Kültür
Giriş Tarihi : 04-12-2016 11:00   Güncelleme : 04-12-2016 11:00

Bir Ömre Biriken Şarkı Veya Orhan Gencebay

​Sanırım yıl 1967 (veya '68) Bafra’nın köyünden Samsun'a gelişlerimin belki ilki, belki de ikincisi. Ben pek Samsun tanımam o zamanlar.

Bir Ömre Biriken Şarkı Veya Orhan Gencebay

 Bafra eniyle boyuyla benim yaşımda bir çocuk için fazlasıyla büyük bir şehir, dolayısıyla onu da kullanmıyorum. yaşam alanım için, ilk nefes aldığım ve hayatı el yordamıyla tanımaya başladığım yer, ormanına ağaçlarının sıklığıyla tanış olduğum, zihin ülkemde dağlarının arkasında sonsuzluk hayallerimi yeşerttiğim orta büyüklükte bir köy olan Ormancık Köyü. O köyde babaanneli, babalı, anneli ve benden hariç dört kardeşli bir hanede yaşıyorum ben de.

Teyzeye de halaya da birini diğerinden ayırt etmeden teyze diyen Doğu Karadenizli olmamızdan kaynaklı bir dile sahibiz. o yıllar ben ve kardeşlerimin “hanım teyze” diye çağırdığımız, babamın dört yaş büyük kız kardeşini görmek için köyden kalkılıp Samsun’a gidilirdi. Genelde bir kaç kişi gidilir bazen bu birkaç kişiden biri Samsun’da bırakılıp geriye öyle dönülürdü. Bu ‘bazen’ o yıllardaki gidiş gelişlerde çoğunluk benim üstümde kalırdı. Hanım teyzem yürüyen bir yürek gibiydi benim için, birini sevdi mi coğrafya büyüklüğünde severdi. Siz de genişlediğinizi düşünürdünüz o zamanlar. Onunla birlik olup şarki söylemek, yemek yemek, gezmelere bir yerlere gitmek başlı ve sonlu bir zevkti. Hanım teyzemin içinden sevgi, içinden siyasi düşünce, içinden incelik, içinden doğruluk, içinden eğlence çıkardı. Okumayı seven biriydi hanım teyzem. işçi çalışanı beyinin hane reisi olduğu evlerine o yıllar garip bir şekilde adını şimdi çıkartamadığım bir gazete girerdi veya ben öyle hatırlıyorum. Veyasız hatırladığım diğer bir şeyse, onun bahsi geçen yıllarda çıkan cep foto roman denen resimli mevkuteleri okuduğuydu.

Yine böyle bir Samsun seferinde hanım teyzemlerde kalıyordum ki, “nerde boynu bükük bir garip görsen” diye bir şarkı mırıldandığını duyduğumda, o benim kendisine olağandan farklı bir şekilde baktığımı zannederek bu duruma bir açıklama getirme zorunluluğu hissetmişti de, ben de ilk defa o zaman duymuştum Orhan Gencebay ismini. Hanım teyzem biraz da gururla Samsunlu bir şarkıcı bu deyip hemşehriliğin altını da ustaca çizerek vermişti bu bilgiyi bana. hikaye anonim olana yakındı hanım teyzemin dilinde; Gencebay’da da diğerleri gibi amansız bir sevdaya düşmüş kavuşamamış biriydi, diğerleri gibi o da derdine ortak olarak sazını bilip, ondan çıkarmıştı hırsını, onun tellerini dövüp sevdiğinden intikamını nota nota almıştı. Aşk olmazsa şarkının temelini söküp atmış oluyordunuz. Bütün notalar köksüz ve elbisesiz, bütün ezgiler de hayatımızda, kelimenin geldiği yer itibariyle ezik olmanın olgunluğunu kuşanmadan oynak bir şekil alıyordu. Hâlbuki ben o yıllar kendi başına yemeke kaşık çalmayı yeni öğrenen biri olarak, ne aşk bilirdim ne de nota.

Ama şarkı severdim. Birazcık kendimi tanımaya başlayınca varlıkla aramdaki ilişkiyi anlamak babından olsa gerek dilimdeki şarkı “bana kaderimin bir oyunu mu bu” diye süregiden ve Gencebay’ın albümünde “hayat yolu” ismiyle anılan şarkıydı. Belki de insiyaki olarak çocuklukla gençlik arasında sıkışmış bir zamanın hayata nasıl bir iz düşürdüğünü ölçmek ve öğrenmek istiyordum bu şarkıyla. Sesimin çirkin olduğunu söyleyenler bunu bilmiyorlardı. Ama ben onlardan öğrendiğim kadarıyla çiğ yumurta sarısı içtim sesimin güzel çıkması için. Annemin kümesteki yumurtaların eksikliğini fark edip işkillenmesi ile bendeniz, bir türlü Gencebay kıvamında şarkı söyleyemeden bıraktım yumurta içmesini.

70’li yılların köyden şehre göç kervanına ailecek biz de katılmıştık. Sosyolojik olarak bizim müziğimize de Gencebay düşüyordu o zamanlar. Daha sonraki yıllarda işe Ferdi Tayfur dahil olmuş olsa da Samsunlu olmamız hasebiyle Gencebay’da sabit kalmamız dar bölge milliyetçiliği ile de desteklenen bir vaziyete işaret ediyordu. İçinde bulunduğumuz durum gereği, biz Gencebay’a yalın bir edilgenlikle tutulmuş değildik, onda bizi temsil eden doğrudan bir mertlik, ahde vefa, sıla-i rahimde bulunmak, cömertlik, düşmüşe yardım etmek gibi, fiyakamız artsın diye yakamıza onurla takabileceğimiz farklı feodal unsurlar da vardı. Neyse yaşadığımız hayat, babamı Almanya’ya bizi de Bafra’ya getirip bırakmıştı.

“bir teselli ver” i duyduğumda yazlık sinemayı komşu evinin çatısından seyrederken buldum kendimi. Teselli edilecek yaşların kıyısına gelmiştim henüz. Bir müddet sonra günün bütün vakitleri, “akşam güneşi”nin ölgün ışıkları ve aşırı romantik melodisiyle bir hüzün külçesi olarak omuzuma çökmeye başlamıştı bile. Yazın o sıcak günlerinin akşam serinliğinde hava kararırken gösterime hazırlanan yazlık sinemada yeni bir icat olarak hayatımıza giren kasetçalarlar Gencebay’lı kasetleri haznelerine sürmüşlerdi bile. Film başlayana kadar ya Behiye Aksoy dinlerdik veya Orhan Gencebay. Üstelik bu müzik ziyafetinden bütün bir mahalle nasibini alırdı.

o zamanlar küçücük dünyamızın unsurları olarak ya kapı komşunun kızını severdik veya onu da ulak olarak araya sıkıştırıp, yardımcılığından medet umarak gizlice haber salardık mahalle kenarında tek katlı bir evde kalan yavuklumuza. Benim kendimden kaynaklanan konuşamazlığım vardı. Mahcup bir köy yeniyetmesiydim ne de olsa; sevmek oldu mu, ta ağzına kadar, hatta tıka basa severdim ama konuşmaya gelince ağzım kurur, dilim lal olurdu birden. İçimde kıvrılır kalırdı kelimeler. İşte o zaman Gencebay bir dil olur, sadece bana söyleyerek yaralarımın hepsini bir şarkıya dönüştürürdü. yani demem o ki koltukaltımızdaki teypten dökülen namelerle melankolinin dibini bulurduk o zamanlar.

“batsın bu dünya” samsun anılarımın arasında yer almaktaydı. Yeni yeni hayata diklenen bir delikanlıdan da bu beklenirdi doğrusu. Yarı küskünlük, yarı efelenmeyle birlikte sokaklarda, evlerde, bulvarlarda, işyerlerinde kısaca bütün mahallerde başlayıp biten, ucu haksızlığa açılan ne varsa onlar için “batsın bu dünya” ezberimizin başucundaydı. Sinemalara kaçardık hayattan arda kalan vakitlerimizde. Şimdi düşünüyorum da bir Gencebaylı filmde, başrol oyuncunun ben Samsunlu Orhan dediğinde avuçlarımızı patlatırcasına alkışladığımız kendimizden başka kim olabilirdi ki. Bize o kadar kendimiz hissettiren başka bir yerli figür yoktu sanırım. o bizim kuşağımızın öteki kendisiydi.

Kendi yanında yaralanıp başkalarının üzerinde ölmeyi başaran, içine ve dışına doğru yollandığı her göçü bir sürgün olarak yaşayan bizim kuşağımız; hayata biraz da Orhan Gencebay kapısından, bütün günahlarıyla ve bütün sevaplarıyla “hatasız kul olmaz” diye girmişti doğrusu. Sonrası mı? Kolay gelsin.

* bu yazı Necdet Subaşı itelemesi ile Dinçer Ateş ve Orhan Gencebay’ın birlikte çektirdikleri fotoğraf karesine ucundan kıyısından dahil olma çabasıdır.

Mustafa KARAOSMANOĞLU

adminadmin