ticari kuruluşlarına bakıp onları “dış yüzden” medeni görenler, arka yüze baktığında ise ölüm, kan, yalan, tecavüz ve barbarlıktan başka bir şey görmemektedir. Kuzey Amerika ve Avrupa’nın en büyük banka ve sigorta kuruluşlarından bazıları ilk sermayelerini köle ticaretiyle elde etmişlerdir. İngiltere’yi sanayi devrimine götüren süreçte köle ticaretinin rolü o kadar büyüktü ki; Liverpool, Bristol ve Glasgow gibi kentler, tüm zenginliğini köle ve sömürge malları ticaretine borçluydu. Andre Vltchek’in ifadesiyle; “Tüm Avrupa İmparatorlukları servetlerini dünyayı yağmalayarak elde etmişlerdir. Gümüş’ü Potosi madenlerinden, baharatları Endonezya takımadalarından, değerli taşları ve hatta insanları Afrika’dan getirerek, bugün “Batı Uygarlığı” dediğimiz büyük saraylar, müzeler, tiyatrolar, belediye binaları ve katedrallar yapılmıştır.” (Batı Terörü ve Propagandası, s.8-9)

Bu arada resmi anlamda köleliğin kaldırılması (İlk kanunlar İngiltere’de ve ABD’de 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ve 1926’da Birleşmiş Milletler ilanı ile) söz konusu ise de hala birçok yerde klasik anlamda kölelik devam etmektedir. Bakın bu hususta önemli araştırmalara imza atmış, başta Paris olmak üzere (3000) Londra, New York ve Los Angeles gibi şehirlerde binlerce kölenin mahkemeye intikal etmiş şikâyetlerini dikkate alarak araştırma yapan Batılı yazarlardan Kevin Bales ne diyor:

“Bugün kölelik her yerde yasalara aykırı ve artık insanlar üzerinde resmi bir mülkiyet hakkı sağlamanın hiçbir yolu yok. İnsanlar köle satın alırken makbuz sormuyorlar, ellerine resmi belgeler geçmiyor, ama hâkimiyeti ele geçiriyor, bu hâkimiyeti koruyabilmek için de şiddet kullanıyorlar. Belli bir meşruiyet olmaksızın, köle sahipleri mülkiyetin sağladığı bütün haklara sahipler. Hatta onlar için mülkiyetin yasal olmaması iyi bir gelişme sayılabilir, çünkü hâkimiyet kurdukları köleler üzerinde hiçbir sorumlulukları olmadan mutlak kontrole sahip olabilirler.” (Yeni Kölelik, s.12)

MİLYONLARCA İNSANI SAVAŞLARDA KATLETTİLER

Batı “modern”leştiği(!) dönemde bile “Modern Barbarlık” örnekleri sergilemekten geri durmamıştır.

Misaller; 1917’de Fransa, Çad’da ülkenin her yerinde İslam âlimini konferansa davet etti. Fransız cellatlar, gelen 400 İslam âlimini orada katletti. Bu âlimler o ülkenin beyni idi, fikir ve aksiyon kafası idi, gençliğe ruh ve aşk üfleyen mânâ erleri idi. Fransa, bu beyinleri öldürerek ülkeyi fikirsiz bırakma gibi iğrenç bir gayeye imza attı. Bitmedi!.. Bu defa Cezayir de kana susadı Fransa. 5 Ağustos 1945’te Fransız işgal kuvvetleri Cezayir halkına saldırdı. Bir günde 45 bin kişi şehit edildi. 1 Kasım 1954-19 Mart 1962 arası bağımsızlık mücadelesinde ise aynı Fransa 1,5 milyon Cezayirliyi şehit etti. O sırada Cezayir nüfusu 8-10 milyon civarındaydı.

6 Ağustos 1945’te Amerika, Hiroşima’ya atom bombası attı ve ilk anda 70 bin kişi katledildi. Radyasyon hastalıkları sebebiyle Hiroşima’nın ilk beş yıl içerisindeki bilançosu 200 bin ölüye ulaştı. Ardından kana doymayan Amerika, sivil falan dinlemeden, kadın çocuk bakmadan 9 Ağustos 1945’de Nagazaki’ye atom bombası attı. İlk anda 74 bin kişi öldü, binaların %36’sı tamamen yok oldu. Daha sonra ise ölü sayısı 143.124’e ulaştı.

Yine Amerika! Bu defa yer Almanya. II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve ABD bombardımanı ile 3 gün içerisinde Almanya’nın Dresden şehrinde yaklaşık 135 bin kişi öldürüldü.

Ve Almanya. 1904’te Namibya’yı sömürgeleştiren Almanya, bir yıl içinde en az 75 bin insanı katletti. Yerli pek çok kadın, Alman askerlerine seks kölesi olarak hizmet etmeye zorlandı.

Haçlı zihniyetinin şekillendirdiği Sırp kafası ise 1995’te Srebrenitsa’da 8.372 Boşnak Müslümanı şehid etti. Sırplar, kimlikleri tespit edilmesin diye cesetleri parçalayarak 64 ayrı toplu mezara gömdü.

Belçika, Kongo’yu sömürgeleştirdiği 1890-1905 yılları arasında 10 milyon insanı katletti. Köle olmak istemeyen çocukların ellerini ve ayaklarını kestiler. Vahşet o kadar ileri boyuta varmıştı ki, Belçika askerleri kendi aralarında kesilmiş çocuk eli koleksiyonu yapıyordu.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda yüz milyonun üstünde insanın ölümüne, milyonlarca kadının tecavüz edilmesine, milyonlarca çocuğun aç ve susuz kaybolmasına, onlarca şehrin harabeye dönmesine sebeb oldular.

 MİLLETLERİN DİLLERİNİ, KÜLTÜRLERİNİ VE ÖRFLERİNİ DEĞİŞTİRDİLER

İngiliz, Fransız ve ABD’lilerin başını çektiği Batılılar, işgal ettikleri ülkelerin sadece mallarını mülklerini yağmalamakla yetinmediler, onların geleceklerini de çalma yoluna girdiler. Dillerini değiştirdiler. Alfabelerini değiştirdiler. Böylece geçmişleri ve kökleri ile alakasını kesmek istediler. Giyimlerini değiştirip kendilerine benzetmek istediler. Dünyanın yarısı bugün İngilizce konuşuyor. Bu durum İngilizcenin öneminden yahut zenginliğinden değil, bilakis zulmün ve istismarın geldiği boyutu göstermesi açısından önemlidir. İngilizcenin bir ülkede resmi dil olma statüsü, o ülkedeki İngilizce konuşan nüfusun sayısıyla bağlantılı değildir. Mesela; nüfusu 1,2 milyar ve resmi dili İngilizce olan Hindistan’da, ana dili İngilizce olanların sayısı 200.000 değil. Bu çerçevede 79 ülke. Milyonlarca metrekare (15.583.152) toprak üzerinde yaşayan 2 milyar (2.153) insanın bağlı olduğu devletin resmî dili İngilizce… Hindistan, Pakistan, Nijerya, Sudan, Kenya, Avustralya, Ruanda, Malta bunlardan sadece birkaçı. İnka ve Maya Medeniyeti’nden iz bırakmadılar, Afrika Kültürü’nü öyle bir sildiler ki ortada Afrika Tarihi’ne misal teşkil edecek eser kalmadı. Milletlerin tarihlerini kendi üniversitelerinde, kendi araştırmacılarına yazdırdılar ve içte devşirdikleri ihanet şebekeleri ile eğitim kurumlarına soktular; milletlere kendi tarihlerini kendi kültürlerini unutturdular.

İnsanların dinlerini yasaklayıp kendi görüşlerine, ideolojilerine itaat edecek nesiller yetiştirmeyi hedeflediler. Ülkelere ekonomik olarak kendilerini geliştirmeye fırsat vermediler. Hindistan’da yaptıkları gibi! İngiliz kumaşı karşısında tek rakip olan Hint Kumaşı üreticisi 20 bin terzinin sağ bileklerini keserek onları saha dışına ittiler. Bunun dışında kendilerine karşı direnç gösteren ülkelerde darbeler yapmaktan asla geri durmadılar. 20. Yüzyılın ikinci yarısı ve yaşadığımız yıllarda Vietnam, Küba, Brezilya, Şili, Lübnan, Irak, Kuveyt, Somali, Bosna, Türkiye, Afganistan, Irak, Tunus, Libya, Mısır ve Suriye’de akıl almaz yöntemlerle darbeler, iç ve bölgesel savaşlar gerçekleştirildi, insanlar birbirine kırdırıldı.

Bütün bu darbe ve işgallerde gaye açık ve netti; işgal edilen ülkenin hem yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamak hem de insan kaynaklarını sömürmek. W.S. Jevons’ın 1865 tarihli Kömür Sorunu adlı kitabında, İngiliz sömürgeciliği için yapılan şu tespit mevzumuzu yeterince izah edicidir: “Kuzey Amerika ve Rusya’nın toprakları bizim mısır tarlalarımız, Chicago ve Odessa da tahıl ambarımızdır; Kanada ve Baltık kereste ormanlarımız, Avustralya ve Asya koyun çiftliklerimizdir; Arjantin’de ve Kuzey Amerika’nın yaylalarında büyük baş sürülerimiz otluyor; Peru gümüşünü gönderiyor ve Güney Afrika ile Avustralya’nın altınları Londra’ya akıyor; Hintliler bizim için çay yetiştiriyor, kahve, şeker, ve baharat tarlalarımız Hindistan’da, uzun yıllar Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde bulunan pamuk tarlalarımız şimdi dünyanın ılıman bölgelerine doğru yayıldı… Yerkürenin çeşitli bölümleri bizim gönüllü vergi mükelleflerimizdir.” (John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, s.268)

Batı, sanat ve kitap düşmanıydı aynı zamanda. Tarihi boyunca hiçbir şeye merhamet nazarıyla bakmadı. En önemli kütüphaneleri Batılılar yaktı.

Misaller; M.Ö 75 yılında Apollon tarikatı rahipleri tarafından Sibilli Yazıtları, M.S 490’da Romalılar tarafından İskenderiye Kütüphanesi, M.S 13. yüzyılda Haçlılar tarafından İstanbul Kütüphanesi, İspanyollar tarafından Endülüs Emevi Kütüphanesi, Maya ve İnka El Yazmaları, M.S 1945’te ise Rusların eline geçmesin diye Almanya-Naziler tarafından Berlin Kütüphanesi yakılmış ve imha edilmiştir. Son olarak 9 Nisan 2003’te Bağdat Kütüphane ve Tarih Müzesi’ndeki binlerce yıllık sayısı 17 bini bulan tarihi eser ve yüzbinlerce el yazması kitap, Amerikalı tarihi eser kaçakçıları ve Bağdatlılar tarafından yağmalanmış, talan edilmiş ve yakılmıştır.

BATI KADIN DÜŞMANI VE TACİZCİSİDİR

Üstad’ın ifadesi ile Batı üç şeyden mürekkeptir: Roma nizamı, Yunan Aklı ve Hristiyan Ahlâkı. Bu mânâ çerçevesinde, terbiye anlamında Batı hem akılsız hem de ahlâksızdır. Üstelik bu hâl Yunan’dan itibaren mevcuttur. Platon’un Devleti’nde kadını toplum dışına iten tavır bir tarafa, “şifacı” kadınlar diye bilinen binlerce kadını “cadı” iftirasıyla (resmi rakamlar 150 bin) Engizisyon Mahkemeleri’nde yargılayıp canlı canlı ateşte yakmıştır. Bu kadınların suçlanması hususunda ise hiçbir kıstas meydanda yoktu. Yücel Aksan “1450-1750 Yılları Arasında Avrupa’da Cadılık” başlıklı araştırmasında mevzuya şu açıklamayı getiriyor: “İlk başlarda ebeler ve şifacı kadınlar büyü yaptıkları iddiasıyla hedef olarak seçilmişlerdir, ilerleyen safhalarda ise bu ayrım ortadan kalkmıştır. Soylu, rahibe, şehirli olan kadınların da suçlanabilmesi, korkunun halk arasında daha da yayılmasına neden olmuştur. Açıkça ifade etmek gerekirse her kadın her an tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıyadır, çünkü tutuklanma için tek bir kişinin ihbarı yeterlidir. Cadı avcılığının en hararetli döneminde ise erkekler ve çocuklar dahi büyü yapmakla suçlanmış, onlar da öldürülmüşlerdir.”

Sadece şifacı kadınlar mı? Hayır! Başta Pisagor, Bruno ve Campanella olmak üzere onlarca bilim adamı da. Diğer taraftan “ilim, fen ve teknoloji” merkezli medeniyet havarisi kesilen Batı için Pisagor’un yakılışı tam bir yüz karasıdır. Çünkü Batı, Pisagor’u, talebelerini ve kütüphanesinin hepsini yakmıştır. Devletin Tanrılarına inanmamak ile suçlanarak idam edilen Felsefenin kurucularından Sokrates; fizik, matematik ve astronomi gibi konularda çığır açan ve bunların ışığında klasik mekaniğin temellerini atan Galileo, ömür boyu hapse mahkûm edilmiş; Avrupa’da kan dolaşımını doğru şekilde inceleyen ilk insan olan Servetus ise yakılarak öldürülmüştür.

DÖNELİM MODERN ZAMANLARA

Batı için kadın sadece imaj, reklam ve dış yüzden menfaat aracıdır. Şöyle ki; dünyanın en rahat ülkelerinden biri olduğu söylenen Kanada… Kanada’da her 3 kadından biri tecavüze uğruyor. İsveç ise Avrupa’da tecavüz ve cinsel saldırıların en yoğun yaşandığı ülke... Kadınların her yıl dörtte biri tecavüze veya tacize uğruyor. Aslında bunlar Batı için normal. Nihayetinde Fransa’da 1980 yılına kadar tecavüz suç bile değildi. Yılda hala 75.000 kadın tecavüze uğramakta. ABD, dünyada tecavüzün sıklıkla ve rahatça yaşandığı ülke… Bu vakalarda tecavüze uğrayanların % 10’u erkek... Her 6 kadından biri ve her 33 erkekten biri tecavüze ve tacize uğramış vaziyette. Ve kurbanların önemli bir kısmının yaşı 13-14. Hatırı sayılır bir kısmı aile içinde -ensest ilişki olarak- yaşanmış olaylar. Almanya’da ise kadının hali içler acısı. 2 milyondan fazla kadın tecavüze uğramış. İngiltere!.. Hani şu medeniyetle dolu, centilmenlik numaralarına falan yatan İngiltere. Bu ülkede her yıl 85.000 kadın tecavüze uğruyor. 20 yıl üzerinden hesap edin, mevcut nüfusa göre tecavüze uğramamış kadın neredeyse yok gibi.

Batı cinsiyetini yitirmiş, evlilik ve aile gibi kutsal değerleri kaybetmiş ve Lut kavminin yapısına uygun özellikleri yansıtmakta oldukça hızlı ilerlemiştir. Nitekim günümüzde resmi olarak eşcinselliğin serbest, eşcinsel evliliğin meşru olduğu Batılı ülkeler tam bir rezalet ve iğrençlik içerisinde yaşamaktadırlar. Ancak yaşadıkları bu hali “modernlik”, “insan hakkı”, “demokratik hak” ve saireleriyle süsleyip pekâlâ pazarlayabilmektedirler. Arjantin, Belçika, İngiltere, Brezilya, Danimarka, Fransa, Kanada, İspanya, İsveç, İzlanda, Lüksemburg, Hollanda, İrlanda, Norveç ve ABD’de bazı eyaletler bu ülkelerin başında gelmektedir.

İLAÇ, GIDA VE TEKNOLOJİ ÜZERİNDEN MİLYARLARI SÖMÜRDÜ VE KATLETTİLER

Batı, insanları ve ülkeleri kontrol altında tutmak için sadece askeri yahut kültürel işgalle yetinmedi. İnsanların sağlık ve gıda zaaflarını, ihtiyaçlarını da istismar ederek onları kontrol etmek ve diledikleri gibi gütmek istediler. Bunu bazen bulaşıcı hastalıkları yaygınlaştırarak bazen de yeni “sahte hastalıklar” üreterek yaptılar. Ayrıca kendi idaresi altında çalışanlar başta olmak üzere, onları ağır hastalıklara sebebiyet verecek işlerde çalıştırdıktan sonra o işçilerin-memurların kazandıklarını “şifa-ilaç-sağlık” gibi adlarla ve yüksek bedellerle geri almayı da ihmal etmedi. Batı tıbbı “şifa-iyileştirme” merkezli değil, kâr merkezli olduğu için insanlığın altını oymaktan başka bir şey yapmamıştır. Bakın bu hususta Batılı kimyager Shane Ellison ne diyor: “Milyonlarca kişi, reçeteli ilaca bağımlı olmaları için hipnotize edilmişlerdir. Sağlıklı yaşam alışkanlıklarının yerini alan reçeteli ilaçlar, birçok Amerikalının bütçesinden büyük bir pay kapmaktadır. Sadece ABD’de sağlıklı alışkanlıkların terk edilmesi, her yıl tahminen 365 bin kişiyi öldürmektedir. Reçeteli ilaç kullanımı, bu yıkıma son verecek bir çare getirmemiştir.” (S. Ellison, Batı Tıbbı Sağlığınızın Altını Nasıl Oyar, s.13)

Sadece bu değil elbette! Sahte hastalıklar üretimi ile de sömürülerine “propaganda-algı yönetimi” çerçevesinde alt yapı oluşturmuş ve keza başta gıda olmak üzere birçok mevzuda da kendilerine güç ve iktidar alanı oluşturmuşlardır. Dünya üzerinde korkunç şeyler olmakta. Her gün binlerce insan bombaların altında ölmekte, binlerce kadın tecavüze uğramakta, yüzbinlerce genç kız genelevlerinde seks kölesi olarak kullanılmakta, Afrika halkına bulaştırılan HIV(aids) virüsü sebebi ile her yıl onbinlerce çocuğun daha doğmadan aids olmasına sebeb olunmakta… Ancak gel gör ki ne ilaç ne de gıda şirketleri zerre miktarı bu alanlara el atmamaktadır. Zaten atmaları da düşünülemez. Nihayetinde bu işin müsebbibleri ve yürütücüleri kendileridir. Tabii olarak böyle bir elden şifa yahut yardım beklemek akla ziyan bir iştir. Çünkü Batılı bazı aileler, dünya gıda ve ilaç piyasasının çok büyük bir kısmını elinde bulunduran şirketler “Üstün Irk Yaratma ve Dünya Nüfusunu Azaltma” gibi bir gaye ile hareket ediyorlar. Siyah ırka saldırmalarının en büyük sebeplerinden biri de budur. “Aile planlaması, doğum kontrolü, tarımda sözde “yeşil devrim”, moleküler biyolojideki gelişmeler, biyo-yakıt, biyo-teknoloji, Dünya Sağlık Teşkilatı, Dünya Bankası, Rockefeller Vakfı ve daha niceleri hep bu amaca kilitlenmiş. Küçük bir elit dışında kalanlar ise habersiz bu gizli amaçtan. Oysa biyo-savaş için hazırlıklar aralıksız devam ediyor.

Domuz gribi diye bir salgın korkusu yaratılarak insanlar aşıyla boş yere hasta ediliyorlar. Daha önce Kuş Gribi ile küçük tavuk çiftliklerine büyük bir darbe vurulmuş tavuk üretim işi dünyada 5 büyük şirketin tekeline girmişti.

Milyonları aç bırakmak, gıdayı biyolojik ve ekonomik silâh olarak kullanmak kalıtımı değiştirilmiş tohumlarla daha da kolay. Kalıtımı değiştirilmiş, Sahte Gıdalar sayesinde yeni, olmadık hastalıklara mâruz bırakılıyoruz. Tohum şirketlerinin gıda kontrolü ile dünya nüfusunun azaltımı gerçekleşiyor.” (F. William Engdahl,  Sahte Domuz Gribi, Gıdalar Üstün Irk Yaratma Dünya Nüfus Azaltımı Projeleri, Arka kapak)

Ve son olarak gıda, ilaç ve kozmetikte insan cenini (doğmamış bebek) kullanımı. Cildi güzelleştirdiği, kırışıklıkları giderdiği varsayımıyla ceninler, güzellik kremleri, makyaj malzemeleri ve diğer kozmetik ürünlerinde hammadde olarak kullanılıyor. İnsan fetüslerinin satışı milletlerarası bir ticaret sektörüne dönüşmüş durumda. Birkaç yıl önce Fransa’nın yüksek tirajlı ciddi bir yayın organı olan Gazetto Du Palais, deriyi gençleştirmek ve güzelleştirmek için kullanılan ceninlerin Fransa’da oldukça yüksek fiyatlarla satıldığını açıklamıştı. Hal böyle olunca kadınların yüzlerine neyi sürdükleri, bu sürdüklerini midelerinin nasıl kaldırdığı havsalamızın istiab hacmini zorluyor.

BİTİRİRKEN

Şurası artık bedahet derecesinde gerçek ki; Batı, fikirde, ahlâkta, iktisat ve sanayide tükendi. Şu an kendini yenileyemediği için tökezleye tökezleye çöküyor. Sağa sola efelenmesinin sebebi, dünden aldığı özgüven. Hakikatte ise kıpırdayacak hali yok. Belki bir hamle daha yapacak lâkin o da son nefesi olacak. Diğer taraftan merkezi ANADOLU olan yeni bir dünya, yeni bir nizam, yeni bir nesil doğuyor. Yeni bir dil, yeni bir irfan mektebi, Büyük Doğu-İbda, devasa bir Kültür Projesi ve birikimi olarak yıldızlaşmış bir şekilde ortada duruyor. “Kültür Davamız” mucibince muhteşem bir Kültür İnkılabına gebe olan Anadolu, ilim, fen ve ahlâkta en ileri şahsiyetleri yetiştirmek yahut şahsiyetler olmak zarureti ile karşı karşıyadır. Nihayetinde Batı’ya, Batı’nın dili, kültürü, ahlâkı ve teknik anlayışı ile karşı çıkılmaz. Böyle bir karşı çıkış zaferle değil, hezimetle sonuçlanır. Bu sebeble muhakkak ve mutlak yerli bir dile, milli bir dile, kökleri İslam Hikemiyatı’na sımsıkı bağlı ve kendini Ehli Sünnet ve’l Cemaat anlayışına perçinlemiş Mutlak Fikre muhatap olarak hareket edilmeli. Bunun içinde fikrin ayağına gelmesini beklemek gibi bir abesle iştigal etmek yerine, hastanın hekimin eczane kapısına gitmesi gibi mütefekkirin kapısını çalmak elzem ve zaruridir. Nitekim kurtuluş adresimiz, bu tefekkür hazinesinin kapısı ve mimarıdır. Barbar Batı karşısında, Mücerred Fikir ve idrak nisbetinde Büyük Doğu-İbda namlı İslâma Muhatap Anlayış Örgüsü ile karşı durulabilir.

Nihai söz budur.

Ercan ÇİFCİ - Aylık Dergisi 151. Sayı, Nisan 2017

adminadmin