Analiz
Giriş Tarihi : 03-08-2016 11:49   Güncelleme : 03-08-2016 11:49

Benim şairim senin şairini döver mi? (ı)

Kapitalist sistematik yutturmacanın şahikasına “Think global, act local” ibaresindeki komutla ulaştı. Bunu Türkçe ifadeye yeltenirsek, yaptığın her işte niyetini ekseriyetten gizleyecek ve aynı ekseriyetin nabzına göre şerbet vereceksin dememiz gerekiyor. Küreselleşme dalgasına hayatınızdan, bünyenizden şiire ilişkin ne varsa hepsini söküp atarak kapılabilirsiniz. Âlemle gelen düğün bayramdır ve size dokunmayan yılan bin yaşamalıdır.

Benim şairim senin şairini döver mi? (ı)

Dünya hayatında rast gelindiği zaman belâsından salim kalamayacağınız şey ekseriyeti teşkil eden güruhun cinnetidir. Güruhun cinneti efradın her birinde tek tek teksif olmuş haldedir. Asırlar boyunca ahlâk her zaman bu cinnetten beri kalanların payına düştü. Ne demişti Sokrates’in karısı demokrasinin kolluk güçleri filozofu götürmeğe geldiklerinde? “Seni haksız yere götürüyorlar”. Ahlâk adamı karısını uyardı: “Beni götürmekte haklı olsalardı, daha mı iyiydi?”. Çoğunluğa mahsus kanaatte hassasiyet aranmaz. Utanma ve sakınmadan payımıza düşenin çoğunluktan uzaklaştıkça büyüdüğünü görürüz. Utanma ve sakınmadan uzaklaştıkça büyüyen şeyin adı ise sermayedir. Birikmiş para yani kapital. Teraküm ve temerküz eden para şiirin tesir sahasını yok etmeği aslî vazifesi bilir.  

 Allah bizi Dünya Sistemi denildiği zaman finans hâkimiyeti haricinde bir şeye telmihte bulunma dangalaklığından korusun. Osmanlı Sarayı’na borç vererek servetlerine servet katan Galata bankerlerinin hiçbiri ister Yahudi, ister Rum, ister Ermeni olsunlar Türkiye’yi vatan bilmedi. Onlar vakitlice ülkeyi terk ederken canlı, cansız her şeylerini beraberlerinde götürdüler. Birileri 500 senedir birilerine Türk topraklarının istismarından vatandaş imal etmenin bedelini ödetti, hâlâ ödetiyor. Sırf bu yüzden, bilhassa bu yüzden Hıristiyan XXI. asrındaki Küçük Asya’yı tasvir gayesiyle “Türkiye zor günlerden geçiyor” sözünü sarf etmek alçakça ve menhus bir yalanı dile getirmeğe varır. Olan biteni doğru sözle ifade meramını güden “Türkiye kendince kendinden kendiliğinden geçiyor” deme mecburiyeti altındadır.  

Bana niçin Türkiye’de kâfirlerin zapt edemediği tek kalenin şiir olduğu iddiasında bulunduğum suali tevcih edildiğinde cevabım çünkü orada ben varım oldu. Ben varmışım da ne olmuş? Benim bunca zaman bir işe yaradığım vaki mi? Meselâ, dil ile ikrarın kalp ile tasdik hedefi gütmediği şartlarda ortaya nifaktan başka bir şey çıkmayacağını anlatma işinin üstesinden gelebilmiş miyim, gelebilir miyim? Buna 72 yaşıma kadar başıma gelen bunca şeyden sonra hiç ihtimal vermiyorum. Neden ısrarla kelâm ediyorum peki? Şundan: Anlatma teşebbüsüm vebalden kurtulma beklentimin uzantısıdır. Elime kalemi aldığım günden bu güne kadar ne dediğimi merak eden biri çıksaydı bunun neticesi bir şekilde hissedilirdi. Nasıl 1979 İran İslâm Devrimi diye bir şeyin enformasyon değerinden başka bir değerini üretmek mümkün olmamışsa 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü denilen şeyin de gayet yüksek bilgi çarpıtma değeri erkek kulaklarına küpe ağırlığı mesabesinde kalmıştır. Darbecilerin ilk hatası devlet başkanını öldürmemekti. Yerseniz.

Yerseniz devrimin ilk aşaması Avrupa kıtasının siyaset felsefesinde demokrasidir. Bilhassa siyasi ortam demokratik kılınmalıdır ki devrimi gerçekleştirmeğe elverişli şartlar yerine getirilebilsin. İstikameti en çok sayıdaki insanın en büyük menfaati anlayışından saptırmamak sosyalleşmekten kopamamak demektir. Kıtayı değiştirirseniz sırayı da değiştirmiş olursunuz. Hürriyeti mülkiyetten, mülkiyeti hürriyetten ayırıp kopartamadığın Amerika kıtasında hedef demokrasidir. Çok partili hayat Küçük Asya’yı Küçük Amerika haline getirebilecek miydi? Demokrasiye, demokratik idealin halis temayülüne meydan verilseydi bu mümkündü. Amerikan demokrasisi hayatının tamamını Amerikan devrimine borçludur. Küçük Asya’da devrim 14 Mayıs 1950 günü vuku bulmuştu. Sıra demokrasideydi. Gel gelelim Türkiye’de Kıta felsefesi kafasına analitik şapka kondurulmuştu. Kafanız kıta felsefesi kafasıysa, hasmınızın değerler dizisi içinde kaldıysanız sonunuz Faşizme, Nazizm’e, Komünizme istemeseniz de varır. Serpuşu değiştirmek yerine kafayı değiştirmeği başararak analitik düşünmeğe başladıysanız önünüze bir çeşit demokrasi sahası açılır. Ne çeşit? Onu yutturan ve yutan, yiyen ve yediren bilir.

Yutturanlar ve yutanlar yaptıkları işi bir gün karşılarına yutturmayan ve yutmayanların çıkabileceğini hesap dışı tuttukları için yapıyor. Ergenekon, Balyoz humması geçirenlere “Keser döner, sap döner” demişti Süleyman Demirel. Bir şair olarak ben de bugün buna benzer mensur bir şey mi söylüyorum? Hayır, asla, hiçbir şekilde… Demirel’in dediği yeni yutturmacalar döneminin her an açılabileceği haberini verme babındadır. Yani Süleyman Demirel sadece dil ile ikrar oyununun kızmabirader veyahut alicengiz oyununa olan “paralelliğinden” bahsetmişti. Ben şiirin has dünyasından, yutturmayanlarla yutmayanların tevhit âleminden bahsediyorum. Kızmabiraderde veyahut alicengiz oyununda vahdet dünya cennetinde loca ayırtmağa taalluk eder. Yutturmayan ve yutmayanların sahici cennetine ifsadı gayri mümkün kalpten gidilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânının Muhammet ümmetine ikinci Hicret olduğunu anlamanın paraleli yoktur.     

Sırasıyla üç paralel çizdi küreselleşme hayatımıza: Piyasa Ekonomisi, İnsan Hakları, Demokrasi. Sırayı bozmağa kimsenin gücü yetmez oldu. Önce ve illâ piyasa ekonomisi. En keyifli hayat paranın kontrol sahasında en makbul bir yeri kapanın oldu. Kapan kapana. Kaptıysan da hoş, kapıldıysan da. İnsan hakları yer kapma fırsatını yakalayanlara kol kanat germek, onların yerine göz dikenleri kahretmek için vardı. Her şeyi piyasa malzemesi şekline getirmek için hem ihtiyaç duyulan ve hem de bu elemanlaştırmayı teminata kavuşturan şey demokrasiydi.

İsmet Özel, 1 Ağustos 2016

İstiklal Marşı Derneği

 

adminadmin