Kültür
Giriş Tarihi : 02-12-2018 09:30   Güncelleme : 02-12-2018 09:30

Anneye Kaside / Maksim Gorki

​Sabriye Erdiş’in Aziz Hatırasına

Anneye Kaside / Maksim Gorki

Anneye Kaside, Maksim Gorki’nin 1906-1911 yılları arasında tüberküloz tedavisi görmek amacıyla yerleştiği İtalya’da yazdığı, konularını ve kişilerini İtalya’dan seçtiği “Skazki ob İtalii – İtalya Hikayeleri”nden çevirdiğimiz bir hikâyedir. “İtalya Hikâyeleri”, 1’den 27’ye numaralandırılmış şekilde 27 hikâyeden oluşmaktadır. Anneye Kaside, kitabta 9 numaralı hikâye olarak yer almaktadır. Rusça müstakil basımlarda “Sila Materi – Anne/Annelik Gücü” diye adlandırılan bu hikâyeyi, Üstad’ın dil zevkinin ilhâmı sayesinde bu isimle çerçeveledik. M. Gorki’nin bu eseri ilk olarak 1970’te Mehmet Harmancı tercümesiyle Köprü Yayınları tarafından “İtalya Hikâyeleri” adıyla ve yine aynı mütercim vasıtasıyla 1991’de Oda Yayınları tarafından “Hainin Anası” adıyla basılmıştır. Söz konusu basımlarda sadece 17 hikâyeye yer verilmiş ve bizce dünya hikâye antolojisine ilk sıralardan kendine rahatlıkla yer bulacak “9 numaralı hikâye – Anneye Kaside”ye, nedense, yer verilmemiştir. Sonuç olarak, bu çarpıcı hikâye Türkçede ilk defa Akademya dergisinde yayınlanıyor.

Kenan Durdu

Yüceltelim kadını; hayatı yenebilen tükenmez kudreti – Anayı.

Burada Demir Timurlenk hakkında, aksak pars, sahipkıran, bahtlı fatih Timur; muarızlarının ifadesiyle bütün dünyayı yakıp yıkmak isteyen kişi hakkındaki gerçekler dile getirilecektir.

Tam elli yıl boyunca Timur, durmaksızın ayakları altında çiğneyip durdu dünyayı. Geçtiği şehir ve devletleri, karınca yuvasına basan fil gibi ezip yok etti demir ayağı. Yolu her nereden geçtiyse, kızıl kan nehirleri bıraktı ardında. Kılıçtan geçirdiği halkların kemiklerinden ise devasa kuleler dikti. Rakip bellediği Ölüm’le amansız bir mücadele içinde hayatı imha etmekti gayesi, zira oğlu Cihangir’i kendisinden koparıp aldığı için intikam alıyordu ondan.Bu korkunç adamın yegâne arzusu, Ölüm’ün—açlık ve hasret ecelin olsun emi! — tüm kurbanlarını elinden almaktı.

Oğlu Cihangir’in ölümüyle; Semerkant halkının, kötü kalbli cedlerinin mavi ve siyah giyimli galibini başlarına toz toprak serperek karşıladığı günden, Otrar’da Ölüm’le yüz yüze geldiği ve ona yenildiği son âna kadar Timur, otuz yıl boyunca bir kez olsun gülmedi. Dudaklarını sımsıkı yumarak, kimseye boyun eğmeyerek yaşadı. Ve kalbi, bu süre zarfınca merhamet hissine bir kez olsun yenik düşmedi.

Dünyanın bütün kadınlarını, önünde Ölüm’ü baş eğdiren yegâne kudreti-Anayı yüceltelim! Burada Ölüm’ün kulu ve hizmetçisi, yeryüzünün kanlı kırbacı Demir Timur’u önünde baş eğdiren Anne hakkındaki gerçekler dile getirilecektir.

İyisi, hâdiseyi en baştan anlatmak.

Timur, Semerkantlı şairlerin “Güllerin Aşkı” diye andığı ve uzaktan ulu şehrin mavi minare ve mavi kubbelerinin göründüğü, öbek öbek güller ve yaseminlerle hareli Kanigul Vadisinde bir ziyafet vermekteydi. Geniş bir yelpaze görünümündeki vadi, her birinin üzerinde birer lâleyi andıran yüzlerce ipek bayrağın canlı çiçekmiş gibi dalgalandığı on beş bin çadırla donanmıştı.

Onların tam orta yerinde, nedimelerin eşlik ettiği bir kraliçenin arz-ı endam etmesini andırıyordu Timur’un otağı. Dört ayak üzerinde yükselen otağ, enine ve boyuna yüz adım genişliğinde ve üç mızrak boyundaydı. Ortasında da insan gövdesi kalınlığında altun yaldızlı on iki sütun yer almaktaydı. Rüzgâr yerden alıp kapmasın diye, mavi kubbeli tepesine boydan boya, siyah, sarı ve mavi renkte ipek şeritler iliştirilen ve beş yüz kırmızı kordonla yere rabtedilen çadırın her bir köşesine birer gümüş kartal konmuştu. Kubbenin altında, çadırın tam orta yerinde ise, tepedeki kartalların beşincisi, en yenilmezi, sultanlar sultanı Timur’un kendisi oturuyordu.

Timur’un üstündeki gök rengi ipekten geniş kaftana iliştirilen incinin haddi hesabı yoktu, en az, hiç hilafsız, beş bin iri inci tanesi! Korkunç kır saçlı kafasındaki beyaz başlığın sivri ucundaki yakut ise kesiksiz hareket halindeydi – ışıl ışıl parıltısıyla dünyayı kolaçan etmekteydi bu kanlı göz!

Aksak’ın yüzü, binlerce kez daldırdığı kanın bıraktığı pasla, geniş ağızlı bir hançeri andırmaktaydı. Küçük olmasına rağmen her şeyi gören gözleri, kendini allâme belleyenlerin zümrüt ismini verdiği ve Arabların pek sevdiği kıymetli bir taşın; saranın da tedavisinde kullanılan kehribarın soğuk parıltısına sahibti. Sultan’ın kulaklarında ise dilber dudakları renginde Seylan yakutundan küpeler vardı.

Başka herhangi bir yerde bulunması imkânsız üç yüz altun şarab testisi ve sultanlara lâyık ziyafet için her ne lâzımsa onlar vardı halıyla kaplı zeminde. Kimse oturmuyordu, arkasına çalgıcıların dizildiği Timur’un yanına veya bacağına yakın yere.

Karşısında kendi kanından eşhas, melik ve şehzadeler ile kumandanlar, hepsinden daha yakına ise sarhoş şair Kermanî –dünya yıkıcısının sorusuna bir gün şöyle karşılık vermiş kişi- oturuyordu:

– Söyle Kermanî! Pazarda satılığa çıkarılsaydım şayet, ne olurdu bana biçeceğin fiyat?

Cevabı şu olmuştu ölüm ve dehşet saçana:

– Yirmi beş asker!

“Fakat”, demişti Timur, haykırarak şaşkınlıkla:

– Bu sadece kemerimin fiyatı!

– Ben de sadece kemerine fiyat biçmiştim, demişti Kermanî; zira şahsın beş kuruş etmez!

Bakın, sultanlar sultanına, zalim ve gaddar kişiye karşı nasıl konuşmuş şair Kermanî!Kendimize de şairin şöhretini, Timur’un şöhretinin kat kat fevkinde olan hakikat dostunun şöhretini dileyelim.

Yüceltelim şairi — biricik tanrısı usulünce ve korkusuzca söylenen kelâm-ı hakikat olanı; budur işte onların ebedî tanrısı.

Ve işte eğlence ve cümbüşün zirveye çıktığı, savaş ve zaferlerin gururlu hatıralarının yâdedildiği, Sultanın otağı önündeki müzik ve halk oyunlarının gürültüsünde rengârenk sayısız soytarının hoplayıp zıpladığı, pehlivanların güreştiği, bedenlerinde hiç kemik yokmuşçasına ip cambazlarının eğilip büküldüğü, öldürmede kimin usta olduğunu tâyin etmek için savaşçıların yarıştığı, kırmızı ve yeşil renklerle boyanmış fillerin —bir kısmının korkunç, bir kısmının gülünç görünmesi sağlanmıştı böylece— gösterisinin sürdüğü bir demde, Timur’un huzurunda, ondan korkmaktan, onun şöhretinin gururundan, zaferlerden, kımızdan, şarabtan yorularak sarhoş düşen adamlarının en neşeli zamanında, işte o çılgın saatte, ansızın, kara bulutların ardında çakan şimşek gibi, gururlu bir kartalın ötüşünü andıran bir kadının -Ölüm’ün tahkir ettiği kalbine gayet tanıdık gelen- feryadı çınladı Sultan Beyazıt’ın galibinin kulaklarında!

Timur, acıyla haykıranın kim olduğunu öğrenmek istedi. Verdiği emir üzerine, sesin sahibinin, üstü başı toz toprak içinde olan ve üzerinde yırtık pırtık bir elbise bulunan bir kadın olduğu, deli gibi görünen bu kadının Arabça bir şeyler taleb ettiği —üstelik talebi varmış!— ve üç ülkenin hükümdarıyla görüşmek istediğinin bilgisini aktardılar ona.

– Buraya getirin onu! dedi Sultan.

Ve işte, ayakları çıplak, üzerinde rengini güneşte atmış yırtık pırtık bir elbise bulunan, omuzlarından dökülen siyah saçlarıyla göğsünü örten, tunç yüzlü ve âmirane bakışlarıyla Aksak’a uzattığı siyah eli hiç titremeyen bir kadın duruyordu karşısında.

– Sultan Beyazıt’ı yenmiş olan sen misin? diye sordu o.

– Benim! Birçokları gibi onu da yendim, fakat henüz hiç yorulmadım zaferlerden. Peki, kendin hakkında sen ne diyeceksin, kadın?

– Beni dinle! dedi o; her neye kudretin yeterse yetsin, bir âdemoğlusun neticede sen. Oysa ben bir Anneyim! Sen ölümün hizmetindesin, bense hayatın. Benim önümde suçlusunve işte bu yüzden kefaretini ödemen talebiyle bulunmaktayım karşında. Gerçi inanmıyorum buna ama, senin şiarının “Kuvvet bizzat adalettir!” olduğu söylendi bana. O hâlde âdil olmak zorundasın bana karşı, çünkü ben bir Anneyim.

Onun bu cüretli sözlerinin ardındaki gücü hissedecek denli bilge bir insan olan Sultan:

– Otur ve anlat, dedi, dinlemek istiyorum seni!

Meliklerin dizüstü oturduğu halkaya bağdaş kurarak oturdu o ve şunları anlattı:

— Salerno yakınlarında oturuyorum ben, çok uzaktadır buradan, İtalya’da bir yer, nerede olduğunu bilmezsin sen. Balıkçıydı babam ve —her mutlu insan gibi- çok yakışıklı biriydi kocam, bendim onu öyle mutlu kılan. Ve bir oğlum vardı benim, dünyanın en güzel çocuğu…

– Benim Cihangir’im gibi tıpkı, dedi fısıltıyla yaşlı savaşçı.

– Dünyanın en zeki, en yakışıklı çocuğudur benim oğlum. Korsanlar ayak bastığında bizim kıyıya, oğlum daha yeni girmişti altısına. Korsanlar, babamı, kocamı ve başka pek çok kişiyi öldürdüler, oğlumu ise alıp kaçırdılar ve işte dört yıldır dünyanın her yerinde onu aramaktayım. Şimdi sendeymiş o, biliyorum bunu, çünkü Beyazıt’ın askerleri esir almış o korsanları. Sen ise Beyazıt’ı yenerek, neyi var neyi yoksa her şeyini aldın, öyleyse sen oğlumun nerede olduğunu bilmek ve onu bana vermek zorundasın.

Oradaki herkesi güldürdü bu sözler ve fırsattan istifâde –ki kendilerini hep bilge sanırlar!— hemen söze girdi melikler:

– Bu kadın çıldırmış olmalı! diye söylendiler. Kahkahayla güldü Timur’un dostları, şehzadeler, kumandanlar ve orada bulunan herkes.

Aralarında kadına önemseyen bakışlarla bakan tek kişi Kermanî’ydi, Timur ise büyük bir şaşkınlık içindeydi.

– Bir anne kadar deli! dedi fısıltıyla sarhoş şair Kermanî.

Sultan –dünyanın düşmanı– ise şöyle dedi:

– Kadın! Benim bilmediğim o ülkeden buraya denizleri, nehirleri, dağları ve ormanları aşarak nasıl varabildin? En yırtıcı hayvanlardan daha gaddar hayvanlar ve insanlar nasıl olur da sana ilişmezler, üstelik henüz gücü yerindeyken insana hiç vefasızlık etmeyecek bir silâhın bile yokken? Bütün bunları öğrenmem lâzım, sana inanabilmem ve şaşkınlığımın buna mani olmaması için!

Yüceltelim kadını — sevdi mi engel tanımayanı, göğsüyle tüm âlemi emzireni, Anneyi. İnsandaki her güzellik Güneş’in huzmelerinden ve Anne sütünden gelir — hayata sevgiyi budur işte kalbimize işleyen.

Timurlenk’in sorusuna cevabı şu oldu onun:

– Karşıma tek bir deniz çıktı, birçok ada ve balıkçı teknesi vardı onda — sevdiğini aradığında uygun rüzgâr esermiş. Nehirleri geçmek ise pek kolay gelir deniz kenarında doğanlara. Dağlar mı? Hiç fark etmedim ki.

– Sevene dağlar vadi olur! dedi Kermanî, coşkuyla.

– Ormanlardan da geçtim, hem ne ormanlardan! Yaban domuzları, ayılar, vaşaklar, tos vuran korkunç boğalar çıktı yoluma, ancak hiçbiri ilişmedi bana. Parslarla göz göze geldim iki defa, tıpkı senin bana baktığın gibi baktı onlar da. Her hayvanın da kalbi varmış ya, seninle konuştuğum gibi konuştum onlarla. Bir Anne olduğumu anlayarak, acıyla iç çekerek çekildiler yolumdan. Bilmez misin hayvanların da yavrularını sevdiğini, onların hayatı ve hürriyeti uğruna kavgada geri kalmadığını insanlardan?

– Öyledir, kadın! dedi Timur, ve çoğu zaman —hem de gayet iyi bilirim— insanlardan daha güçlü bir sevgiye sahibtir onlar ve yavruları için insanlardan daha sebatlı, daha azimli savaşırlar!

– İnsanlar, devam etti o, çocuk gibidirler —hoş, her annenin kalbi yüz kat daha çocuktur ya—, her insan daima annesinin çocuğudur. Bir annesi vardır çünkü herkesin, hattâ seni de ihtiyar adam, bir kadın doğurmuştur, burası kesin. Her şeyi inkâr edebilirsin, fakat bil ki ihtiyar, bunu sen bile inkâr edemezsin.

– Öyledir kadın! diye haykırdı Kermanî, korkusuz şair. Öküzden buzağı doğmaz, güneş olmadan çiçek, sevgi olmadan mutluluk, kadın olmadan aşk ne mümkün; ne şair ne kahraman – şayet Anne olmazsa!

Ve hemen ekledi kadın:

– Geri ver bana çocuğumu, çünkü ben Anneyim ve çok seviyorum onu!

Selâm duralım kadına! O, Musa’yı, M…….d’i, işkenceyle öldürülen, fakat Şerafeddin’in ifade ettiği üzere Şam’da yeniden dirilerek ölüleri ve dirileri —evet, Şam’da vuku bulacak bu!— yargılayacak olan büyük peygamber İsa’yı doğurdu.

Hiç yorulmadan bize büyük adamlar doğuranın önünde baş eğelim! Aristo Onun oğluydu ve Firdevsi de, bal gibi tatlı Sadi de, zehir katılmış şarap gibi olan Ömer Hayyam da, İskender, Homer, bunların hepsi Onun çocuklarıdır ve sütüyle beslenmiştir Onun. Her birini henüz bir lâle kadar iken Odur dünyaya kendi elleriyle salıveren — Annedir dünyanın tüm övünç kaynağı!

Ve düşünceye daldı ansızın, şehirlerin kır saçlı yıkıcısı, aksak pars Timur-Gurugan; uzun bir suskunluktan sonra herkese dönerek:

— Men Tengri kuli Timur! Sadece lüzumu hâlinde konuşurum! Uzun sayılacak bir ömür sürdüm, nice yıldır ayağımın altında inletmekteyim arzı. Ve oğlum Cihangir’i aldığı için, güneşimi söndürdüğü için otuz yıldır, kendi ellerimle biçmekteyim ölümün hasadını. Bu yüzden ondan intikamım. Benimle krallıkları ve şehirleri uğruna savaşanlar oldu ama halkı uğruna, insanı uğruna kimse savaşmadı asla. Nazarımda insanın bir kıymeti de yoktu ayrıca, bir mânâ da veremezdim onun ne sebeble yoluma çıktığına. Beyazıt’ı esir alınca, şöyle seslenen Timur’um ben ona: “E, gördüğün gibi Beyazıt, Hak nezdinde devletler ve insanlar birer hiçtir, baksana hükümdarlığı sen ve benim gibilere vermiş: Sen bir çalıksın, bense bir aksak!” Onu zincirlere vurup bana getirdiklerinde böyle demiştim ona, zincirlerin zorlukla dayanmaya çalıştığı ağırlığı altındaki hâline kederle bakarken, hayat bana harabelerde biten bir pelin kadar acı gelmişti.

— Ben Allah kulu Timur! Sadece lüzumu hâlinde konuşurum! Karşımda oturan şu kapkara kadın, kalbimde yabancısı olduğum duyguları uyandırdı. Ve benimle bir dengiyle konuşur gibi talebte bulunarak konuşuyor, hiç rica etmeksizin. Bu kadının gücünü nereden aldığını gayet iyi anlıyorum: O seviyor ve çocuğunun, nice asırlar üzerinde parlayabilecek bir ateşi tutuşturmaya muktedir hayattan bir ümit kıvılcımı olduğunu ona öğreten de işte bu sevgidir. Peygamberlerin hepsi çocuk, kahramanlar da zayıf değiller miydi acaba? Ah, Cihangir, gözlerimin ışığı, belki yeryüzünü ısıtarak ona mutluluk tohumları ekmek senin de nasibinde olacaktı, üstelik ben onu kanla öyle bir besleyip verimli bir kıvama hazır getirmişken!

Yeniden uzun uzun düşünceye dalan halkların kırbacı, suskunluğuna nihayet şu sözlerle son verdi:

— Ben Allah kulu Timur, sadece gerekenleri söylerim! Bu kadının oğlunu bulmak için derhal, üç yüz süvari topraklarımın dört bir yanına dağıla! Ben kadınla birlikte burada bekliyor olacağım, kim kendi atında çocukla dönerse bahtlı biri olacaktır, bu bizzat Timur’un sözü!  Kadın, talebine bu muvafık mıdır?

O, yüzünü örten siyah saçlarını bir yana attı ve kafasıyla da tasdik ederek, gülümseyen bakışlarla dönüp Timur’a:

— Muvafıktır, Sultan’ım! dedi.

Bunun üzerine, yerinden doğruldu o korkunç ihtiyar ve onun önünde başını eğip selâm verdi; neşeli şair Kermanî ise, sevince garkolmuş çocukların coşkusuyla dile geldi:

Güllerin, yıldızların şarkısından güzel ne var?

Der ki herkes hemen: Aşk şarkıları elbet!

Mayısın parlak güneşinden daha güzel ne var?

Âşık der ki hemen: benim biricik sevdiceğim!

Ah, gecede parlayan yıldızlar güzeldir—bilirim!

Parlak yaz güneşleri de elbet güzeldir—bilirim!

Bedeldir tüm çiçeklere sevgilimin bir bakışı—bilirim!

Ve güneşten de okşayıcıdır onun gülümsemesi—bilirim!

Fakat en güzel şarkı henüz söylenmedi,

Başlangıca dair, hayatın onunla başladığı,

Canı can eyleyen büyülü kalbin şarkısı—

Biz insanların Anne diye andığımız varlığın.

Ve Timur, kendi şairine, şairler sultanına şöyle seslendi:

– Diline sağlık, Kermanî. Tanrı kendi bilgeliğini ilân etmek için senin ağzını seçmekle yanılmamış!

– Tanrı’nın en iyi şair olduğundan haberin var mı? karşılığını verdi sarhoş Kermanî.

Kadın ise gülümsüyordu, melikler, şehzadeler, kumandanlar ve orada bulunan herkes gülümsüyordu, Ona—Anneye bakarak!

Burada anlatılanların hepsi doğrudur, her bir kelimesi gerçektir; annelerimiz bunu bilir, sormanız hâlinde onlardan alacağınız cevab şu olacaktır:

— Doğrudur, bütün bunlar birer üstün hakikattir, ölümden de güçlü olan bizleriz. Bilginler, şairler, kahramanlar dünyaya bizden hiç ardı arkası kesilmeyen birer hediyedir. Yeryüzü her neyiyle şöhret kazanmışsa istisnasız hepsi bizim ektiklerimizdir!

Kenan Durdu / Akademya Dergisia

adminadmin