Kültür
Giriş Tarihi : 05-11-2017 15:00   Güncelleme : 05-11-2017 16:09

Bir evi yuva yapan nedir!

Bir önceki yazım kimi hanım okurlarımızdan eleştiri aldı. Neden eve yorgun argın gelen kişi erkek olsundu? O halde bu yazıya alternatif senaryoyla başlıyoruz.

Bir evi yuva yapan nedir!

Adam, gecenin geç saatinde arkadaşlarıyla hoş beşten eve gelir. Gün boyu onu beklemiş olan eşi üç beş kelam etmek için kapıda karşılar ve sofraya buyur eder. Selam faslından sonra kelam faslı bir türlü açılamaz zira adam zaten toktur ve  eve gelir gelmez cep telefonuna gömülmüş, paralel bir evrene geçiş yapmıştır. Bu senaryoda hala cinsiyetçi bir tını var derseniz, dışarıda işinden yorgun gelen kişi hanımefendi olsun ve içeride televizyonda spor programına gömülmüş olan erkek, kafasını bile çevirmeden selamı alıp beyaz cama geri dönsün. Asıl mesele, insanın sevdiğinin yüzünde susuzluğunu gideremiyor oluşu.

Kısa bir zaman öncesine kadar insanlar doğdukları şehirde yaşar ve ölürlerdi. Modern zaman insanı evini kolay terk edebiliyor. Bellek uçucu ve uçarı. Kök salmıyor, derinlere inmiyor. Bireylerdeki “mekansal” ev algısı, “geçici” ev algısına dönüşüyor. Mekanın değersizleşmesi, meskun olmanın toplumsal ilişkilerinden bizi mahrum bıraktığı için, dikkatimizi harekete, yer değiştirmeye ve küresel hız kültürüne tevdi ediyor. Oysa ev, Bachelard’ın dediği gibi, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biridir. Evin öğüdü, yaşamlarımızda sürekli bir yankıdır.

Bugün mahremiyet adası ve tahayyül mekanı olmaktan çıkararak sığınaklara dönüştürdüğümüz modern ev, artık adeta evdeki tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak eğlence merkezleri gibi tasarlanıyor. Bireycilik, ev içindeki yaşama da olanca hızıyla etki etmiş ve evin her odası ayrı bir interaktif yaşam alanı gibi tasarlanmıştır.  Birbirimizden ayrı, yan yana yaşayabildiğimiz bir eğlence merkezi olarak ev. Bir tefekkür, dayanışma, manevi bir çekim merkezi olmak yerine bir oyalanma adacığı. İşte bu evin anlamdan boşalmasıdır. Çocuğun kendisini daha geniş bir bütünün parçası, karı kocanın birbirlerini daha yüksek bir mefkurenin taşıyıcısı olarak algılamadığı bir ev, anlamdan boşalmıştır.

Aileyi bir arada tutan şey yakınlıktır. Menfaatsiz, teklifsiz, hesapsız, maskesiz, sadece kendi olmanın tatlı huzuru. Ev yuva olmaktan çıkarılıp bir eğlence merkezine veya bir pansiyona dönüştüğünde, herkesin başının çaresine bakması gerekecektir. Soğuyan insan ilişkileri aileyi de muhasara altına almış bulunuyor ama yapmamız gereken, geçmişin yasını tutmak yerine, insan olmanın özüne sadık kalmak. Bu da evi yeniden sıcak bir yuva olarak tesis edebilmekle olur. Yani elektronik aletleri, bizi dış dünyanın keşmekeşine açan ve ruhlarımızı her türlü istilaya hazır hale getiren ekranları kapatarak, birbirimizin gözlerinin içine bakabilmekle. Dış dünyanın kaosunu, kendi içimizde,  evin sıcaklığı ve samimiyetiyle bir nebze söndürebiliriz.

Aile bireyleri evde kendilerini muhafaza altında ve güvenli hissedebilmek için ruhun çağrısına kulak vermeli ve birbirlerine olan o mesafeyi, sevgi sözcükleriyle yürümeye gayret etmelidir. Karı koca ve ebeveyn çocuk arasındaki mesafeyi kalplerimizi birbirine yakın kılarak kısaltmak zorundayız. Ama sadece gözlerimizin içine bakmak yetmez. Bir ufuk gözlerimizi kamaştırabilmeli, insan olmanın anlamına dair bir soru bir ruhtan diğerine misafir gidebilmeli. Malayani olanın değil ruhu daha yukarılara kanatlandıracak bir bilincin kanatlarına tutunarak, hayatlarımızın ve ölümlerimizin boşuna olmadığının bilgisiyle birbirimize uğramalıyız. Bu dünyada misafiriz, evlerimizde ve bedenlerimizde misafiriz.

Saint-Exupery çok sevdiğim bir bilge yazar, şöyle söyler: ‘Hayat bize aşkın birbirimizin gözlerinin içine bakmak değil, birlikte dışarı aynı yöne bakmak olduğunu öğretir’. Evlilik terapisti Gottman çiftleri yıllarca izledikten sonra boşanmayla sonuçlanan evlilik etkileşimlerini dört ana başlık altında özetlemiştir. Çatışma zamanlarında eşlerin birbirine karşı gösterdiği dört temel olumsuz tutum, yani ‘dört atlı’ şunlar:  Aşağılama, eleştiri, savunmacılık veya duvar örme. Bu dört atlı, bir bakıma narsistik kişiliğin tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar sevdikleri kişiye şimdi saldıran veya onlardan uzaklaşan eşler, genellikle kendi ihtiyaçlarının artık karşılanmamasından mustariptir. Biz her zaman değişiyoruz ve aşk da aynı kalmıyor. Gerçekte evlilikler, her kişi kendi kimlik ve gayesini geliştirebildiğinde daha uzun ömürlü olabiliyor. Sıcak yuva, her bireyin kendisini rahatlıkla ifade edebildiği ve yaşama hünerini serbestçe keşfedebildiği bir yerdir. Bir ağaç gibi derinlere kök salarken, dallarıyla gökyüzünü kucaklayan bireyler.

Haddi zatında âşık olmak kolay ama bir başka insanla yaşamak zor. Romantik aşk, diğer kişinin bir ruh ikizi veya mükemmel uyumlu kişi olarak ülküleştirildiği bir süreci içerir. Âşıklar adeta, ‘birbirleri için yaratıldıkları’nı hisseder. Aşkın çılgınlığında ötekinin imgesi benim ihtiyaçlarıma göre yeniden kurulur. Sevilen kişiyi kendi benliğimin bir imgesi olarak görür ve farklılıkları görmezden gelirim. Oysa ideal sevgiliyi bulma inancı bir yanılsamadır ve uzun ömürlü bir yakınlığa temel teşkil edemez. İlişkinin bir yerinde büyü bozumu mukadderdir. Romantik aşk pek sahip olmadığımız, yeterince sahip olmadığımız veya ona bel bağlayacak kadar sahip olmadığımız bir şeye işaret ederek adeta mutsuzluğu çağırır. Sonunda ya aşk ölür ya da aşıklar. Tolstoy’un Anna Karenina’da söylediği gibi, ‘mutlu aileler hep birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır’.

Geçmişte de pek çok mutsuz evlilik olduğu halde boşanmak çok daha zordu. Ancak insanlar yakınlık ihtiyaçlarını sadece evlilik bağından devşirmiyordu. Evlilik bağının bu kadar kolay çözünmesinin bir sebebi de tek bir ilişkiden artık çok şeyin bekleniyor olması. Toplumsal olarak parçalanmış bir dünyada sevgililer her şeyi yakın ilişkilerinden bekliyor. Çünkü şu kalpsiz dünyada bir sığınak kalmamıştır ve görünen son sığınak da aşk ve ailedir. Yüksek gerilim aileyi infilak ettiriyor. Olgun bir sevgi ilişkisi için sevgililerin birbiri içine geçtiği, eriyip tek kişi olduğu bir halden benliklerinin birbirinden ayrıştığı bir hale geçebilmek gerek. Öteki insanın farklı ihtiyaçları olabileceğini kabullenmekle olgun bir yakınlığın yolunda ilk adımı atarız.

Büyülenmenin sona ermesi için birkaç yıl yeter. Evliliğin sonsuza dek bir aşk esrimesine gömülü olacağını sanan, aldanır. Evlilik sürecekse eğer, ortak hedefler için birlikte gayret göstermenin, karşılıklı saygı ve dostluğun ön plana çıkması gerekir. Bir insanla yaşamak belki tüm duygusal ihtiyaçlarımızı karşılamaz, belki eşimiz ruh ikizimiz falan da değildir. İlişkide mevcut olan, canlılığını devam ettiren her neyse ondan istifade etmemiz lazım. Dış dünyadaki ve iç alemimizdeki huzur kaynaklarımızı çoğaltmamız da evlilik bağı üzerindeki gerilimi düşürecektir.

On yıllar boyunca terapistler çocukların sorunları için anne babaları suçlamıştır. Sanki çocuk yetiştirmenin tek bir doğru yolu varmış gibi. Mutsuzluk ve kötü davranışın bütün biçimleri kötü anne babalığa izafe edilmiştir. Çocukların anne babaların elinde bir hamur gibi yoğrulduğu ve hayatlarının daha sonraki dönemlerinde karşılaştıkları ruhsal sorunların kötü anne babalığın neticesinde ortaya çıktığına dair bir efsane oluşturulmuştur. Bu, hakikatin ancak dörtte biri olabilir. Sadece çocukları değil, onların anne babalarını da incitmiş olan bir inançtır bu. Artık biliyoruz ki çocuk boş bir kâğıt değil:  Davranış genetiği üzerine yakın zamanlı çalışmalar, gelişim üzerinde kalıtsal etkenlerin ebeveynlikten çok daha fazla rol oynadığını bize gösteriyor.

Eşler ve sevgililer, ötekinden kendilerini mutlu etmesini beklediğinde hayal kırıklığına uğrar. Ebeveynler çocuklarından kendilerini mutlu etmelerini beklediğinde hayal kırıklığına uğrar. Ailelerimizin tadını daha fazla çıkarmak için daha geniş sosyal ortamlara çıkmalıyız. Manevi bir ortak iklimi teneffüs etmek,  aile bireylerini bir ruhsal akrabalıkla birbirine bağlar. Akrabalarımızla, iş arkadaşlarımızla ve aynı toplumu paylaştığımız insanlarla daha sık birlikte olmalıyız. Yakınlık ve toplumsallık değişik bağlanma ihtiyaçlarını giderir ve pek çok insan her iki türlü ilişkiye de ihtiyaç duyar. Bu sebeple yakın aile çevresinin dışında da bir dizi bağlanma geliştirmeye de ihtiyacımız var. Hayat bizim etrafımızda deveran etmiyor ve mutlak bir mutluluk yok. Başka insanlarla birlikte yaşamak bize uzlaşmayı ve ihtimamı öğretir.

Bir evi yuva yapan, ocağında tüten muhabbettir. Güzellik, sıradan gerçekliği aşan yaşantılarda bize göz kırpar. Ruhun ebediyete kapı araladığı anlar, sevginin bizi güzelleştirmesine izin verdiğimiz anlardır. Bir evi yuva yapan, orada bulduğumuz güzelliktir. Demem o ki göz ve ruhlarımız birbirine değsin. Sonra omuzlarımız birbirine değsin de birlikte ufku seyredelim.

Kemal Sayar

http://www.gercekhayat.com.tr

 

adminadmin