Röportaj
Giriş Tarihi : 28-10-2019 09:16   Güncelleme : 28-10-2019 09:16

Ayhan Pala: Türk Müslümanlığının Tezahürü Peygamber’e Duyulan Sevgidir

​Tasavvuf ve Tarikat Üzerine Hoş Bir Sohbet…

Ayhan Pala: Türk Müslümanlığının Tezahürü Peygamber’e Duyulan Sevgidir

Aynı dönemde tanıdığım üç güzel insandan biriydi Ayhan Pala hocam. Elbette güzelin görecesi olsa da herkesçe makbul bir de hakikati vardır. Ali Birinci’nin, Bahattin Akşit’in, Mehmet Şişman’ın, Hüseyin Özbay’ın, Kâmil Akarsu’nun Seyfettin Sağlam’ın aynı dönemde aynı üniversitede olduğu o güzel yıllarda bu insanlardan o yıllarda hakkıyla istifade edemedim yanarım da yanarım... İmkânların en mümkün en mümbit olduğu o yıllardan elimde kalanların bile çok değerli olduğu şeyler olduğunu görünce kaçırdıklarımı tasavvur bile edemiyorum…

Üç güzel insan dedim yedi isim yazdım. Bunlar bir çırpıda aklımda kalanlar eminim ki merhum Salican Cigitov gibi adı hemen aklıma gelmeyen daha nice münevveri tanıdığım o yıllarda hepsi birbirinden müstesna bu insanları tanıdığıma çok mesrur, ilimlerinden yeterince istifade edemediğime de çok müteessirim.

Üç güzel adam…

Ayhan Pala, Hüseyin Özbay ve Kamil Akarsu neden bunlara üç güzel adam dedim çünkü bu üç hocamı diğerlerine nazaran biraz daha yakından tanımak imkânım oldu. Onların hasbi sohbetlerine iştirakim diğerlerine nazaran daha çok oldu, diğerleri daha resmi kalmıştı. Bu üç kâmil insanın kemâlâtına yakından şahit olmuştum. Üç güzel insana buradan selam ve hürmetlerimi bir kez daha iletiyorum…

Ayhan hocam…

Derslerden hariç “acaba nasıl faydalı olurum” diye çırpındığınız o yıllarda anlatmak istiyordunuz… Bizlere üniversitede olduğumuzu derk ettirmek, münevverliğe yakışan hakikatli talebeler olmamızı istiyordunuz lakin içinde bulunduğumuz hazırcı, menfaatçi zaman bizlere bunu fark ettirmedi. Şimdi pişman olmak neye yarar… Lakin bugün içinde bulunduğumuz zaman da o günden fena… Sevgili hocam ben Gazi Üniversitesini görmedim nasıl bir yerleşke içinde lakin eminim ki Bahattin Akşit gibi sohbetinize eşlik edecek bir denginiz vardır ve fırsat buldukça o yerleşke içinde kâh atiye kâh istikbale kâh hazır zamana volta atıyorsunuzdur…

Girizgâh biraz farklı oldu ama samimi oldu… Tarihçi Ayhan hocamızın zevkle okuyacağınızı düşündüğüm bu söyleşisini tefekkürünüze sunarken zannetmeyiniz ki her şeyi eski bir röportaj, hocam eklediğim sorulara da cevap yazarak henüz dün gece bana mesaj atmış sabah gördüm ve şimdi okuyorsunuz taze bir röportaj…

Bilal Dursun Yılmaz: Hocam İslam’ın milletlerle sınırlanamayacağı, takvanın tek mihenk olduğu, ümmetin bütün olduğu vurgusunu da dikkate alarak soruyorum Türk Müslümanlığı kavramı nedir, nasıl ortaya çıkmıştır, tarihi bağlamı neye dayanmaktadır?

Ayhan Pala: Türk Müslümanlığı, Türklerin İslâm dinini anlayış ve yaşayışları demektir. Tarihî ve sosyolojik bir gerçektir. Türklerin Müslüman olmaya başladıkları onuncu yüzyıldan günümüze kadar geçen dönemde oluşan bir kültürdür. Daha önce de Müslüman olan Türkler olmuşsa da Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın Müslüman olması bu kültürün oluşmaya başlamasında belirleyici olmuştur.

Türk Müslümanlığı tabirini Yahya Kemal kullanmış ve entelektüel kamuoyuna tanıtmıştır. Devrin müderrislerinden ve İslâmcı fikrin temsilcilerinden Babanzade Ahmed Naim Bey 1921-1922 yıllarında Yahya Kemal’le bu konuyu münakaşa etmiş ve bu tabire karşı çıkarak dinlerin milliyetlere göre değişemeyeceğini söylemiştir. Fakat 1934 yılında Yahya Kemal’le bir görüşmesinde uzun yıllar düşündükten sonra bu fikrin doğruluğuna inandığını, bir Türk Müslümanlığının olduğunu kabul ettiğini bildirmiştir. Bu münakaşa başka kişiler arasında da zaman zaman tekrarlanmış ve üzerinde çok şey söylenmiştir. 2000 yılında gazetelerde de bu konuda pek çok yazı yazılmıştır. Aradan geçen bir asra yakın zamanda bu tabirin içi doldurulmuş ve Türk Müslümanlığının ne olduğu büyük ölçüde ortaya konmuştur. Ahmet Yaşar Ocak’ın kitapları ve makaleleri bu konuda ilk akla gelen ve meseleyi tarihî bakımdan aydınlatan çalışmalardır. Sait Başer ve Hilmi Yavuz da konuyu düşünce tarihi açısından ele almışlardır. Yılmaz Öztuna Türk Müslümanlığını Sünni-Hanefi-Maturidî inanç ve Ahmed-i Yesevî’nin tasavvufî anlayışı ile izah etmiştir ki bizce de en isabetli tarif budur. Bu meselenin çok çeşitli yönleri vardır ve bunların hepsi ayrı ayrı incelenmeye değer konulardır.

Türk Müslümanlığında Türklerin İslâmiyet’ten önceki kültür ve inançlarının tesiri olduğu gibi, yaşadıkları çevrelerin kültür ve inançlarından gelen tesirler de vardır. Fuad Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde bu tesirleri ve Ahmed-i Yesevî’nin Türk Müslümanlığının oluşmasındaki tarihî rolünü değerlendirirken Yesevîlikteki zikr-i erre denen sesli zikirde Kırgız baksılarına ait kalıntılara dikkati çeker. Ahmet Yaşar Ocak Bektaşî menakıbnameleri ile ilgili eserinde buna benzer unsurları incelemiştir. Yahya Kemal, derin sezgisiyle Ahmed-i Yesevî’nin Türk tarihinde ne ifade ettiğini görmüş ve “Ahmed-i Yesevî’yi inceleyiniz, onda Türk milliyetinin sırlarını bulacaksınız” demiştir. Fuad Köprülü bize bu sırrı açıklamıştır. Köprülü’ye göre Ahmed-i Yesevî Türklerin o dönemdeki kültürüne uygun bir tarikat kurarak ruhlar üzerinde asırlarca hüküm sürmüş ve konar-göçer Türklerin İslâmlaşmasını sağlamıştır. Ona Hazret-i Türkistan denmesi bu sebepledir. Daha sonra aynı geleneğe sahip çıkan Bektaşilik’te de Orta Asya Türk kültürünün özelliklerini görüyoruz.

Türk Müslümanlığında Ahmed-i Yesevî ile ilk büyük temsilcisini bulan tasavvuf anlayışı Orta Asya’da Bahaeddin Nakşibend, Anadolu’da Hacı Bektaş-ı Velî, Mevlâna Celâleddin-i Rumi, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî ve başka mutasavvıflarla gelişerek günümüze kadar devam etmiştir. Tasavvuf Türk edebiyatında da en ağırlıklı konulardan birisini teşkil etmiştir. Yılmaz Öztuna, “Arab’ın kelâmı, Yunan’ın felsefesi ne ise Türk için de tasavvuf odur; Türk tarihinden tasavvufu çekin ortada bir şey kalmaz, ham Türkmenlerden büyük kumandan, devlet adamı, büyük sanatkâr yetiştiren sistemin adı tasavvuftur” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir.

 Türk Müslümanlığı tabirince Türklerin İslâmî hususiyetleri nelerdir, en dikkate değer hususlardan söz eder misiniz?

Türk Müslümanlığında en dikkate değer hususlardan birisi Hz. Peygamber’e duyulan sevgi ve bunun tezahürleridir. Bir Türkün hayatı bu sevgiyi yansıtan sayısız davranışlarla doludur. Türk Müslümanlığı Osmanlı devrinde en rafine bir kültür halinde kendisini göstermiştir. Çeşitli vesilelerle asırlardır Osmanlı Türkleri ve onların bugünkü torunları tarafından okunan Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde yer alan şu iki mısra bizce Türklerin Hz. Peygamber sevgisinin en veciz ifadesidir:

Ümmetin olduğumuz devlet yeter

Hizmetin kıldığımız izzet yeter

Süleyman Çelebi İran’dan gelen bir vaizin Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den daha üstün olduğunu söylemesi üzerine Mevlid diye bilinen bu şiirini yazmış ve Hz. Peygamber’in üstün vasıflarını lirik bir dille tanıtmıştır. Daha evvel de Erbil Atabeyi Muzaffereddin Gökböri Hz. Peygamberin doğumunu büyük törenlerle kutlama geleneğini başlatmıştı.

Osmanlı Türkünün Muhammed adını sadece peygamberine tahsis ederek çocuklarına koyduğu aynı ismin değişik şekli Mehmet, bu ince anlayış ve sevginin bir göstergesidir. Hz. Peygamberin ve yakınlarının isimleri olan Mustafa, Ahmet, Mahmut, Ali, Hasan, Hüseyin, Emine, Hatice, Ayşe, Fatma Osmanlı Türklerinin en çok kullandıkları isimlerdir. Türk askerine verilen mehmetçik ismi de aynı şekilde Hz. Peygamber’e duyulan sevgiyi ifade eder. Osmanlı Türkü peygamberinin hayatında yer alan hayvanlara da ayrı bir gözle bakmış, onları korumuştur. Hicret esnasında bir mağaraya sığınan Hz. Peygamberi öldürmek için takip eden Mekkeli müşriklerin yanılmasına sebep olan güvercin ve örümcek asla öldürülmezdi. Kokusu peygamberin terinden geldiği kabul edilen gül, çiçeklerin en değerlisi sayılırdı. Peygamberin gözyaşlarından yaratıldığı düşünülen nar tanelerine basılmazdı. Hz. Peygamberin sevgili torunu Hz. Hüseyin ile yakınlarının susuz bırakılarak Kerbela’da şehid edildiği Muharrem ayının ilk on gününde onların hatırasına hürmeten çok az su içilir ve bu su billur bardaklardan değil, şeffaf olmayan toprak veya madenî kaplardan içilirdi. Muharrem ayında aşure dağıtılır ve Fuzulî’nin Kerbela faciasını anlatan Hadikatü’s-Süeda adlı eseri ile muharremiye adı verilen şiirler okunurdu.

 Urfalı Nabi’nin Hac yolculuğu sırasında Hz. Peygamber’in mezarı bulunan Medine’ye yaklaştığında kendisi heyecanından uyuyamamışken devesi üzerinde ayağını Medine’ye doğru uzatarak uyuyan bir devlet adamını görerek üzüldüğü ve

Sakın terk-i edebden kuy-ı Mahbub-ı Huda’dır bu

Nazargâh-ı ilahîdir, Makam-ı Mustafa’dır bu

mısraları ile başlayan şirini söylediği ve sabaha doğru şehre vardığında Hz. Peygamber’in mescidinin minaresinden okunan sabah ezanından sonra bu kasidenin tekrarlandığını işittiği, müezzine bunun sebebini sorduğunda “sabaha karşı rüyamda Hz. Peygamber’i gördüm, bana bu şiiri öğretti ve ezanda bunları tekrarlamamı söyledi” dediği rivayet edilir.

Hocam tarihî kaynaklardan alıntılar yaparak Türklerin İslâm’la tanışmasında tasavvuf ve tarikatın önemli yeri olduğundan bahsettiniz. Lâkin günümüzdeki bir kısım “ilahiyatçılar” tasavvufun İslâm’da külliyen yeri olmadığını, bu anlayışın Hint/Budist ve Şaman kültüründen İslâmiyet’e dâhil edildiğini, bununda arkasında aklın iptali yattığı gibi söylemler sizin de kulağınıza geldiği muhakkak, bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum.

Bu görüşler İslâmı anlamayanların görüşlerdir. İslâmı yalnız akıl ile izah etmek pozitivizmin bir tezahürüdür. Bizde ilahiyat alanında çalışanlar da bu modası geçmiş ideolojinin tesiri altındadırlar. Hz. Peygamber’in karşısında küfrü temsil edenlerden meselâ Ebu Cehil Arab’ın dâhileri arasında sayılmaktadır; ama bu onun Müslüman olmasını temin etmemiştir. Günümüzde de çok zeki ve kültürlü pek çok kişinin ate (Allahsız, dinsiz) hatta ateist olduğunu görüyoruz. Demek ki mesele akıl değildir. İman ve hidayet bir nasip meselesidir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de ayet de vardır. İslâmî bilgi alanlarından hiçbiri başlangıçta sistemli olarak bulunmuyordu. Kelam, fıkıh, siyer gibi tasavvuf da sonraki asırlarda sistemli bir alan olarak ortaya çıkmıştır. Bu onun İslâm dışı olduğunu göstermez. Tasavvuf da kelam ve fıkıh gibi Hz. Peygamber’in hayatında adı konmadan yaşıyordu. Tasavvuf kültürü de diğer İslâmî ilimler veya alanlar gibi çeşitli kültürlerden faydalanmıştır. Bir unsurun başka bir kültürden gelmiş olması onun İslâma aykırı olduğunu göstermez. Fıkıh da İsrailiyattan ve Roma hukukundan faydalanmış olabilir ama bu onun İslâmî vasfını ortadan kaldırmaz. Çünkü İslâm inancına göre bütün kavimlere peygamber gönderilmiştir. Hakikatın bazı kısımlarını başka kavimler geliştirmiş ve sistematize etmiş olabilirler. “Adalet mülkün temelidir” sözü Roma hukukundan gelir, ama bu sözü tekrarlayan Hz. Ömer için İslâma yabancı bir unsuru soktu denemez. Çünkü bu söz kim tarafından söylenirse söylensin İslâmî bir prensibi ifade eder. Tasavvuf da bütün kültürlerde şu veya bu ölçüde var olmuştur. Çünkü hakikat bir millete mal edilemez. Sinop’ta bir fıçı içinde yaşayan Diyojen’in Büyük İskender’e, “ben nefsimi kendime köle ettim, sen ise nefsinin esirisin, bu durumda senden ne isteyeceğim, gölge etme başka ihsan istemez” demesi de tasavvufî bir anlayışa misaldir. Tasavvufun aklı iptal ettiğini söylemek için tarihten habersiz olmak lâzımdır. Bunların söyleyenlerin aklı pozitivizm tarafından iptal edilmiş. Osmanlı devletini kuran Osman Gazi’nin Şeyh Edebalî’ye bağlılığı veya 25 devletle savaşıp yenerek bu devleti bir imparatorluğa yükselten Fatih Sultan Mehmed’in Akşemseddin’e bağlılığı akıl iptali midir? Fatih, gazâ ile ilgili meşhur şiirinde: “Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim, Lütf-ı Hak'dandır hemân ümmîd-i feth ü nusretim” demektedir. Yavuz Sultan Selim de “Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş, Bir veliye bende olmak cümleden a’lâ imiş” demektedir.

Mevlâna, Yunus Emre, Ahmed-i Yesevî akılsız mıydılar? Bu büyük şahsiyetler aynı zamanda büyük akıl sahipleri idiler. Ancak sadece akıl sahibi değil aynı zamanda irfan sahibi idiler. Mesele burada düğümlenmektedir. İrfan sahibi olmayanlar bunu idrak edememektedirler.

Son soru olarak günümüzde cemaati hayli kalabalık bazı tarikatlar sizin anlattığınız tarihî bağlama uygun bir tasavvuf anlayışını mı yoksa bir önceki soruyu haklı çıkaran uygulamaları mı esas almaktadırlar? Bir zamanlar medyada sıkça görülen şiş sokan görüntülerin yer aldığı Rifailik diğer yanda Sâmiha Ayverdi gibi Rifailiğe bağlı mutasavvıflar var; bu karışık algı hakkında neler söylemek istersiniz?

Maalesef günümüzde kendini bir tasavvufî akımın temsilcisi olarak gösterenlerin büyük bir kısmı bu alanın özünden uzaktırlar. Çeşitli dinî akımların mensupları dinin özünü kavramaktan uzak yorumlar yapmakta, yanlış anlamalara sebep olmaktadırlar. Dejenerasyon toplumun bütün kesimlerinde var. Üniversitelerimiz de bundan uzak değil. Doksan senedir tasavvufun eğitim merkezi olan tekkelerin resmen kapalı olması bu dejenerasyonun sebeplerinden birisidir. Şimdiki hâlini beğenmediğimiz üniversiteleri doksan sene kapalı tutarsak ne olacağını hayal edelim. Merdiven altında yetişen hekim veya mühendisler nelere sebep olurdu? Sahte hekimler gibi sahte şeyhler de görülmektedir. Her şeyin taklidi ve sahtesi vardır. Mümine düşen vazife sahtelerden uzak durmaktır.

Tasavvuf da diğer alanlar gibi canlı bir alandır. Günümüzdeki yorum ve uygulamalar tabiî ki asırlar öncekinden farklı olacaktır. Keramet göstermek tasavvufun esası değildir, hatta ayıp sayılır. Ama asırlarca eğitimin bir parçası olarak gerektiğinde kullanılmıştır. Günümüzde yeni usuller bulunabilir. Bugün çile için hücreye kapanmak gerekli olmayabilir. Bugünkü şartlar altında ahlâken sağlam kalmak da bir çile çeşidi olarak kabul edilebilir. Mühim olan ahlâken sağlam bir toplum inşa etmektir. Sâmiha Ayverdi “halk-ı cedid” kavramı üzerinde durarak buna işaret etmiştir.

Girişte ismi zikredilen hocalarımla bir toplantı tertip etmiştik güzel hayaller için, lakin hayalde kaldı hakikate inkılap etmedi mekânın darlığından fotoğrafı bütün olarak koymak mümkün olmadı üstte solda Seyfettin Sağlam, alt solda Salican Cigitov sağda Kâmil Akarsu

 

adminadmin