Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 16-07-2012 09:47   Güncelleme : 16-07-2012 09:47

Başım gözüm üstüne…

Elinde sapsız bir fincanı uzattı bana Cevahir Konukevi’nin usta garsonu

Başım gözüm üstüne…
Elinde sapsız bir fincanı uzattı bana Cevahir Konukevi’nin usta garsonu.  Mırra olduğunu anladım. Daha önceden bir arkadaşım anlatmıştı mırra içmenin adabını… Mırra Şanlıurfa’ya özgü içimi sert bir kahve çeşidi. Yemeklerden önce ya da sonra, düğünlerde, cenazelerde ikram ediliyor.  Kahveyi yapan fincanı size uzatıyor ve içmenizi bekliyor. İçtikten sonra fincanı masaya bırakırsanız vay halinize… Ev sahibi size ceza kesip taleplerde bulunuyor.  Bu taleplerin ne olacağına da ev sahibi karar veriyor. Eğer içer içmez fincanı ev sahibinin eline verirseniz o zaman mırranın hakkını vermiş olursunuz. Fincanı verirken parmaklarınızla üstünü kapatırsanız “içmek istemediğiniz”, kapatmadan açık verirseniz “tekrar içmek istediğiniz” anlamına geliyor.
 
Mırra aslında öteden beri bir düğün içeceği. Düğünlerde düğün sahibinin yakınlarının damada katkıda bulunmak için fincanı yere bırakmasıyla başlayan gelenek uzun yıllar bu şekilde devam etmiş. Fincan yere bırakıldığında damat yakınlarından düğün ihtiyaçlarına katkıda bulunmalarını rica ediyor. Mırra bir nevi dayanışma ve destek imkânı sunuyor. Günümüzde mırra geleneği daha çok cezai bir oyun uygulamasına dönüşmüş durumda…  Mırra geleneğini bilmeyen fincanı yere bırakmasıyla bu gelenekle tanışmış oluyor…
 
Cevahir Konuk Evi’nin terasından eski Urfa’ya bakıp geçmiş zamanın evlerinin yarattığı uyumu hayretle izleyebilirsiniz. İnsanı bir yerden başka bir yere sürükleyen bu manzara bir kültürün de resmi oluyor adeta. Baktığınız yerin eski bir Ermeni konağı olduğunu öğrenmek, bir resmin içindeyken başka bir resme hayranlık duymak arasında gelgitler yaşıyorsunuz ve gülümsüyorsunuz. Konağın tam karşısında eski bir kilise olan ve şu an Selahattin Eyyübi Camii olarak faaliyet gösteren bu gösterişli yapının konakla uyumunu gözden kaçırmamak gerekiyor… Başınızı biraz sağa çevirdiğinizde geçmiş zamanın evlerine hakaret edercesine keskin hatları ve soğuk mimarisiyle yakaladığınız uyumu kaybetmenize neden olan bir beton kütlesi ile karşılaşıyorsunuz. Lüks otel statüsünde olan bu beton kütle edepsizce ve hakkı olmayarak eski Urfa’ya tepeden bakıyor.
 
Konaktan çıkıp biraz aşağı yürüdüğünüzde Hz. İbrahim (A.S.)’in ateşe atıldığında düştüğü makam olarak bilinen Balıklı Göl karşılıyor sizi. Her gün yüzlerce insanın ziyaretiyle kutsanan Balıklı Göl, rivayete göre Hz. İbrahim (A.S.) ateşe atıldığında Allah (c.c.) tarafından ateşe; “Ey ateş İbrahim üzerine serin ve selamet ol” emriyle ateş su, odunlar da balık oluyor.
 
Biraz daha şehir merkezinin dışına çıkmak istediğinizde yol boyunca sizi fıstık ağaçları takip ediyor. Ve hayatınızda benim gibi hiç fıstık ağacı görmediyseniz bir süre ne olduğunu anlamadan yol boyu ilerlersiniz. Sonra bir bilene sorarsınız ve bu yol boyunca size eşlik edenlerin fıstık ağacı olduğunu öğrenirsiniz. Daha çok minik boylarda bir bitki olarak hayal ettiğim fıstığın ağacının olmasına inanamadım. Ve Urfa’da fıstık ağacıyla karşılaşacağımı da hiç düşünmezdim. Urfalıların deyimiyle “Fıstık Urfa’da yetişiyor, Gaziantep’te işletiliyor”.
 
Dünyanın ilk tapınağı olmasının yanı sıra insanlık tarihini değiştirecek kodlara sahip olan Göbekli Tepe Urfa’ya 15 km uzaklıkta yer alıyor. Oldukça etkileyici bir yer olmasının yanı sıra kapsadığı alanın genişliği de hayretler uyandırıyor. 12.000 yıl önce bir yaşam değil dini ritüelleri yerine getirmek için inşa edildiği düşünülen tapınak alanında toplamda 20 adet tapınak olduğunu söyleniyor. Kazı çalışmalarıyla her yıl daha da büyüyen alanda bakanlığın görevlendirdiği bir memur gezi boyunca size eşlik ediyor ve bilgi veriyor.
 
Tarla sahibinin bir gün tarlasını sürerken bulduğu iki heykeli müzeye götürmesiyle başlayan hikayesi bugün yaşadığı mağduriyetle devam ediyor. İnternette dolaşan haberlerin aksine ekip biçtiği ve geçimini sağladığı tarlasını kaybeden çiftçi, devletin ilgili kurumlarının gönderdiği eksperlerin 55 dönüm tarla karşılığında şehir merkezinden ancak bir daire alacak parayı reva görüyor olmasıyla şaşkına dönüyor. Tarlaya biçilen değer, çiftçinin sonu oluyor aslında. Tarlasının karşılığında başka bir yerden tarla talep eden çiftçi yine hüsrana uğruyor. Devletin yaşattığı bu mağduriyet örnek teşkil ediyor olacak ki bölgedeki birçok insan arkadaşlarının yaşadığı mağduriyeti yaşamamak için “tarlamızdan bir heykel çıksa asla devlete bulaşmayız. Hemen üstünü kapatır ya da götürüp ırmağa atarız. Arkadaşımız tarlasını kaybetti ve yaşamı daha da zorlaştı. Devlet sahip çıkmadı” diyor. Bu durumda çiftçi tarlasının elden gitmesine mi üzülsün; bir tarihi ortaya çıkarmaya vesile olmasına mı sevinsin…
 
Bu şehirde aynı zamanda Kürt Edebiyatına baş koymuş genç insanlar var. Gülistan Ötünç tarafından Kürtçe olarak yazılmış “Lı Welate Wendayi Evin” (Kayıp Ülkede Aşk) kitabı tiyatroya uyarlanarak farklı şehirlerde birçok kez oynanmış. Kürt dilinin yalınlığını ve zenginliğini Kürtçe bir kitap yazarak ortaya koyan Ötünç anadilin önemini şu cümlelerle vurguluyor; “İlkokulda en sevdiğim arkadaşım Arap’tı ve Arapça konuşuyordu. Ben ise Kürtçe’den başka bir dil bilmiyordum. Anlaşabileceğimiz başka bir dil olmadığı için ben ondan Arapça o benden Kürtçe öğrendi. Türkçeyi daha sonra öğrendik ama kendi dilimizi konuşmaktan da vazgeçmedik”.
 
Urfalıların vedalaşma cümlesi hep aynıdır. “Başım gözüm üstüne”.  Öyle sıcak ve içten olan bu cümleyi duyduğunuz anda bütün kalbinizle cevap vermek istersiniz: “Zor spas”…
 
 
Kelemet Çiğdem Türk
15.07.2012
adminadmin