Analiz
Giriş Tarihi : 27-12-2017 09:25   Güncelleme : 27-12-2017 09:25

Asıl Kâbe İşgal Altında

Kudüs ve özelde Mescid-i Aksa fiili olarak Yahudi işgalinde olduğu için büyük üzüntü duyuyoruz fakat Kabe'nin, yeryüzünün kalbinin işgal altında olduğunu göremiyoruz. Kâbe, görmek isteyen için Hıristiyan ABD ve batı işgalindedir ve birçok Müslüman ne bunun farkındadır ne de bu işgali bir Kudüs kadar onur meselesi haline getirmiştir.

Asıl Kâbe İşgal Altında

Birleşmiş Milletler kararı şüphesiz siyasi bakımdan ciddi bir başarı olarak tarihe geçti. Sistem ile Pentagon arasındaki çekişmenin Kushner, Greenblatt ve Friedman ayağı ne yaptı etti Trump’a Kudüs kararını verdirtti fakat sonuç bekledikleri gibi çıkmadı. Bu sonucu tahmin edemediler mi yoksa bize yumurtayı gösterip tavukla mı vuracaklar soruları bir yana bugün Filistin’den daha tehlikeli bir sorun üzerimize gelmekte.

Artık bütünüyle gün yüzüne çıkmış Ortadoğu topraklarını İsrail himayesi altına geçirme arzusuyla yanıp tutuşan Trump’ın emsalsiz çaba içindeki danışmanları(!) Arabistan operasyonunu başlatmış görünüyor.

Çemberin son evresindeki ülke, Suudi Arabistan kuşku götürmez ki mühim bir pozisyonda. Zira Irak’a, Suriye’ye, Vietnam’a girildiğinde kimse doğru düzgün bir şey diyemedi fakat Arabistan’a karşı sergilenecek herhangi bir tutum, karşısındaki ülkeyi rahatlıkla “İslam düşmanı” olarak damgalamaya yetecektir. Meselenin sadece bu boyutu dahi başlı başına önemli. Birileri bunun farkına varmış olacak ki zamanında Vahhabilik diye bir fitne icat ederek piyasaya sürdüler.

İHANETİN ADI SUUD

Arap Yarımadası 18. Hıristiyan yüzyılında Vahhabiliğin etkisine girdi. Her türlü yeniliğe ve ne alakadır hala tartışma konusu olan mezarlara karşı olan Vahhabiler, bulundukları yerlerde mezar ve türbeleri yıkmaya başlayınca bu öğretilerin yayıcısı Abdulvahhab da çeşitli sürgünlere tabi tutuldu. Ancak Suud Kabilesinin lideri Muhammed bin Suud’dan himaye gördü. 1744’te Der’iye sözleşmesi ile mutabakat altına alınan bu gelişmeyle birlikte bu uydurulmuş öğreti de siyasallaşarak, bölgesinde yayılmaya çalışan ve bir İslam devleti kurmaya çalışan Suud Kabilesinin meşrulaştırıcı ideolojisi haline geldi.

Suud kabilesi 1790’larda Arabistan Yarımadasında Necd bölgesine sahip olur. Suudların bu yayılmasına, Rus ve İran savaşları ile uğraşan Osmanlı pek bir karşılık vermez. Bundan yararlanarak faaliyetlerini arttıran Vahhabiler, Basra Körfezi çevresinde hakimiyetlerini genişletir, Necef’i ele geçirir, 1802’de Kerbela törenlerine katılan Şiileri kılıçtan geçirir ve Hz. Hüseyin’in türbesini yağmalarlar. Ardından da Taif, Mekke ve Medine’yi ele geçirirler. Mekke Şerifi Galip kısa bir süre sonra Mekke’yi geri alınca Suud şeyhi Abdülaziz Necd’e geri döner. Burada da Kerbela’nın intikamını almak isteyen bir Şii tarafından öldürülür. Yerine geçen oğlu Abdülaziz 1805’te yeniden Hicaz’a girer, Medine’yi ele geçirir ve Vahhabiliği kabul etmeyenleri ölümle tehdit eder, şehirdeki türbe ve mezarları yakar. Vahhabiler, Hz. Muhammed’in türbesini de yağmalar. Bir yıl sonra da Mekke’yi ele geçirirler ve Mekke Emiri Şeyh Galip yönetimlerini tanır.

Kutsal topraklarda terörün hâkim olması Hac yolunun uzun zaman kapalı kalması üzerine Osmanlı daha fazla Vehhabi tehdidini göz ardı edemeyince İkinci Mahmud, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya durumu havale eder. Paşa emrindeki orduyla 1812-1813 yılları arasında Mekke, Medine ve Taif’i Vahhâbilerden kurtarır. Bu sırada Suud bin Abdülaziz 1814’de ölmüş yerine de oğlu Abdullah geçmiştir.

Diğer taraftan Mısır ordusunun başına da Paşa’nın ölümü nedeniyle kardeşi İbrahim Paşa geçmiştir. İbrahim Paşa, Vahhabilerin başkenti Der’iye’yi kuşatır ve Nisan 1818’de ele geçirir. Abdullah bin Suud yakalanır.

Önce Mısır’a oradan da gönderildiği 1820 yılının Şubat ayının ikinci haftasında İstanbul’da idam edilir.

Abdullah bin Suud’un kafası, Beyazıt Meydanı’nda Sultan Mahmud’un huzurunda Bostancıbaşı Halil Ağa’nın kılıcıyla kesilir. Suud’un başı Topkapı Sarayı’nın surlarında sergilenir.

YENİ DÖNEM

Aradan yıllar geçti, bir zamanlar kabile olarak pek de umursamadığımız aile bugün karşımıza dik(tir)ildi. Görünürde sorun olmadığı izlenimi verse de derinlerde İslam medeniyetinin tam karşısında yer aldı(rıldı).
Binaenaleyh Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti ile yeni bir döneme girildi. Ziyaretinde o zaman henüz bir prens olmayan Muhammed bin Selman’la görüşme yaptı. Ne tesadüftür Trump ülkesine döndükten sadece 25 gün sonra, Suudi Arabistan’da Veliaht Prens Muhammed bin Nayif’in yerine Kral Salman’ın oğlu Prens Muhammed bin Selman getirildi. Bu aslında saray darbesiydi. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu planı için Arabistan’ın desteği şarttı ve bu profile Nayif katiyen uymuyordu.

Muhammed bin Selman ise “Amerikan rüyası”nın aranan adamı konumundaydı. Katar’a ambargo, ülkesi için ılımlı İslam, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması, ARAMCO’nun Londra’da değil, New York Borsası’nda işlem görmesi, İran’a savaş, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinin sonlandırılması, Arabistan’daki muhalif prenslerin tutuklanması. Hepsi genç prensin sözleriydi. Yaptı da çoğunu.

ARAMCO’nun Londro’da değil, New Yok Borsası’nda işlem görmesi İngiltere’ye ciddi bir darbe şüphesiz. İngiltere de boş durmaz, yakın zamanda hamlesini görürüz. Çıkar ilişkileri ağında Türkiye olarak aynı safta durduğumuz İngiltere’ye yapılan darbe Rusya-Çin-İngiltere-Türkiye-İran halkasını zayıflatmak, aslen parçalamak için sergilenen çabalardan sadece bir aşaması. Diğer önemli aşama ise pek dillendirilmese de Arap NATO’sudur. Sistemin sözcülüğünü yapan kuruluşların işaretlerini verdiği meseleye göre Suudi Arabistan ve Mısır’ın başını çektiği NATOvari bir yapı oluşturulmak istenmekte. Bu yolda Helsinki Watch’a enteresan bir rol biçilmiş. Helsinki Watch’ın ilişkiler ağı da önemlidir fakat bu yazının konusu değil.

Öte taraftan bir başka tartışma konusu olan İran’a savaş açmak pek mümkün gibi durmuyor. Fakat en kötü senaryoyu düşünüp böyle bir vaziyetin vuku bulacağını varsayarsak bahsettiğimiz gibi siyasi bir oyun ile ve de kutsal toprakları işin içine katarak İran’ı rahatlıkla İslam düşmanı ilan edebilirler. Hatta bizi de.

FRANSALAŞAN ARABİSTAN

Ilımlı İslam söylemi ise çok tehlikeli. İlk açıklamanın yapıldığı zamanlar üzerine epey tartışıldı ve yazıldı. Çoğunlukla doğruydu da. İslam’ın ılımlısı olmaz fakat burada yapılmak istenen değişimden ne kastediliyor bunu yeni yeni görmeye başlıyoruz. 25 Aralık günü yeni kanunlarla neredeyse bütünüyle hayat tarzlarını değiştiren Arabistanlılar yeni bir Fransa olma yolunda ilerlemekte. Bu tehlikeli sonuçları bağıra bağıra anlatanları ise Suudi Arabistan teker teker hapse tıkıyor. Suudlar daha doğrusu Vahhabiler zamanında “radikal”leşerek büyük bir çöküş yaşadılar. Aynı şekilde bugün bu durumu tersine çevirmek için ödenmesi gereken bedelin farkındalar mı bilmiyoruz fakat bunu ABD’nin vicdanlı enstitüleri dahi yazıyor.

Her kültürün normları birbirinden farklılık gösterir. Fransa daha çok seküler bir yapıya sahip olduğu için girdiği yol kimseyi pek etkilemedi. Fakat aynı yol Arabistan için sonun başlangıcı olur. 5. Medeniyet krizinin içinde çırpınırken Suudların bu girişimini zaten muhafazakâr değerlerden kopuk Dâr’ul-İslam taşıyabilir ama medeniyetimiz taşır mı? Emin değilim.

Kâbe işgal altında

Kudüs ve özelde Mescid-i Aksa fiili olarak Yahudi işgalinde olduğu için büyük üzüntü duyuyoruz fakat Kabe'nin, yeryüzünün kalbinin işgal altında olduğunu göremiyoruz. Kabe, görmek isteyen için Hristiyan ABD ve batı işgalindedir ve birçok Müslüman ne bunun farkındadır ne de bu işgali bir Kudüs kadar onur meselesi haline getirmiştir. Eğer buradan Kudüs’ü boşverin Arabistan’a bakın anlamı çıkarmaz isek kalbimizden vurulmak istendiğimizi anlatmak niyetinde olduğumuz anlaşılacaktır.

Mustafa Mutlu / Diriliş Postası

adminadmin