Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 23-05-2020 17:56   Güncelleme : 23-05-2020 17:56

Akif Emre’nin ruhuna ithafen…

Vefatının üçüncü sene-i devriyesinde bir klas adamın, bir dava insanın sevgiliye kavuştuğu günün hatırasına…

Akif Emre’nin ruhuna ithafen…

Kişiliğimi ortaya koymaya çalıştığım gençlik yıllarım… Mahalle baskısın tüm şiddetine rağmen Refah Partisi’nin başak rozetini takıp İzmir’de toplu taşıma araçlarına binip, Çeşme’ye giderken otobüste okumak için bayiden Milli Gazete bazen de Yeni Asya gazetesi aldığım dönemler (ikisi biraz garip gelebilir ama…) Şehir içi yolculuklarda cebimde daim taşıdığım küçük risaleler ve bu kitaplara dikkat çekmek için otobüste türlü hallere girdiğim dönemler… Bin yıl sürmesi planlanan 28 Şubat darbesi işte benim bu gençlik yıllarıma tesadüf etti. Ben ise sıradan bir taşralı yurttaş olarak kendimi bir anda tam içinde buldum adı bile ucube olan bu darbenin...

28 Şubat öyle bilindik şekliyle ülkemizde her 10 yılda bir tekerrür eden askeri darbelerden biri değildi, sivillerin hatta adı doğrudan STK olan odakların askerlere adeta yalvararak, onların postallarını hahişle yalayarak “nʹlur darbe yapın” türünde eşine rastlanmayan türden bir darbeydi... Bu darbeye kamuoyu oluşturup, zemin izhar edenler elbette sadece sivillikleri bizde hep tartışmalı olan STK’lar değildi darbenin zemininin oluşmasında asıl büyük hüner tröst medyanındı (holding ya da banka medyası da denilebilir). Elbette medya patronlarının da içinde olduğu aristokrat olmayı başaramayan burjuvazimiz de hazır kıta asker brifinglerinde elleri patlarcasına darbecileri alkışlıyordu fakat asıl halka dokunan daha doğrusu halkı yakan kesim ise tamamen siyasallaşmış ve pespaye olmuş bürokrasimizdi işte bu gruplar “irtica geliyor” deyip hep birlikte el ele vermiş 28 Şubat darbesini peydahlamışlardı. 

Kimliğimin, kişiliğimin şekillendiği o yıllarda Türkiye matbuat hayatına bir Yeni Şafak doğmuştu hatta ilk çıktığı gün bu gazetenin abonesi olmuştum ve o aboneliği de uzun yıllar sürdürmüştüm. Yukarıda sözünü ettiğim üzere matbuat hayatının en çirkef döneminde bu gazete omurgası olan her fikrin sığınacak bir limanı olmuştu, yayımcıları ve yöneticileri muhafazakâr, hatta İslamcı, ümmetçi tabir edilen kişilerden müteşekkildi. Kartel medyasının “yeşil sermaye” yaftalarıyla linç etmeye çalıştığı, horladığı bu ekip onların aksine isimden ibaret görmedikleri demokrasi ruhunu benimsemiş kimselerdi, ekonomik güçleri muadilleriyle kıyaslanamazdı belki ama idealistlerdi (elbette şimdi köprülerin altından çok sular aktı)…

Basın yayın sektörü için dijital çağın henüz başlarıydı, internet çok mahduttu, gazeteler tencere-tabak dağıtsa da tirajları milyonları bulabiliyordu hatta “ropdöşambır”la pardon çizgili pijama ile evinde başbakanı karşılayan gazete patronun amiral gemisinin tirajı 800 binlerdeydi velhasıl geleneksel medyanın revaçta olduğu o yıllarda amiral gemilerde köşeler yazan hayli popüler kalemler cılız da olsa bazı yazılarında darbeyi eleştirmiş ya da desteklememişti. Bu kalem sahiplerinin kimi Marksist, kimi liberal, kimi kapitalist, kimi Sebataycı kimi de İslamcıydı lakin cılızda olsa darbeye karşı bir duruşları olmuştu, az da olsa bir demokrasi inancına sahiptiler onun dışında kimisi ateist, kimisi seküler kimisi mason kimi de renksiz kişilerdi.  Darbecilere açık destek vermeyen bu kalem erbabına TÜSİAD üyesi genel yayın yönetmeni pijamalı patronundan aldığı emirle haddini bildirmiş hepsini ya işsiz bırakmış ya da Haydar Dümen’in yanına Posta’lamıştı (rahmetli Birant). Bu arada TÜSİAD’lı genel yayın yönetmeni son yıllarda bir günah çıkarma çabalarında ama yine de ben haklıydım davasından da vaz geçmiyor, bir ara “muhtar olamaz dedim ama doğruydu sonradan yasa değişti, ayrıca patronum da başbakan Yılmaz’ı pijamalı değil, tişörtle karşıladı” diye yazdı… Şimdi mesele elbette Doğan’ın o sırada ne giydiği değil, mesele döneme yapılan vurgunun pijama metaforuyla verilmesi, tişört, kot, pijama, eşofman değil, onların hepsi dönemi sembolize ediyor. Yoksa sahiden tartışılan pijama değil…

Amiral gemilerde sekül hayatın dibine vuran fakat içinde demokrasiden nüveler taşıyan bu kalem erbabı işsiz kalınca Yeni Şafak gazetesi sayfalarını onlara özgürce açmıştı Cengiz Çandar’a Mehmet Barlas’a Kürşat Bumin’e Ali Bayramoğlun’a Nazlı Ilıcak’a ve daha nicelerine… 28 Şubat’ın halk nezdinde bitip yukarıdaki sözü edilen mahfillerce fiilen alttan alta sürdüğü 2004 yılında gazeteciliğe henüz adım atmış bir öğrenci olarak Akif Emire’yi bir yurt dışı organizasyonunda görmüş, kendisiyle bir yemek müddeti kadar hususi sohbet etmiştim. Emre, yukarıdaki bahsini ettiğim dönemde Yeni Şafak gazetesinin genel yayın yönetmeniydi ben de gazetenin sıkı bir okuruydum. Yemek sohbetinde ilk olarak ona 28 Şubatta gösterdikleri cesaret dolayısıyla gazeteyi nasıl bir demokrasi limanı yaptıklarını ve yukarıda adı geçen bir kısım kalem erbabına nasıl kanat gerdiklerini söyleyerek aslında ona övgü yapmak istemiştim. Fakat konu açılınca yüzü biraz düşen Emre, rahatsız ya da sıkılgan bir ifadeyle “evet kapımızı onlara açtık ama iyi mi yaptık sanki” kabilinden bir cümleyle gazeteyi o dönem bu tür yazarlara açmanın bir pişmanlığı içindeydi. Yani gazetenin o günkü politikasını yanlış bulmuştu. Yemek masasında söz dolaşıp aynı dönemin kartel medyasının karşıt sembolü haline gelmiş, darbeci general G. Erkaya’nın ölümünde “hakkımızı helal etmiyoruz” manşetiyle ses getirmiş, Fatih Altaylı'nın başörtülülere yaptığı pervazsız sözlere aynı frekanstan cevap vermiş Akit gazetesine geldi. Bu konuda da “ben evime o gazeteyi sokmuyorum, çocuklarımın okumasını da istemiyorum” şeklinde beni yine çok şaşırtan bir cevap vermişti.

Emre ile ilk görüşmemden takriben 2 sene sonra bu sefer tamamen başka bir organizasyon sebebiyle bir araya gelme fırsatım olmuştu. FETÖ’nün Avrasya diyalog grubu tarafından organize edilen maskeli balolarının birine konuşmacı olarak çağrılmıştı. Elbette onu çağıranlar organizasyonun sahipleri değildi, zamanın şartlarında zoraki sponsor edilen TİKA’nın ülke koordinatörünün arkadaş kontenjanından katılmıştı programa lakin hiç “acaba” diye düşünmeden FÖTÖ’nün muhtelif ülkelerden gelmiş onlarca cilalı davetlisi karşında bu organizasyonu ve politikalarını bil hassa dinler arası diyalog girişimlerini yerden yere vurmuş, aleni şekilde bu yapıyı yüzlerine karşı eleştirmişti. Bu durum benim hayli ilgimi çekmiş hatta sırf bu konuyu da alakadar bir de mülakat yapmıştım kendiyle. Yine memleketi Kayseri’ye yaptığı bir ziyarette şehrin günümüz anlayışına uygun modern çehresine bakıp kadim medeniyetin, İslam kültürünün şehirden tecrit edilerek her yanın betonla ruhsuzlaştırılıp, her şeyin metalaşmasına isyan etmiş acaba iktidar ne der düşünmeden köşesine taşımıştı… İşte Akif Emre böyle bir adamdı, hakkın hatırını âli tutan, hiçbir hatıra o hakkı feda etmeyen, yani tek bir kelimeyle klas bir adamdı, hani sırâtelmustakîm tabiri var ya o tabirin tarif ettiği bir adamdı. Onu, ölüm yılı münasebetiyle Ramazan ayının şanına yakışan bir rahmetle anıyorum. Matbuatımız senin gibi dava insanı münevverlere çok muhtaç, ağabey her taraf dalkavuklarla dolmuş istisna ve müstesnalar hariç… Akif ağabey ruhun şad olsun sana bir Fatiha hediye ediyorum…

***

Avrasya’da Bir Araya Gelelim Demek Fanteziden İbarettir

[2006-BİŞKEK-Diyalog Avrasya, Dinler Arası Diyalog;  bu kavramlar son yıllarda sıkça duyduğumuz sözlerdir. Acaba bir medeniyetler çatışması olabilir mi? olursa sonuçları neler olur? İşte bütün bu konuların konuşulduğu tartışıldığı dünyanın birçok yerinde çeşitli seminer ve konferanslarla bu konu gündeme getiriliyor. Bu diyalog toplantılarının su-i niyetle yapıldığını iddia eden, eleştirenler kadar, destekleyenler de çok. Bu toplantıların birinde gazeteci, yazar, yayıncı Akif Emre ile bir söyleşi yaptık. Muhafazakâr İslamî görüşü benimseyen,  bu gibi konulara da itidalle yaklaşan Emre neler söylüyor, neler düşünüyor?]

Not: bizim ömrümüz için uzun olan şeyler tarih içinde bir nokta bile olmayabilir bu vecihle yaklaşık 15 yıl önce yapılmış bir röportaj lakin orijinalliğini bozmadım okuyunca 15 yılda çok fazla şeyin değişmediğini gördüm. Ayrıca yayımlanmamış, okunmamış hey yazı yenidir…

 

Bilal Dursun YILMAZ: Sizce “Dinler Arası Diyalog” toplantıları bir zemin buluyor mu? Yoksa görüntüde mi kalıyor? 90’lı yıllardan sonra ivme kazanan bu toplantıları değerlendirebilir misiniz? Gerçi siz burada “Diyalog Avrasya Platformu” için bulunuyorsunuz ama organizatörler aynı, genel görüntü birbirine çok benziyor.

Akif EMRE: Dinler arası diyalog başka bir platform. Bunları birbirine karıştırmayalım. Diyalog Avrasya üzerine konuşalım. Ben aslında ilk defa katıldım, uzaktan izliyorum. Yani şöyle bir şey: İki temel soru var. Modern proje ‘ya, ya da’ sorusunu sorar. Ya böyle olacaksın yahut ta öyle olacaksın, ya modern olacaksın ya geleneksel olacaksın. Böyle bir şeydir modern proje. Post modern ise ‘ne, ne de’ diye bir formül geliştirir. Ne o, ne diğeri, hiçbir şey. Aranmakta olan şey şu olmalı: ‘Hem, hem de’. Hem kendin olarak, hem de öteki olarak bir arada yaşanabilir mi? Şimdi bunun sınırları çok önemli. Bu tarihî bir gerçek. Farklı medeniyetler, değerler, kültürler var. Bu kültürler bir arada veya yan yana birbirini tanıyarak yaşayabilir. Soruna bu açıdan yaklaşıyorsa, soru buysa, bunun imkânları araştırılmalı. Ama farklılıkları ortadan kaldırmak gibi çok ütopik bir şeyle hareket noktasını ortadan kaldırıyor ve bunun hiçbir gerçekçi zemini yok, ancak bir ütopya olabilir. İkinci bir husus medeniyetler arası iletişim, ilişki, geçişkenlik tarihsel bir sorun, hem de tarihi kadim bir sorundur. Fakat aynı zamanda dünya siyasetinden, iktisattan, ekonomiden, ekonomik çıkarlardan da bağımsız şeyler değildir. İşin bu tarafını görmeden salt din adamları, kültür adamları, aydınlar bir araya gelip de medeniyetler arası diyalogu nasıl araştırırız diyor. Bu çok havada kalacak bir şey. Bu altyapı bir teorik çerçeve sunmaya yönelik bir araştırma, bir arayış olabilir, ama dünyanın reel şartları arasında iktisadı görmeden, petrol veya enerji kaynaklarına sahip olmak gibi stratejik bir önceliği görmeden büyük devletlerin, Batının bunu yok sayarak, işte biz Avrasya’da bir araya gelelim, ah ne güzel ‘Geçmişini yaşamıştık, yine de yaşayabiliriz.’ demek çok fanteziden ibaret kalır. Reel şartları gözeterek ve hatta da zorlayarak mümkün olan teorik çerçeve araştırılsa anlamlı olabilir. Burası da sonuçta bir platform. Platform hiçbir zaman bir karar mercii demek değildir, platformda çok farklı görüşler ortaya atılır, tartışılır. Yani insanlar en azından psikolojik duvarı birbiriyle aşmış olur. Buna yarar sadece.

BDY: Entelektüellerin amacı zaten bir şekilde ortaya bir şeyler atmak ve belki idarecileri, iktidarları uyarmak. Fiilen katılmak değil, peki bu anlamda bir faydası oluyor mu, birileri bunları dikkatte alıyor mu?

AE: Bu bir çabadır. Yani bunun uzun vadede, kısa vadede ne tür bir katkısı olur bilemeyiz, çünkü Diyalog Avrasya Platformu sonuçta 10–15 ülkeyi belki daha fazlasını içine alan bir platform. Her ülkenin kendine göre şartları, öncelikleri var. Her toplumun kendi iç gerilimleri var. Dolayısıyla aynı etki başka yerde farklı olabilir. Mesela; Kırgızistan’da aranıp da bulunamayan bir platform olabilir, ama Rusya için Avrasya Projesi içerisinde sıradan bir proje olarak bakılabilir yahut da Ermenistan için de hiçbir anlam ifade etmeyebilir.

BDY: Hoşgörü ve diyalog denince Türkiye’de de ve bir kısım İslam ülkesinde, Arap dünyasında tepkiler ortaya çıkıyor. Gerçi baştan temkinli konuştunuz, dinleri katmayın dediniz...

AE:  Orda ayırmak lazım.

DY: Bu zaten bir mi, yoksa bazıları bunu kasten mi bir göstermek istiyor? Bu çaba nedir? Ben Türkiye’de Vakit gazetesi de okurum, oradaki bazı yazarlar, “Olamaz böyle bir şey, ne demek hoşgörü, kime hoşgörü gösteriyorsun? Bu olmamalı.” gibi çok aşırı derecede tepki gösteriyorlar. Bu bir kısım Arap dünyasında da böyle, onlar çoğunlukla böyle platformlara katılmıyor...

AE: Çağrılıyorlar mı? Bir de o var...

BDY: Orası da bir soru işareti...

AE: Öncelikle tanımı ortaya koymak lazım. O çerçeve içerisinde hoşgörü ve diyalogdan bahsedenler, bunun öncülüğünü yapanlar ne kastediyor? Karşı çıkanlar hangi gerekçelerle karşı çıkıyor? Bunları ortaya koymadan her iki tarafı da alkışlamanın veya mahkûm etmenin bir anlamı yok. Onun için ben dinler arası diyalog ile medeniyetler arası diyaloğu ayırdım, ayırmak gerekir. Din dogmadır, iman meselesidir ve bu tartışılmaz. Teolojik anlamda diyalog kastediliyorsa diyalog ile ortak nokta kurulamaz, ama ulema kendi arasında tartışabilir. Bu ayrı bir şeydir, ama müntesipler inanmışsa zaten inanmak durumundadır ve bu iman meselesidir. Zaten dinin tarifi gereği böyledir. Ama dine dayalı kültür ve medeniyetler birikiminin, toplumların birbirleriyle ilişkilerini normalleştirme, çatışmaları azaltma, birbirlerini anlama noktasında insani bir zemin aranmak isteniyorsa, buna kimsenin itirazı olamaz. Bu tür şeylerde siyasi bazı öncelikler öne çıkar, yani teorik olarak çok doğru bir şeyi çok zamansız bir şekilde ortaya atmış olmanız da doğru bir iş yapmış olduğunuz anlamına gelmez veya gerekli yerde gerekli sözle de uygun bir şekilde formüle etmediğiniz vakit kastettiğiniz dışında anlamlara bürünebilir. Dolayısıyla tepkim bu arada, yoksa toptan alkışlama veya reddetme durumunda değilim. Yani bu toplantıya çekincelerim de var, toplantının alkışlanacak yanı da var. Neden? Böyle olursa şu şu sınırlar aşılabilir, ama şöyle bir şey olursa bu çok önemli bir katkı olabilir. Sonuçta bunlar nas değil, vahiy inmiyor. İnsanî gayretlerin yanı sıra her insanî çalışmanın eksiklikleri de vardır. Bir anlamda dinler arası diyalog ile medeniyetler arası diyaloğu ayrıştırmak gerektiğini düşünüyorum. Bir arada yaşamak konusunda Müslümanlar olarak bizim bir sorunumuz yok, tarihten tecrübemiz zaten ortada. Bir arada yaşama problemi Müslüman olmayanlar açısından, Batı açısından var. Batının tarihte böyle bir deneyimi yok. Esas onların acaba varsa dertleri ‘bir arada nasıl yaşarız?’ konusunda konuşulmalıdır. Bugün burada da gündeme geldi. İslam’ın terörle bağdaştırılmaz ama ABD’nin Irak’ı işgal olayını yok sayarak, oradaki terörü, şiddeti, din adına kınıyorsa bunun bir anlamı yok, saçmalıklara iştigal ediyorsun demektir. Dolayısıyla bin dört yüz yıldır Kerbela’da, Irak’ta, Necef’te bir arada yaşayan Şiiler ve Sünnîler birbirinin kanını dökmüyor da, nasıl oluyor da bir anda bunlar arasında mezhep savaşı olmayan bir gerilim oluyor. Burada bir körlük var demektir. Dünya gerçeklerini, reel politiği, çıkar savaşlarını görmüyorsunuz demektir. Esas konuşulması gereken bu. Bunları görmeden de diyalogdan bahsederseniz bu sadece ütopyadan ibaret olur. Onun için tanımı ortaya iyi koymak lazım. Buna rağmen neler yapılabilir, aklıselim insanlar, toplumun din önderleri, aydınlar, mütefekkirler bir araya gelerek bir şeyleri üretmeliler. Çünkü sonuçta siyaseti de zorlayacak kararlar var, imkânlar araştırılmalı. Bu tür kaotik dönemler yeni arayışları tetikler. Bu durumlarda ne yaptığını bilen istikrarlı ve tutarlı gruplar müthiş mesafeler alabilirler. Yani hem tehlikelidir, hem de o kaosun ortaya çıkardığı boşluktan yeni imkânlar ortaya çıkabilir.

BDY: Türkiye olarak Türk Cumhuriyetlerinin hafızasının varlığını kabul ediyor muyuz? Bölgede ABD ve Rusya böyle bir hafızanın varlığını kabulleniyor mu? Ortak geçmişten, kardeşlikten hep dem vururuz ya, onun için soruyorum.

AE: Bu bölge Osmanlı deneyimini yaşamadı. Uzun bir süredir aslında bu bilgiler, parçalanmış bir şey değil, siyasî olarak manzara böyle, ama İslam medeniyetinin en önemli verimleri bu bölgeden çıktı aslında. Yani Buhara’yı, Semerkant’ı yok sayarak İslam medeniyetinin düşüncede, bilimde, felsefede geldiği noktayı izah edemezsiniz. Bütün yıkımlara, o hafızayı, bilinci kazıma operasyonlarına rağmen, bu topraklarda hala bir şeyler kalmışsa geleneksel de olsa dine, kültüre ait bir değerler sistemi kalmışsa o verimlerin sonucudur. Dolayısıyla olayın bu yönünü varsaymadan, görmeden, ne bu toplumlar ayakta kalabilir, ne de Türkiye burayla sağlıklı ilişkiler kurabilir. Bugün, sivil toplum örgütü mensubu Kırgız bir konuşmacı “Geçmişi geçelim, artık geleceğe bakalım, hümanizm temelli bir şeyler üretelim. İslam bin yıl önce gelmiş olsa ne olur, bin iki yüz önce gelse ne olur? Biz önümüze bakalım.” diye itirazda bulundu. Bu, “Manas’ı şunu bunu geçelim, Soros’a bakalım.” demektir. Bunun reel politikadaki karşılığı budur. 

BDY: Peki, büyük devletler dediniz, ABD, Çin vs. bu anlamda eski hafızanın varlığına inanıyor mu? Onların, Türkiye’nin bu bölgeye yaklaşımına bakışları nedir?

AE: Her devletin kendine göre bir yaklaşımı vardır. Rusya eski imparatorluk mirasını yeniden canlandırmak için onun üzerinden hareket ediyor. Açılışta da Rusya’nın çok kültürlü, çok dinli bir imparatorluk olarak deneyimi önemlidir dediler. Sanki lekesiz bir tarihmiş gibi sunuldu. ABD bu konuda çok miyop. Var olan belirli unsurlardan yola çıkarak burada bir siyaset yürütmeye çalışıyor. Türkiye burada hiçbir zaman belirleyici olmadı aslında. Türkiye geri planda eskortluk yaptı. ABD bir tedbir olarak Türkiye’yi anti Amerikancı tepkileri önlemek, İran’a ve diğer köktenci akımlara karşı daha modern bir eskort, bir yol açıcı olarak gördü. Ama yarını belirleyecek hiçbir noktada Türkiye’ye söz hakkı verilmedi. Türkiye’nin o anlamda zaten öyle bir gücü yok. O iş bittikten sonra Türkiye bir kenara atıldı, ama buna rağmen uzun vadeli bir stratejisi varsa, Türkiye çok şey yapabilir. Türkiye’nin imkânları bu kadar, ama 10 yıl sonra ilişkiyi hangi düzeyde tutacak, 20 yıl sonraki plan nedir? Türkiye’nin böyle planı olduğundan emin değilim. Problem orada. (14 yıl geçmiş bir değerlendirme yapılabilir…)

Akif Emre 1957’de Kayseri’de doğdu ilk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladı. İstanbul’da mühendislik eğitimi aldı. Yayıncılık, gazetecilik ve televizyonculuk yaptı. Yayıncılığa Akabe yayınlarının İstanbul temsilciliğinde başladı. Osmanlı şehirleri (Saraybosna, Mostar, Üsküp, Selanik 1,2, Kudüs 1,2) ve Mimar Sinan 6 bölüm üzerine olanları başta olmak üzere birçok belgesel hazırladı. Bir süre İnsan Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini yaptı. Küreselliğin Fay Hattı (2001), Göstergeler (1997), 'İz'ler (2001, Türkiye Yazarlar Birliği ödülü aldı) adlı eserleri yayımlandı. Bir dönem, İnsan Yayınları'nın yayın yönetmenliğini yaptı.

Yeni Şafak gazetesinin kurucuları arasında yer aldı ve genel yayın yönetmenliğini üstlendi. 23 Mayıs 2017’dar-ıbekaya intikal eden Emre’nin kabri İstanbul Edirnekapı Mezarlığındadır.

Recep YAZGANRecep YAZGAN