Kültür
Giriş Tarihi : 21-07-2019 08:00   Güncelleme : 21-07-2019 08:21

Ağaç Ve İnsan

Doğduğunda korunaksızdır. Çocukluğunda iyi beslenmelidir. Gençliğinde coşku doludur, delişmen rüzgârlara kafa tutar. Yetişkinliğinde bir sükûnet kazanır, ona buna yerli yersiz sataşmaz artık. Görmüş geçirmiş, azıcık hırpalanmış; hayat tarafından mevsimler marifetiyle terbiye edilmiştir. Serseri yağmurlarla başını belaya sokmaz. İçi dışı bir kıvama erişmiştir. Kimi yaralarını teninde kimi yaraları içinde taşır.

Ağaç Ve İnsan

Yaşam doludur. Sarıp sarmalar, koruyup kollar, susup dinler. İlkbaharda allı pullu halayıklar gibi giyinip kuşanır. Çiçeklenir, güleç yüzü gökyüzüne ilham verir. Toza toprağa bulandıktan sonra usulca ikindi yağmurlarında yıkanır, arınır. Cıvıltılı sesler çıkarır, nefes alış verişinde yaşama dair sonsuz bir umudun ıslığı vardır. Bıçkın bir edayla kendinden başka, kendinden büyük, kendinden öte bir diriliğe, bir dinçliğe hizmet eder. Boyunu bosunu bulmuş, yerini yurdunu benimsemiştir. Varlığıyla yeryüzüne bir anlam katar.

Hayattır bu. Gün gelir sert rüzgârlar tarafından beli bükülür. Boğazı yumru yumru olur. Sevdikleri tarafından içi oyulur, çürütülmek istenir. Küçükken aldığı yaralardan hayatı boyunca kurtulamaz. Gördüğü günler kadar görmediği günlerin de izini taşır. Görünen yüzünün altında görünmeyen heyecanlar, helecanlar, düş kırıklıkları ve yıkımlar halelenir. Biri açıp göğsünün içine baksa orada yılların bıraktığı izleri ayan beyan görür.

Yıllar onu güçlendirdiği kadar yormuştur da. Bazen en yakınındakiler tarafından, sanki yıllarca birlikte şarkılar söylememiş, sanki yıldızlı göğün altında sazlıklardan gelen sesleri kol kola dinlememişler gibi gadre uğrar. Bazen sert yağmurlara karşı koruduğu, kol kanat gerdiği misafirleri tarafından ziyana uğratılır. Gün gelir yaşam, onsuz da yoluna devam edebileceğini fısıldar. On yılların ve belki yüzyılların sonunda anlar ki gözünü dünyaya açtığı anda aslında ölüme de açmıştır. Gövdesinde oynaşan, düşlerinde gezinen yaşama sevinci, aynı zamanda bir ihanet gibi perdelerin ardında gün batımlarının o buruk kızıllığını da saklamaktadır.

İnsanın hikâyesiyle ağacın hikâyesi ne çok birbirine benzer. Bu benzerlik kaderin bir cilvesi gibi onları yolun başında da sonunda da birleştirmiştir. Birbirinden habersiz apayrı ülkelerde yaşayan kardeşler gibi yolları bir mezarlıkta kesişir. İnsan, ömrünün nihayetinde toprağa karışırken bir ağaçtan kesilen nişaneler başucunda ona refakat eder. Tıpkı doğduğunda ağaçtan bir beşiğin ona kucak açtığı gibi. Ağaç ve insanın aşinalığı, aslında çok daha eskilere dayanır. Hz. Âdem’in şahsında insanoğlunun ilk hatası, yasak bir ağaca yaklaşmak olmuştu. O günden sonra iflah olmaz bir yoldaşlık onların bahtına ilişmiştir.

Ağaçlar da insanlar gibidir, birlik içindeyken yeryüzünün bütün kuraklıklarını alt edecekmişler gibi güçlü görünürler. Yalnızken ise çevrelerini dokunaklı bir hüzün bulutu kaplar. Yine de kimi yalnızlıklar biricik kılar onları; güçlendirir, ruhlarına kanat takar. Ama her hâlükârda ağacın ve insanın hamurunda, bulunduğu zamana ve mekâna ayak uydurabilecek bir maya saklıdır. Yıllar ve nesiller boyunca dünya bu iki yolcuya ayakta kalmayı, direnmeyi, bütün hücreleriyle toprağa kök salmayı öğretmiştir. İkisi de bilmektedir ki toprağa kök salamazsa devrilecektirler. Ve yine bilirler ki çürük, verimsiz bir toprağa kök salmaları hâlinde de onları yıkım beklemektedir.

Ağaç diğerkâmdır. Kuşları, kurtları ve kadim yoldaşı insanı beslemekten yüksünmez. Azgın ırmakların birbirine kavuşmaz yakalarını ilk o birleştirmiş, insana yol yapmıştır. Kimi ağaçlar insandan yardım bekler kimileri ise insanın kendinden uzak durmasını ister. Doğanın hırçın elleriyle budanmaya, sulanmaya, okşanıp sevilmeye alışmışlardır.

Ağaç; krallara taht, gelinlere baht, dervişlerin elinde tane tane zikir, mekteplerde sayfa sayfa fikir olmuştur. Dede Korkut’un dilinde duadır: “Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgeli ulu ağacın kesilmesin.” Yunus’un seyri sülukunda mecazdır, binittir: “Binem şol ağaçtan ata / Gidem hey dost deyu deyu.” Ataların ufka bakan gözlerinde öğüttür: “Ağacı kurt, insanı dert kemirir.”

Ağaçlar Etkileyici Vaizler

Türkler, İslamiyet öncesinde ağaca büyük anlamlar yüklemişler, Müslüman olduktan sonra da bu anlamı dönüştürerek devam ettirmişlerdir. Ağacın ölümsüzlüğün simgesi olduğuna inanır, önemli kişilerin mezarlarını ulu ağaçların altına, ormanlık bölgelere yaparlardı. Ulu ağaç kavramı Türk muhayyilesinde geniş yer tutar. Kimi Hun boylarına ait türeyiş destanlarında kayın ağacı anneyi temsil eder. Yine Uygurlara göre türeyişe konu olan ağaç, iki nehrin ortasındaki bir adacığın üzerinde bulunur. Başka bir versiyonda, Oğuzlardan bir kadın bu adacığa sığınmış, o ağacın kovuğunda Kıpçak adını vereceği çocuğu doğurmuştur. Kadın, kadim anlatılarda bereketin remzidir; doğurganlığıyla, yaşamın kendini yenilemesini sembolize eder. Ağaç, kökleriyle toprağa, dallarıyla göklere uzanır. Yeri göğü birbirine rapteder. Hayatı ve ölümü, karanlığı ve aydınlığı kendinde birleştirir (İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ankara, 1980, s. 57, 58). Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ağaç dikmenin önemine dair buyrukları hatta kıyamet koparken bile insanlara ellerindeki fidanları dikmelerini öğütlemesi (Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, 479) mezarlarda geniş yer bulmasına sebep olmuştur. Ağaç bir yandan hayatın içinde, sokakta, cami önlerinde bir yandan da ölümün yurdu, mezarlıklardadır. Bununla da yetinmeyip rüyalara taşmakta, istikbale dair müjdeler getirmektedir. Osman Bey’in Şeyh Edebali’nin evinde rüyasında, göğsünden yükselen çınar ağacının dünyayı kapladığını görmesi, kurulacak büyük ve uzun soluklu devleti temsil edecektir.

Kur’an-ı Kerim’de hurma, nar, incir, zeytin ağaçları başta olmak üzere yirmi altı yerde ağaç zikredilir. İslamiyet, ağaçların korunması gerektiğine, lüzumsuz yere kesilmemesine dikkat çekmiştir. Hz. Peygamber ağacın dikilmesine, yetiştirilmesine ve korunmasına büyük önem vermiş, bizzat kendisi de ağaç dikmiştir. Hurma ağacından övgüyle söz etmiş, bu ağacın yapraklarını dökmediğini, daima faydalı olduğunu, hayırsever Müslüman’ın hurma ağacına benzediğini dile getirmiştir (Buhârî, İlim, 4-5). Bir hadisinde en iyi sadakanın canlıya su vermek olduğunu söylemiştir (Buhârî, Şirb, 9).

Kur’an-ı Kerim’de ağaç, güzel sözün remzi olarak yer alır. Güzel söz; kökü sağlam, dalları semaya yükselen ve her zaman meyve veren bir ağaca benzetilmiş, buna mukabil kötü söz yerden koparılmış, ayakta durma imkânı olmayan ağaç olarak tasvir edilmiştir (İbrahim, 24/24-26). Söz ile ağaç arasındaki bu çarpıcı ilişki dikkat çekicidir.

Ağaçların kendisi için etkileyici vaizler olduğunu belirten Hermann Hesse, korularda halklar ve aileler hâlinde yaşayan ağaçlara hayran olduğunu fakat tek başına duran ağaçlara daha da hayranlık duyduğunu söyler. Çünkü onlar yalnız insanlara benzerler. Hesse’ye göre ağaçların düşünceleri bizden ulu, uzun soluklu ve sakindir. Onları dinlediğimiz sürece bizden daha bilgedir ağaçlar: “Ağaçları dinlemeyi öğrenen, ağaç olmayı arzulamaz artık. Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz. Yurt budur. Mutluluk budur.” (Hermann Hesse, Ağaçlar, Kolektif Kitap, s. 12)

Ayakta Duran Kardeşlerimiz

Mevlana da ağaçları dervişlere benzetir. Onlar da dervişler gibi yavaş yavaş olgunlaşırlar ve meyveleri tedricen gelişir. Meyvelerde, kökün topladığı gıdalar saklıdır. Dallar yemyeşilken, mest olmuş dervişleri andırırlar. Bahar rüzgârları dostun busesidir. Bu buse nasıl ki sürgünleri titretirse kalpler de Allah’ın (c.c.) zikri ile kâinatın büyük uyumuna, ahengine dâhil olur. Yine Mesnevi’de yer alan yaşam ağacı hikâyesi, ölümsüzlük ağacını arayan padişahın o ağacın Hindistan’da olduğunu işitmesi üzerine en bilgin adamını oraya göndermesini konu edinir. Söylenceye göre o ağacın meyvesinden yiyen ne yaşlanacak ne de ölecektir. Bilgin, Hindistan’da aramadık yer bırakmaz, yıllarca o ağacı sorup soruşturur. Onu görenler kendisiyle alay ederler, yalan yanlış ağaçlar tarif ederler. O, ciddiyetle bütün duyumların peşinden gider. Ağacı bulma ümidini yitiren bilgin, ağlayarak ülkesine geri döner. Padişahın huzuruna çıkmadan önce bir âlimin huzuruna varır. Ona niçin ağladığı sorulduğunda, yaşadıklarını ve elleri boş olarak padişahın huzuruna döndüğünü anlatır. Âlim gülümseyerek bu yüce ağacın aslında ilim olduğunu, meyvesinde abıhayat yani ölümsüzlük bulunduğunu söyler. İnsanın ardında bırakacağı faydalı ilmin sadakayı cariyeden olduğunu hatırlatır. Bilgine, görünüşe aldanıp manayı yitirdiği ikazında bulunur. Ona kiminin ağaç kiminin güneş dediğini, sayısız isme sahip olduğunu; bir adamın aynı anda birinin babası, birinin oğlu, bir başkasının kardeşi veya dayısı olabileceğini; ismin değil sıfatın önem taşıdığını, ancak bu bilincin yolcuyu hakikate ulaştırabileceğini söyler.

Ağaçlardan öğreneceklerimiz mecaz dünyasını aşıp gerçek dünyaya uzanır. Ağaçların kendi aralarında bir sosyalliğe sahip olduğunu ortaya koyan ünlü ormancı yazar Peter Wohlleben, Ağaçların Gizli Yaşamı adlı kitabında, onların zayıf ve güçlü taraflarını kendi aralarında dengelediklerine dikkat çeker. İnce veya kalın, aynı cinsten her ağacın, ışık sayesinde aşağı yukarı eşit miktarda şeker ürettiğini, bu dengelemenin yerin altında, köklerde meydana geldiğini, orada kusursuz ve canlı bir alışverişin sürdüğünü söyler. Şekeri fazla olan diğerine verir, fakir olan destek alır. Ağaçlar cömerttirler, besin alışverişi noktasında birbirlerine ciddi yardımda bulunurlar. Bir avuç orman toprağında, dünyadaki insan sayısından fazla canlı mevcut olduğuna vurgu yapan yazar, ağaçların kendi dünyalarına ait bir denge güttüklerini, tüm ihtiyaçlarını karşılamak için enerjilerini ekonomik kullandıklarını, güçlerinin bir kısmını büyümeye, gerisini ağırlıklarını taşıyabilmek için dalların uzamasına ve gövdelerin çapına sistemli bir şekilde dağıttıklarını ifade eder.

Kızılderililer, ağaçlar için “ayakta duran kardeşlerimiz” der ve onları hayatlarının doğal bir parçası kabul ederler. Bu duyarlılık için uzak kıtalara gitmemize gerek yok aslında. 1965 yılında ölen ünlü Fransız mimar Le Corbusier, “Bir Türk, evini yapmadan önce ağaç diker ama bir Fransız ev yapmak için ağaç keser.” demiştir. Şüphesiz ki bu tespitin arkasında sadece Türk şehir geleneği değil bir medeniyetin ruhu yatar. Bütün mahlûkatın canını aziz bilen bu anlayış, bugün hâlâ Anadolu’da yaş bir ağacın kesilmesini, canlıyken üzerine çivi çakılmasını büyük günah kabul eder. Çünkü onun canı vardır ve bütün canların sahibi gibi onun da sahibi Allah’tır. Bilimsel çalışmalar ancak bugün ağaçların, sözgelimi susuz kaldıklarında ses ötesi seviyelerde (ultrasonik) çığlıklar attığını keşfetmiştir. Hâlbuki bir Müslüman, ağacın susuz kaldığında atacağı çığlığı, yaralandığında edeceği feryadı asırlar öncesinden gelen bir şuur sayesinde bilir. Bizim ağaçla ünsiyetimizi yeniden ileri seviyelere taşımak için başkalarına bakmamıza gerek yok. Yemyeşil bir dünyanın imarı ve inşası için içimize dönmek, özümüze bakmak bizlere kâfi gelecektir.

Kaan H. Süleymanoğlu / Diyanet Dergisi

adminadmin