Kültür
Giriş Tarihi : 14-07-2019 11:00   Güncelleme : 14-07-2019 11:00

Can Çekişen Batılı Kent Kültürü

Her bakımdan ’ileri’ medeniyetin yegâne numunesi olmakla övünen Batılı kent kültürü can çekişiyor.

Can Çekişen Batılı Kent Kültürü

Gelişmiş altyapısı, düzgün mimarisi, estetik yerleşim düzeni, dikkat çeken temizliği, tarih, kültür ve doğaya olan saygısı ile göz kamaştıran şehirler ırkçı tazyik, baskı ve kışkırtmalarla birer etnik adacığa dönüşme eğilimi sergiliyor. Siyasette her geçen gün ağırlığını daha fazla hissettiren ırkçı tazyik, bu şehirleri kendi kabuğuna çekilmeye zorluyor. Savunduğu insani değerleri alaşağı eden bu zorbalığa karşı koymada sağlam bir irade sergileyemeyen şehirlerde hayat içe doğru büzülüyor, daralıyor. Bu şehirlerde yabancıların hareket etme, nefes alma alanları giderek küçülüyor. Avrupa kent kültürüne rengini veren çoğulcu iklimin nimetleri yabancılardan birer birer esirgeniyor.

Bu gidişatla bir gün gelecek, bu şehirlerin kapıları dışarıya sımsıkı kilitlenecek.
Sokaktaki ırkçı damar, yabancıları şehrin dışına sürme sürecini hızlandırmak için zaman zaman etkili bir gözdağı vermeyi ihmal etmiyor: Utoya adası katliamı (Oslo-Norveç); Christchurch cami katliamı (Yeni Zelanda). İki saldırıda toplam 127 kişi iki cani terörist tarafından hunharca katledildi. Afrika’nın iki vahşi kabilesi birbiriyle kıran kırana vuruşsa bu kadar zayiat olmazdı herhâlde. İki cani masumlara ölümcül darbeyi, hem de medeniyetin göbeğinde en umulmaz mekânlarda ve en savunmasız anlarında indirdi: kampta ve camide!
Irkçı beyaz öfke, birinci saldırıda arada tek tük göçmen çocukları varsa da esas itibarıyla kendi gençlerini hedef aldı. "Yabancıya kucak açan benden değildir!" mesajını verdi. İkinci saldırıda ise, ırkçı beyaz nefret, yıllarca yan yana yaşadığı yabancı toplumu camide hedef aldı. Mesaj gayet açıktı: "Topraklarımdan bir an önce defolup gitmezseniz, nerede olursanız olun, ister camide ister evde ister sokakta, sizi yaşatmam!"
Bu veya benzeri gözdağı niteliği taşıyan her terör eyleminin ardından ırkçı zorbalık bir müddet köşesine siniyor, içerden ve dışardan gelen şiddetli lanet okumalarına kulak veriyor, bir müddet kendini unutturuyor, herkesin onu unuttuğu anda en umulmaz mekânda yeniden parlayıveriyor. Her yeni saldırı ona gücünü test etme imkânı sağlıyor. Her yeni hamlesi biraz daha büyük ve daha gelişmiş silahlarla oluyor. Terör kurbanlarının kanından besleniyor ve bir sonraki eyleme biraz daha büyümüş, serpilmiş vaziyette çıkıyor.
Ne yazık ki bu teröristleri cesaretlendiren koyu ırkçı siyasetçiler de var; pahalı smokinleri ile arzıendam eden bu nefret yüklü sorumsuz siyasetçilerin yanına ırkçı medyayı, ırkçı vakıf ve kuruluşları, ırkçı entelektüel ve akademisyenleri, ırkçı gazeteci ve yazarları da eklemeliyiz.
Halka, tahminlerinizin ötesinde geniş maalesef!
İslamofobik kampanyanın failleri ve ardındaki kazanç sektörünün ballı üyeleri olan bu ırkçı güruh İslam ve Müslüman düşmanlığında da el eledir. Kur’an-ı Kerim yakan radikal sağcı ırkçının öfkesinin derecesini ölçebilecek bir aygıt tanımıyorum. Dikkat edilirse onunki salt İslam düşmanlığından çok ötedir; o aynı zamanda bir din düşmanıdır.
Onun gibiler için ülkelerindeki Müslüman varlığı fevkalâde rahatsız edicidir, zira Müslüman tahammül edilemez bir öteki’dir. Onun için Müslüman, bünyedeki ur mesabesindedir, amansız bir düşmandır. O ve benzerleri, Umberto Eco’nun teşhis ettiği gibi, kendi yarattıkları düşmanla kendi yeryüzü cehennemlerini yaratırlar. (U. Eco, Düşman Yaratmak, Doğan Kitap, İstanbul 2014, s. 38.)
Bütün mücadeleyi onu yok etmek üzerine kurgularlar…
İçten içe sinsi bir ur gibi büyüyen bu ırkçı damarın, her biri Batı medeniyetinin estetik, modern örnekleri olmakla övünen bu şehirleri birer etnik adacığa döndürme hayali bir gün gerçekleşir mi bilinmez ama ortada aşikâr bir gerçek var: Batı’nın kent kültürü bir kopuşun eşiğinde. Irkçılık, Avrupa kent kültürünün insancıl, sevecen, güler yüzlü, birbirine bağlı, medeni özelliklerini teker teker yok ederek onu vahşi bir yalnızlığın kucağına ittiğinde bu kopuş tam manasıyla gerçekleşmiş olacak.
Batı’nın kent kültürü ırkçı öfkenin elinde can çekişiyor. Şayet bu ırkçı öfkeyi boğamazsa, kendi temellerine dinamit koyarak onun dipsiz, zifiri karanlık çukuruna yuvarlanmak gibi bir kaderle karşı karşıya kalacaktır.
Bu aynı zamanda Batı medeniyetinin çöküşü de demek olacaktır.
Suni korkular üretmek
Irkçı damar kendi inşa ettiği düşmanla kendi kimliğini ve varlığını pekiştirirken, Batılı değerleri her platformda göğsünü gere gere savunanları da eziyetli bir içe çekilmeye zorluyor. Genel tabloya bakıldığında bu, onların dümen suyuna girerek farklılıktan rahatsızlık duyanların, farklı unsurlarla kaynaşmaktan kaçanların sayısını günbegün arttırıyor. Batı’nın şehir kültürü, tekrar geçmişin yalıtılmış, soyutlanmış kale duvarlarına çekilerek kendini dışarıya kapatıyor. Üretilen suni korkuların gölgesinde Batı, kendi bağrında türeyen bu ırkçı damara her geçen gün daha fazla teslim olurken, kendisi ile savunduğu değerler arasına da yüksek duvarlar inşa ediyor.
Duvarların ardına örülen dünyanın içine çekilmenin, Batı’nın mevcut kent kültürünü bir tersyüz ediş demek olduğunda şüphe yok. Kendi içine tıkılmışlığın sıkıcı ve monoton dünyasında kaybolan herhangi bir Batı şehrinin kendi fiziksel estetik ve güzelliğini muhafaza etse de kutsadığı manevi değerlerinden kopuş yaşayacağına inananlardanım. Bu değerler aynı zamanda Batı medeniyetinin tutunduğu değerlerdir. Bu değerlerin olmadığı bir dünyada Batı medeniyetinden söz etmenin ne derece mümkün olabileceği tartışmalıdır.
Düşünsenize…
Değerlerinden soyulmuş, kısır bir Batı! Gönüllü nefretin elinde kutsalından yalıtılmış bir Batı medeniyeti! Bir avuç ahlâksız, vicdansız ilkel yaratık tarafından kuşatılmış bir Batı şehri! Katliamlarıyla medeni şehrin sokaklarını ve mabetlerini kan deryasına çeviren gözü dönmüş bir grup caniye teslim bayrağı çekmiş koca bir şehir halkı!
Batı için düşünülebilecek en kötü senaryolardan yalnızca birkaçı bunlar...
Ya aklıselim galip gelecek, topyekûn bir şahlanışla bu ırkçı damarın can damarı kesilecek ya da karanlık bir geleceğe onunla birlikte kürek çekilecek. Bu manada Hitler, Batı için asla unutulmaması gereken açık bir örnektir. Bırakın ırkçılığı, din ve mezhep ayrılığının keskinliği Avrupa genelinde törpülenebilmiş değildir.
Sözünü ettiğimiz trajik kopuşu azgın sel sularına kapılan birinin durumuna benzetebiliriz. Azgın sularla hızla sürüklenen birinin can havliyle aradığı şey, tutunacak bir daldır. Tutunacak dal yoksa azgın suların bu kişiyi hangi kayaya çarpacağını Allah bilir.
Burada akıbetin toplu bir yok oluşa sürüklenmek olacağını tahmin edebiliriz.
Irkçı nefret ölçüsüzdür
Başkasını yok ederek kendi değerini ispatlama peşindeki ırkçı damarın peşine takılmakla azgın bir canavarla aynı mağarayı paylaşmak arasında bir fark görmüyorum. Daima hayali düşmanlar oluşturup onlarla savaşarak varlığını sürdüren bir ırkçı damar var Batı’da.
Bu öfke ve nefret damarı, tarihin derinliklerinden getirdiği inançlarını, tarihi tecrübelerinden süzdüğü değerlerle dev barok katedrallerin ve modern yapıların gölgesinde harmanlayan ve bu karışımı ’evrensel’ kabul edip derin bir tutkuyla koruma, yaşama ve yaşatma azmi sergileyen her Batılıya da düşmandır. Bu düşmanlığın en tipik örneği Norveç’in Utoya adasında yaşanmıştır. Gözünü yabancının malına ve canına dikmiş bir ırkçının lügatinde bu değerlerin hiçbir anlam ve önemi yoktur. Anders Breivik için yabancılara kol kanat geren her Norveçli de yok edilmesi gereken bir ‘yabancı’ idi. Batı kültüründe yabancı, aynı zamanda, görünmez, düşünülemez, tarif ve tahmin edilemez, kaygı ve korku salan bir canavardır, tam bir muammadır. Hastalık ve mikrop yayan, pis kokan bir Öteki’dir.
Diğer taraftan, ırkçı nefretin kendini de, gerekirse yok edecek bir öfkeyle yüklü olduğunu görmek gerekir. Irkçılık bir tür yamyamlıktır; dehşet ortamından haz alır; et ve kandan beslenir. Vahşi ruhların hayvani iştahını kabartan ’üstün’ ve ’eşsiz’ olma duygusunu teskin edebilecek bir güç yoktur. Bu duygu yeryüzünde ilk yeşerdiği andan itibaren amansız bir virüse dönüşmüştür. Günlük dille onu tanımlamak imkânsızdır. İnsanlığın ortak mantık ilkelerini, ortak aklıselimini ihlâl eder, hükümsüz bırakır. Kendi doğruları vardır ve bunları dayatmak için gözünü karartır. İnsanların kaynaşmasından nefret eder; farklılıklardan tiksinir.
Damarlarında ırkçılık virüsü gezinen biri ölümcül olma riski taşır. Kendi dışındaki her şeye karşı açık bir körlük ve derin bir inkâr içindedir. Öteki varlık onu huysuzlandırır. Ona göre iyi ve kötü, dost ve düşman arasındaki sınırı belirleyen ayrım ırktır, ten rengidir. Karşıtlıkların içini doldurmak için mantıki gerekçeler bulmak zorunda hissetmez kendini. Öyleyse öyledir; daha doğrusu, öyle olması gerektiği için öyledir.
Claude Levi Strauss, bir Kuzey Amerika mitosundan bahseder. Bu mitosun kahramanlarından biri, Vaşak, diğeri ise Kır Kurdu’dur. Kedigillerden olan Vaşak için köpekgillerden olan Kır Kurdu bir can düşmanıdır. Rüzgârı ele geçirme hedefinde yok etmesi gereken bir hedeftir Kır Kurdu. (C. L. Strauss, Hepimiz Yamyamız, Metis Yay., İstanbul 2014, s. 69.) Bu mitostan yola çıkarsak, bir ırkçı için de ’yabancı’ hep bir Öteki’dir, aynı mekânı asla paylaşamayacağı bir can düşmanıdır.
Şu hâlde, Batılı kent kültürünün gelecekteki sahipleri bu ırkçılar olacaksa bu, Batı için sözün bittiği yerdir. Bu, Batı’nın gelecekte alacağı şeklin ne olacağı sorusunda en karanlık tahmin olacaktır.
Sokaklarının ırkçı öfkenin naralarıyla ve silah sesleriyle inlediği bir Batı mı? Farklılıkların el ele mutluluğu ve özgürlüğü doyasıya yaşadığı bir Batı mı?
Hangisi?...
Tercih Batı’nın elbette.

Prof. Dr. A. Bülent Baloğlu / Diyanet Dergisi

 

adminadmin