Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 21-01-2017 09:12   Güncelleme : 21-01-2017 10:14

Bediüzzaman Kadınları Yuvalarına Davet Ediyor

Bediüzzaman Said Nursi, Hakikat Çekirdekleri isimli eserinde kadınların yuvalarından çıkmakla insanlığı felakete yuvarladığını söyler. Bunun çaresi olarak da “yuvalarına dönmeli” diye yol gösterir.

Bediüzzaman Kadınları Yuvalarına Davet Ediyor

“Mimsiz medeniyet taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı (ortalık malı) yapmış. Şer‘-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri. Haşmetleri hüsn-ü hulk. Lütf u cemâli ismet. Hüsn-ü kemâli şefkat. Eğlencesi evlâdı. Bunca esbâb-ı ifsâd, demir sebat kararı lâzımdır, tâ dayansın”.

İşte bu bahsi Bediüzzaman, tesettür risalesinin esası olarak nitelemiştir. Eskişehir Mahkemesinde 11 Ay hapis cezası almasının nedeni olarak da bu yazıyı göstermişlerdir.

Dost ve kardeş insanların bir arada bulunduğu bir yere güzel bir kadın girdiği takdirde riya, rekabet, haset, kendini beğenmişlik gibi o kadar kötü duygular ortaya çıkar ki dostluk kalmaz. Damarlar depreşir ve yatmış olan duygular birdenbire uyanarak kardeşliği de ortadan kaldırır. Bu durumu yine Bediüzzaman şu şekilde dile getiriyor:

“Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazele­rin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir te’siri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir, ya tılsımdır; celbeder o habîs ervâhları”. Nasıl ki ölü bir kadına nefsani nazarla bakmak, nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir biçare ölü kadının güzel tasvirine şehvet nazarı ile bakmak ruhun ulvi hislerini öldürmektedir.

Kadınların çalışma hayatına atılarak yuvalarını terk etmesi ve yaşadıkları aile sorunları ile ilgili olarak birçok kitap yazılmıştır. Fakat bu konuda ne yazık ki ülkemizde ciddi olarak çalışmalar yoktur.

Buna mukabil “Kadın hakları” adı altında kadınları yuvalarından çıkarmayı marifet sayarak mücadele edenler ise mangalda kül bırakmıyorlar. Her tarafta hatta aileyi korumakla görevli kamu kurumlarında dahi bunların sözü geçiyor. Sonuç olarak modernite ve seküler yaşam anlayışı, kadınları kapitalist düzenin çarkları altında ezmektedir.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Dr. Fatma Betül Sayan Kaya’ya burada büyük görev düşmektedir.  Zira eğer aile korunmak isteniyor ise burada dikkat çekilen dayatma ve saygısızlıklara karşı ciddiyetle durmak gerekmektedir.

Kadınların çalışma hayatına atılarak karşı karşıya kaldığı sorunlar ve bunların çözümünde ABD’li yazarlar Elizabeth Warren ve Suzanne Venker çok emek vererek aynı başlığı taşıyan kitaplar yazmışlar. “The Two İncome Trap” yani “İki Gelir Tuzağı” başlığını taşıyan bu kitaplar, yaklaşık 15 yıl önce kaleme alınmış ve oldukça ilgi çekmiştir. Fakat ülkemizde konu ile ilgilenen bir çok akademisyen “bu konu çok yeni, tartışılması için daha çok zamana ihtiyaç var” diyerek görmezlikten gelmektedir.

Bu kitapları okuduktan sonra arkadaşlarımla beraber tercümesini yaparak önce çalıştığım İstanbul Üniversitesinde ve görev alanına giren birçok kurumda tartışılmasına çok gayret ettim. Lakin ciddi bir karşılık bulamadım. Buna rağmen en azından yazı yazdığım medya kuruluşlarında bana ayrılan köşelerde iki gelir tuzağını yüzlerce defa kaleme alarak konunun önemine dikkat çekmeye çalıştım.

Bugün hem ülkemiz hem de bütün dünya “terör” tehlikesi ile baş başadır. Terörü reaktif tedbirlerle önlemenin imkânı yoktur. Yani terör eyleminden sonra teröristi yakalayıp yargılamak ve hapse atmakla bu soruna çare bulunmaz. Sorunun çözümünde manevi değerler ve aile yapısının güçlendirilmesi yatmaktadır. Ailenin belkemiği ise annedir. Fakat anneler yuvalarından çıkmak zorunda bırakıldığı takdirde aile güç kaybeder ve yıkılma tehlikesi yaşar. Unutmamalı şefkat görmeyen bir çocuktan şefkat göstermesi beklenemez.

Terörün gelişip güçlenmesinde sosyal ve iktisadi hayatın gelişmesinde ailenin önemini söylemeye gerek yoktur. Önemini herkes idrak edebiliyor da bu konuda çalışma yapmak, kafa yormaya sıra gelince herkes ortalıktan kayboluyor. Benim gibi araştırmacıdan başka kimse kalmamaktadır.

İki gelir tuzağı konusunu ele alırken yapılan analizlerin çoğu ekonomi üzerinedir. Nitekim Warren'ın, kızıyla birlikte yazdığı kitabında, yıllar süren ve kılı kırk yararak yaptığı araştırmalar analizler sonucunda, kısaca şu tespitleri yapmış:

Geçmişte ailede tek bir kişi, yani evin reisi konumundaki erkek, çalışırken bir yandan da tasarruf etmek mümkündü. Fakat günümüzde hem erkek hem de kadın çalıştığı halde negatif tasarruf, yani ailenin belini bir türlü doğrultamaması, durumu söz konusudur. Warren, bu paradoksal durumu incelediği kitabında ve konuyla ilgili verdiği söyleşiler ve konferanslarda ABD özelinde cevap aramış ve çözüm önerilerini sunmuş.

Suzanne Venker ise iyi bir anne olmaya çalışan bir Amerikan kadını. Elisabeth Warren gibi senatör değil. Fakat her ikisi de Amerikan ailesini korumak ve kadınlara karşı kurulan tuzakları boşa çıkarmaya gayret gösteriyorlar. Her iki yazar da modern yaşamın dayattığı ve materyalist felsefeden gelerek artan baskılara karşı çaresizliklerini dile getirmekten çekinmiyor.

Venker, geçen 25 yıl süresince müşfik, evliliğe adanmış, analı babalı, çocuklar evdeyken yanlarında annesi olan ailelerin olumlu neticelerini görmekle birlikte, dehşet, yılgınlık, şüphe içinde kalıyor ve şu hususları dile getiriyor:

  1. Anne mutlu olduğu sürece, çocukların ihmal edilmesini, çıkarları en yüksek seviyeden korunuyormuş gibi sunan medyayı eleştirerek aldatmacanın derinliklerine kadar iniyor. Özellikle kadın ve ebeveynlik dergilerinde kendi çocuklarını yetiştiren kadınlara karşı derinden derine bir düşmanlık meydana getirildiğine dikkat çekiyor.
  2. En temel, geleneksel normların çöktüğünü insanların bencil ve anlık arzularının kurbanı olduklarını dile getiriyor. Annenin sorumluluk ve görev anlayışının neredeyse tamamen kaybolduğunu ifade ediyor.
  3. Erkekleri, evliliği ve çocuk yetiştirmeyi hafife alan feministlerin; kadınlıkları, üretkenlikleri ve annelikleri ile saygı görme mevkiinden uzaklaştırdığını dile getirerek birlikte yaşamanın, evlilik dışı bebeklerin ve gündüz bakımının aile kurumunu alt üst ettiğini dile getiriyor.
  4. Genelde medya ve özelde de diğer ebeveynler, bir çocukları olduğunu dahi unuttuklarından dolayı, onun arabanın arka koltuğunda sıcaktan pişerek ölmesine sebep olmalarına karşı çok ciddi eleştiriler getiriyor. Anne veya babaya, “ah, yazık, ne kadar da meşguller,” diyerek şefkatli bir destek ve anlayış göstermesinin tutarsızlığına dikkat çekiyor.
  5. Annelerin, onların rahatlık ve mutluluğu adına çocuklarını kreşlere daha büyük bir gönül rahatlığıyla bırakmalarını sağlamak için tasarlanmış ürünlerin geliştirilmesini de eleştiriyor. Bu yeni devrin anne babalık anlayışının “çocuklarının ne zaman ve ne kadar tuvaletini yaptığı, yiyip içtiğini, takla attığını veya hangi sözleri söylediğini gösteren günlük çizelge ve grafikler; anne bilgisayarı açsın ve çocuğunu on saniye görebilsin diye kreşe yerleştirilen bir kamera” olduğunu söyleyerek böyle bir ailenin ve çocuk gelişiminin sürdürülemez olduğunu ifade ediyor.

The Wall Street Journal, 8 Ekim 2003 tarihinde çalışan annelerin aile üzerindeki etkisini ele alan bu kitapların eleştirisini yayınladı.  Kitaptan alınan iktibas “İki gelirli ortalama bir aile, bugün, bir nesil öncesinin tek gelirli ailenin kazandığından daha çok kazanıyor.  Ancak, bugünün iki gelirli ailelerinin elinde; ev ipoteğini, arabanın masraflarını, vergileri, sağlık sigortasını, kreş faturalarını ödedikten sonra, daha az para kaldığını ifade ediyor. İşte “iki gelir tuzağı”  adı verilen mesele budur.

Annelerin bir furya hâlinde çalışma hayatına girmesinin, aileleri daha az güvenli, daha az esnek ve fakir etme gibi paradoksal bir etkisi olduğu bu eserler sayesinde ABD toplumunda daha iyi anlaşılmış durumdadır. Fakat kendi ülkemizde durum neredeyse tam tersine bir algıya işaret etmektedir. Bu algıyı kırabilmek için Suzanne Venker’in eserlerini ve hayatını örnek göstermek gerekiyor.

Venker tıpkı Warren gibi iyi bir kariyer yapmış. Lisanslı evlilik-aile terapisti ve özel bir muayenehanesi var.  Yirmi beş yıllık başarılı bir radyo yayıncılığı tecrübesi ve New York Times çoksatarları arasında yer almış yedi adet de kitabı bulunuyor. Bir internet sitesinde köşe yazıları yayınlanıyor. Aynı zamanda terk ve ihmal edilmiş çocuklar için çalışan bir vakfı yönetiyor.  Vakfı için para toplamak amacıyla mücevherat tasarlıyor ve imal ediyor. Ama hep evdeki anne olmayı sürdürmüş ve bunu övünerek ifade ediyor. 

Venker, yazarlığı herkes uyurken, sabah 5’te yapıyor. Radyo yayıncılığını, önceleri, tüm gün çocuk bakımı ile uğraştıktan sonra, sonraları da oğlu okuldayken gün ortasında yapmış. Başka bir ifadeyle, anneliğini tam yapabilmek için kariyerini buna göre planlamış. Eğer, doğru yapma kararlılığı gösterilirse bunun kolayca başarılabilecek bir şey olduğunu eserleri ile ispatlamaya çalışmış. Kısaca annenin ve aile sevgisinin odakta olması sayesinde hayatın mutlu olduğunu söylüyor.   

Üniversiteli genç bir kız Venker’in imza gününde kendisini niçin akademik unvanları ile tanıtmadığını sorar. Niçin başarılarından önce anneliği ile kendisini tanımladığını, hâlbuki üniversitede kendisinden akademik başarılarından dolayı çok bahsedildiğini söyler.   Öğrencisine; oğlunun annesi olmanın en ödüllendirici bir başarı olduğunu anlatıyor ve anne olmanın verdiği çok güzel duyguları yaşaması gerektiğini ifade ediyor.

Çocuklarımızı yabancıların bakımına emanet etmenin niçin kabul edilebilir bir şey olmadığını “iki gelir tuzağı” kitapları çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Bu hanımefendilerin insanlığa, ailelere, evliliklere ve kadınlara katkısı çok büyüktür.

Bizden yalan söylememizi isteyen bir seküler yaşam biçimi dayatılmaktadır. (Seküler yani modern ve sadece dünya için yaratılmaya inanmak). Bu kültürde hakikati söylemeye çalışanlar ne yazık ki “9 köyden kovulmaktadırlar”. Çocuklarla kariyerler arasındaki çatışma mutsuzluk pahasına da olsa daima kariyeri öne çıkarmaktadır.

Bu yazının öncelikle hitap ettiği kadınları üç grup içinde değerlendirebiliriz:

  1. Şu an evde çocuklarıyla birlikte olan ve yapmakta oldukları işe dair desteğe ihtiyacı bulunan anneler.
  2. İşlerini bırakıp bırakmama hususunda çatışma yaşayan veya iş-aile hayatları çekip çevrilemez hâle gelen anneler.
  3. Henüz anne olmayan, ancak vakti geldiğinde işle aileyi nasıl dengeleyeceklerini bilmek isteyen kadınlar.

Ülkemizde “iş ile evi birlikte götürme” kavramı, göklere çıkarılmaktadır. Fakat çocukların ihtiyaçlarının yetişkinlerin heves ve arzuları ile çatıştığı gerçeğini unutmamak gerekiyor. Kadınların aile ve işi bir arada götürebileceği, zorlu kariyerleri sürdürebileceği, harika çocuklar yetiştirebileceği ve bütün bu hengâmeden sonra akıl sağlıklarının sarsılmayacağı fikrinin sahte olduğunu artık bizim de anlamamız gerekiyor.

Hükümetin çocuk bakımına ve doğum iznine biraz daha fazla yatırım yapması, işverenler anne babaların akşam saat 5’te ofisten ayrılmalarına izin vermesi gibi tedbirler yeterli değildir. İş-aile çatışmasının gerçek sebebi çok daha girifttir. 

Tam zamanlı çalışan ve doğrusunu söylemek gerekirse acınası hâlde olan kadınları dikkate almak gerekiyor. Neredeyse hepsi çocuklarını çok özlemiştir ve evliliklerinin kopma noktasına geldiğini ifade ederler. Ne var ki işlerine âşıktırlar. Ne yapmakta olduklarını merak ederek “Bir başkası bunu iyi yapıyor da, ben mi beceremiyorum.  Benim eksiğim ne?” diye sormaktadırlar.

Aslında bu kadınların bir eksiği yoktur. Fakat işlerin gidişatında bir yanlışlık var.  Çünkü günümüzde aileler baş edilebilir küçük topluluklar olmaktan çıkıp kaos burçlarına dönüşmüştür. İki gelirli aile ki bununla ebeveynden her ikisinin, doğum izinleri biter bitmez yıl boyu tam zamanlı olarak çalışmasını kastedilmektedir. Bu bir tuzaktır.  Zira iş, çocukları yetiştirmeye gelince, eve ekmek getirme denklemin yalnızca bir boyutudur. Evde, geleneksel olarak annelerin yapmakta oldukları şeyleri yapmak için, birinin olmayışından kaynaklanan tükeniş ise muazzam derecede büyüktür. Varlıklı ailelerin içindeki çalışan annelerin her daim bir bakıcı anneye muhtaç olduklarını söyleyip durmaları işte bu yüzdendir.

Evet, bunca zamandır annelerin ne yapıp durduklarını sanıyoruz ki?  Bonbon şekeri yedikleri ve yan gelip yattıklarını mı?  Kadınları, hayatlarında daha “değerli” bir şeyler yapmak için evlerinden kaçmaya sebep olan şey işte tam da, bu evdeki kadın tiplemesidir. Bu çok büyük bir saygısızlıktır.

Bugün anneler çalışmak “zorunda”, denilir. Eğer hayatı devam ettirebilmek için, özellikle hayatın pahalı olduğu semtlerden birinde yaşıyorsak, iki gelir isteyen bir ekonomi inşa etmişiz demektir ki söz kısmen doğrudur.  Fakat anneler, fakir olduklarından evlerinden ayrılmıyorlar. Tam tersine o yöne doğru çekildikleri için yani çalışma hayatına zorlandıkları için evlerini terk ediyorlar. Çünkü feministler evdeki anneyi, hayatını bebeklerine bakarak israf eden talihsiz bir hanım olarak tasvir ettiler ve ediyorlar.  Bırakın bunu daha az eğitimli hanımlar yapsın, diyerek insanları aldatıyorlar. 

İşte iki gelirli aileyi yani kadınları çalışmaya zorlayan bu insafsız, seçkinci ve merhametsiz anlayıştır. Çocuklarına baktıklarından dolayı kadınları öven makaleler ise çok azdır. Halbuki ev hanımı annelerin yaptığı işin öneminin altı çizilmelidir. Onların toplum içindeki statülerini yüksek göstermek gerekir. Eğer bu durum kapitalistleri üzecekse, varsın üzsün.  Ülkemiz çalışan annelere dair makalelere, filmlere, televizyon programlarına, kitaplara ve haberlere doymuştur. Ev hanımları ise hak ettiği saygıyı ne yazık ki göremiyor.

Bu yazı çalışan anneleri ayıplamak için yazılmamıştır. Maksat anneliğe dair yanlış anlamaları ayıplamak için ifade edilmiştir. Evet, kadınlar iş ve aileyi de başarılı şekilde götürebilir, fakat ikisini aynı anda götüremez.  Aslında, İki Gelir Tuzağı eserlerinin mesajı; kadınların hayatlarında iş ile aileyi bir araya getiren bir hayatı inşa etme gayretidir. Suçluluk hissi duymadan, pişmanlık duymadan yüksek bir özgüven ile yanlış anlamaları ortadan kaldırma gayretidir.

Bu kitaplarda geçen tüketim hastalığı; doktora tezinde işlemeye çalıştığım “Kapitalizm Sonrası Dönem: Malikiyet ve Serbestiyet Devri” çalışması ile çok yakından alakalıdır. Tezde kısaca; kapitalizmin tüketim alışkanlıklarını maniple ederek insanları bir çeşit “ücretli köle” haline getirdiği ifade edilmektedir. İnsanlığın bu ücret tuzağından kurtularak  “Malikiyet ve Serbestiyet devrine” geçileceği anlatılıyor. Bu konu ile ilgili olarak daha çok yazı kaleme alınması gerekiyor, vesselam…

Vehbi KARA 

 

adminadmin