Kültür
Giriş Tarihi : 09-12-2018 10:30   Güncelleme : 09-12-2018 10:30

Bundan büyük kriz mi olur?

Bundan büyük kriz mi olur?

Kesintisiz hayatı içine alıp ona bir form, topluma da yeni bir ruh, yeni bir kimlik ve şuur kazandıracak bir “bütüncül yapı”nın arayışında olan kimse yok! Ne yazık ki, kendi hazinemizin dilencisi gibi yaşıyoruz. Aydınımız entelektüel bir meraktan yoksun!

Umudun ve temenninin kör karanlığında, beklentinin tatlı tuzağında demokrasi güzellemeleri yakmak hoşumuza gitse de, rakip ideolojiler arasında, Marksizm ve Liberal demokrasiye nisbetle en Avrupa merkezli olanı Faşizm’dir. Eski-Karanlık Kıta’nın tarihinde sadece bir millete yahut birkaç kişiye hamledilerek savuşturulamayacak kadar derin kökleri vardır; değişik dönemlerde Avrupa’da hâkimiyet kurmuş, etkili olmuş bir ideolojidir. Modern düşüncenin doğuşunda “İspanyol Altın Çağı” düşünürlerinin gözardı edilemeyecek bir katkısı olmakla beraber, en Avrupa merkezli olan bir diğer ideoloji deModernizmdir. Şimdiki zamana ait, usûle, âdaba uygun gibi farklı anlamlara bürünse de, modern olmak “yeni” olmak değildir. Protestan ahlâka, kapitalist ruha ve sömürgeci bir hırsa sahip olmayı gerektirir. Ki bunların tamamı Batı insanının tabiatında mündemiçtir; toplumsal karşılığı olan özelliklerdir. Demokrasi idealleriyle uygulamalarının düzelmesine paralel olarak marjinalleşecek, toplumsal karşılığını yitirecek, kısa ömürlü “arızî hastalıklar” değillerdir. Dolayısıyla, öncelikle açıklığa kavuşturulması gereken mesele feodalizmden kapitalizme geçiş süreci değil, devlet ve sermayenin nasıl olup da, dünyanın başka bir yerinde değil de sadece Avrupa’da bir araya geldiği meselesi olmalıdır. Nitekim Amerika ve Avrupa’nın genelinde giderek yükselen İslâm düşmanlığı, “sağ radikalizm”, faşizm tandanslı aşırılıklar, kamuoyu adı altında toplumun cehaletini düzenleyen, fiziki bir güç konumuna yükselten girişimler; Batı insanının tabiatında mündemiç dediğimiz hastalıkların arızî olmadığını, Avrupa’nın geneline teşmil edilebilir, daha derin ve kuşatıcı bir siyasî dönüşümün yaşandığını gösteren gelişmelerdir. Dolayısıyla, tüm bu olumsuzlukların üzerinden kuru bir mantıkla atlayarak, geriye dönük bir öngörüyle, demokrasinin Avrupa topraklarındaki köklerinin derin olduğu düşüncesine varmak sadece bir varsayımdan ibarettir.

Nitekim Sabah gazetesi yazarı Şeref Oğuz’un 26 Şubat 2018 tarihli yazısında, Alman yazar Jürgen Todenhöfer’den aktardığı sözler, Batı insanının damarlarında mazlum ve masum insanlardan emdiği kanın dolaştığını doğrular mahiyettedir. Alman yazar, samimi bir itiraf halinde dile getirdiği düşüncelerinde şöyle demektedir: “Biz Batılılar, dünyayı fikirlerimizin, değerlerimizin ve dinimizin mükemmelliğiyle feth etmedik. Yalnızca, herkesten fazla acımasızca şiddet uyguladığımız için ele geçirdik.

Haçlı Seferleri sırasında 4 milyon insanı öldürmüş olanlar da Müslümanlar değildi… 1’inci ve 2’inci dünya savaşlarında 70 milyon insanın ölümüne neden olanlar da Müslümanlar değildi… 6 milyon Yahudi’yi de Müslümanlar öldürmedi…”

Dahası, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atanlar da Müslümanlar değildi… Velhâsıl Batı’nın unutmaya ve unutturmaya çalıştığı tarih, kanla yazılmış bir tarihtir. Ve “Yeni Sistem”in, yeni yapılarının kurulmakta olduğu günümüzde, işgalci-sömürgeci atalarının başka kültürlerle kurduğu köleleştirme, yok etme ilişkisi Neo-Kolonyal biçimiyle evlatları üzerinden, atalarını aratmayacak bir biçimde devam etmektedir.

Aslında, Batı’yı Batı yapan en önemli değerlerden birisi, gerçekliğin peşinde koşarken hem kendi “nefs”ine hem de eşya ve hadiselerin teshirine getirdiği eleştirel bakıştı; bir taraftan kendi içinde yiv yiv derinleşirken, diğer yandan da kendini inkâr edesiye sorgulamasıydı. Ne var ki, ruhla düşüncenin aynılığı, ruhla maddenin ayrılığı temeline oturan Kartezyen düşüncenin düalistik yapısı, Batı insanının materyalizme yatkın mizacıyla birleşince, şeyleri birbirine bağlayan, anlam bütünlüğünü temin eden bağın güçlü halkaları konumundaki kelimeler de, aslî bağlamından koparılıp üretilen “yeni”nin içine yerleştirildi. Kavramların maddî yanı olumlanırken, mânevî yanı ihmâl edilir, sadece üstünden geçilir hale geldi. Hristiyan mistisizminden tevarüs edilen “itiraf kültürü” de “kendine tapınma” kültürüne dönüştü… Ölümsüz olma, “ebedi olma” isteği hayatında da sanatında da belirleyici bir hale geldi. Ruhun İlâhî akılla olan bağı koparken, kolektif şuur da bozuldu; kutsal kavramlar aklın diline, laik yahut laikleştirilmiş kavramlara tahvil edildi. Mihrapların yerini bayrakların aldığı bir süreçte, günahın yerini suç ve suçlu alırken, edeb ve hayânın yerini de cinsel özgürlük adı altında pedofiliden enseste kadar varan her türlü pornografik rezalet aldı. Almaması da mümkün değildi; zira kendi yanlış inancınızı yasa haline getiriyor, insanlara yanlış şeyler öğretiyorsanız, onlardan doğru davranmalarını bekleyemezsiniz... Böyle bir çevrenin insanı ister istemez kötü taklitçilere baka baka gerçek yaratanını unutacak, yaratılışı hilafına bir hayat sürmek zorunda kalacaktır. Bu da insan için büyük bir talihsizliktir; haksızlığın, zulmün gayreti günü geldiğinde Hakk’a dokunacaktır. Nitekim dokunmuştur; yerinden yurdundan edilen milyonlarca insan kendi trajedileriyle birlikte, aslında Batı’nın tabutunu da taşımaktadırlar.

Âlemde her bir şey, kendisine hükmeden ve tecelli mahallini o şeyde bulan İlâhî bir ismin hükmü altındadır. Dolayısıyla, Hakk’ı ancak halkda, yani âlemde tanıyabiliriz. Bu da eşyaya dair bilginin, zorunlu olarak Hakk’a dair bilgiyi öncelemesi anlamına gelir ki, şuurunda olsa da olmasa da insanın tüm arayışları Rabb’ini, yani kendisine hükmeden İlâhî ismi bilmeye dairdir. “Büyükler”, “kendini bilen Rabb’ini de bilir” hadisinden muradın bu olduğunu söylerler. Dolayısıyla, kendini bilmeyen insan kaba ruhludur; ne başkasını ne de Rabb’ini bilir. Böyle bir insan gerçekten utanılacak bir şeydir, kalbi duygulardan çok sayılarla, çizelgelerle doludur. Bu tür insanlarla aynı hayatı paylaşıyor olmak, zarif ve asil mizaçlara çok zor geçer. Zira bunları harekete geçiren tek şey maddedir. İnsan kendi ürettikleriyle harekete geçirilir. Tanrı rolüne soyunup da kendi eksiksiz imgesini görmek isterken kendi kendini yitiren insan modeli tam da budur; isyandadır ve iflastadır. Dış yüzden temâşa ettiklerine ruh gözüyle bakmak, kavramlarla keyfî bir biçimde kategorize edilmelerine yönelik her türlü girişime mâni olmak, sadece suretler yardımıyla kavranabilen mânâyı “okumak” gibi bir derdi, tasası yoktur. İlgi duyduğu şeylerin hakikatle bir bağının olup olmaması yahut ahlâkî bir nitelik belirtmesi önemli değildir. Önemli olan ona sağladığı faydadır... Kendisini bu amaca ulaştıran her türlü araç mubahtır. Zaten bu insan modelinin hayatında belirleyici olan hukuk da, kendi ahlâkının form kazanmış halidir: Belli bir milletin belli bir sınıfının, çıkarların belirlediği iradesinin meşrulaştırılması, yargının ayrıcalıklı kesimler lehine özelleştirilmesinden ibarettir.

Doğu’nun, özellikle İslâm dünyasının bugüne kadar olmamak ve benzememek için direndiği ruh, bu ruhtu... Ve ihtiraslarının sınırsızlığıyla mefluç bir hale gelmiş bu ruh Doğu’nun insanında bir Avrupalı gibi şahsî mülkiyet duygusunun olmamasını, buna rağmen kendisini mülksüz hmemesini, toplumuna, devletine duyduğu güven duygusunu yitirmemesini hiç anlayamadı. Kendi dünyasından başka dünyalar olabileceğine bir türlü akıl erdiremedi. Hâlâ “gelişmişlik”in; ruha dair hiç bir şey içermeyen, düz bir hatta giden ahenksizliğin ağır bedelini ödemeye devam ediyor. İnsanın iş işten geçmeden hiç bir şeyi anlayamaması, ibret almaması ne kadar da acı.

“Batı modeli”nin artık dünyayı kavrayamadığı, değiştiremediği, dönüştüremediği çok net bir biçimde görülüyor. Kapitalizmin lider ülkesi Amerika’nın, Amerikan Merkez Bankası (FED) eliyle kalpazanlık yaparak, dünya ticareti üzerinde baskı kurarak doları rezerv para konumunda tutması, kendini finanse ettirme şansı da giderek azalıyor. Tüm ümidi Güney Doğu Asya’nın elindeki en verimli sermaye fazlası kaynaklara el koymaktı; fakat kapı dışarı edildi. Çaresizliğin ezilmişliği içinde, şimdilerde Suud’a haraç kesiyor; itibar açlığını, aptal olduğunu asla bilmemek gibi aptallara has bir ayrıcalığa sahip Suud üzerinden gidermeye çalışıyor.

Velhâsılı kelâm, Doğu’su ve Batı’sıyla tüm değerlerini yitirmiş, “çivisi çıkmış”, geçerli tek kuralın kuralsızlık olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İllegalite artık bir devlet politikası; mâli disiplinsizlik, şiddet tehdidi ve tekeli ferdlerden devlete geçti. Nihaî krizin en büyük göstergesi olan “kurumsal dejenerasyon” ise had safhada. Denetimden kurtulanların çokluğu denetimi imkânsız kılarken, resmî yapıların karmaşıklığı kendi içinde düzensiz, gayri resmî yapılar üretti. 11 Eylül’ü bir trajediye dönüştürenler bunun üzerinden suçu, şiddeti sıradanlaştırıp her türlü hukuksuzluğu yapmayı kendilerinde bir hak olarak görüyorlar. Uyduruk bir istikrar adına dünyanın en kokuşmuş rejimlerini destekliyor, kendilerine biat etmeyen ülkelerin liderlerini darbelerle deviriyor, insanlarını öldürüyor, ülkelerini işgal ediyorlar. İşin vahim tarafı lider kıt! Daha da vahimi, kesintisiz hayatı içine alıp ona bir form, topluma da yeni bir ruh, yeni bir kimlik ve şuur kazandıracak bir “bütüncül yapı”nın arayışında olan kimse yok! Ne yazık ki, kendi hazinemizin dilencisi gibi yaşamak hoşumuza gidiyor. Aydınımız entelektüel bir meraktan yoksun. Ortaya konulan “Büyük Gerçeklik” ise, kendi komedyalarını yüksek ve değerli bulan, yanlış inancını yasa haline getiren “zavallılar” nezdinde “yalan”a dönüşmüş; “domuzların önüne saçılmış inci” durumunda. Krizlerin kaynağında da bu var. Bundan büyük kriz mi olur?  

 Mevlüt Koç

Aylık Dergisi 170. Sayı

adminadmin