Kültür
Giriş Tarihi : 20-05-2018 08:00   Güncelleme : 20-05-2018 09:06

Çileli bir ömrün yolcusu: Salih Mirzabeyoğlu

28 Şubat tüm hızıyla sürerken, bir isim diğerleri arasından sıyrılıp manşetleri süslüyordu: Salih Mirzabeyoğlu. Siyasete genç yaşlarında giren, Necip Fazıl’ın “Yıllardır aradığım ses” dediği, İslam şuurunu teoriye dökmek gayretinden, 28 Şubat sürecinde işkencenin somutlandığı isim haline gelen Salih Mirzabeyoğlu’nun bu kez geçirdiği beyin kanamasıyla gündeme geldi. Onunkisi yıllarca tecrit edildiği hücrede bile aklını ve imanını korumaya çalışan bir adamın hikâyesi.

Çileli bir ömrün yolcusu: Salih Mirzabeyoğlu

Okul kapısında başlayan gözaltının bu kadar uzun süreceğini tahmin eder miydi, bilinmez. Her şey apar topar olmuştu, işkenceyle alınan ifadeler yıllara yayılan zor günlerin habercisiydi. Bütün yaşadığı acılara rağmen, ondan bir mesaj isteyenlere şöyle dedi:

“Allah yar ve yardımcıları olsun. Müslümanlarla ilgili ise şuurlu olmalarını tavsiye edebilirim. Kuru politikaların esiri olmasınlar. Bu durumu aşsınlar. İçgüdülerini akılla denetim altına alıp, aklı da İslam’ın emrine versinler.”

28 Şubat’ın mağduriyetlerle örülen hikâyeleri içinde o özel bir yere sahip. Geçirdiği beyin kanamasının ardından Yalova Devlet Hastanesi’ne kaldırılan ve ameliyatın ardından beyin ölümünün gerçekleştiği duyurulan Mirzabeyoğlu’nun 68 yıllık ömrü mücadeleyle geçti.

10 Mayıs 1950’de Erzincan’da seyyid bir ailenin çocuğu olarak doğan Salih İzzet Erdiş’in adı ilerleyen yıllarda silikleşti, o kendine seçtiği isimle, Mirzabeyoğlu’yla anılacaktı. Siyasetle tanışıklığı gençliğinin ilk demlerinden başladı, ilk, orta ve lise öğrenimini Eskişehir’de tamamlayacak, 15 yaşında Necip Fazıl Kısakürek’le tanışacaktı. 1994’te verdiği bir röportajda bu tanışıklıktan şöyle söz etti:

“Evvelâ şunu söyleyeyim: Necip Fazıl’ın üslûbunun dünya görüşüne ve misyonuna ait sırrını ilk defa ben işaretledim… Her şeye sahtesinin musallat olması gibi, ‘ah, ne üslûb, ne erişilmez!’ gibi lâflar… ‘Falancaya benziyor ama, ondan da üstün!’ filân… ‘Kültür Davamız’ isimli eserimde, onun üslûbunun, fikre ait mânâsını işaretledim: ‘Derinliğin derinliğini ve anlatılamazın anlatılamazlığını hissettiren…’ Önce şunu anlamak lâzım: Görme melekesinin görülecek şeyle anlaşılması gibi, hayâl bir melekedir… Tasavvuru, sureti idrak eder… Sembolün hakikati de budur; çoluk çocuk sembolü değil… Bunu hissederiz, sonra fikrederiz… Onun üslûbundaki sembol, mecaz, teşbih ve istiare gibi unsurlar, İslamcı bir estetik idrakının temelleri ve diyalektiği ile iç içe! Malûm veya olmalı… Bizim için, ‘doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!’ Fikrin kendini değil de, düzenini ve tertibini ifâde eden ‘diyalektik’ ne ise, doğru ve iyinin zarafet ambalajını gösteren estetik de ‘güzel’e nisbetle o… Doğrunun güzellik usûlüyle âlet özellikleri içinde temini… Fikrinde ve sanatında, telkin ve sindirmenin dili… Bu mânâda, rahmetli Üstadımızın nesri de şiir dilidir… ‘Mensur şiir’ filân demiyorum… Üslûbu kelime tertibi açısından değil de kelimelerin arasına kıvrılmış bir his edâsı olarak anlarsak, onun üslûbunu dış yüzden birilerine benzetenlerden ayrılmış oluruz… Doğruyu güzellik usûlüyle veren adam…”

Büyük Doğu’nun öğrencisi

Siyasetle tanıştığı günden itibaren, baskılar gözaltılar da hayatında oldu. 1979 yılında İslami gençlik hareketi Akıncıların kurulmasına ön ayak olan isimlerden biriydi. Bu sicil, 12 Eylül 1980 askeri darbesinde gözaltına alınmasına yetti.

Mirzabeyoğlu, siyasallaşan Müslümanların teorisi üzerine kafa yorarken, 12 Eylül’ün ülkeye çöken kasvetinin de etkisiyle, 70’lerdeki çizginin daha da sertleştiği bir yöne bakmaya başladı. Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” fikrini alıyor, bunu bir devlet teorisi içinde yeniden yorumluyordu. 70’lerde Milli Görüş geleneği içinde şekillenen fikirleri, 80 sonrasında bir devlet teorisine kadar uzanacaktı. “Silahlı mücadele ne reddedilebilir ne de kabul edilebilir bir şeydir” diyor, fikirlerini kitleler önünde anlatmayı değil, kitaplarda yazmayı tercih ediyordu.

Necip Fazıl onu nasıl mirasçısı olarak görüyorsa, o da “Üstadım” diyerek onun fikirlerini takip ediyor, Büyük Doğu düşüncesine uygun bir teori inşa etmeye çalışıyordu. ‘Başyücelik Devleti’ olarak adlandırdığı bir devletin hayalini inşa etmiş, bu konudaki fikirlerini “Bitaraf olan bertaraf olur” şiarıyla çıkan Taraf dergisinde anlatmıştı.

28 Şubat’a giden süreçte Mirzabeyoğlu adının terör eylemleriyle beraber anılmasıyla dikkatleri daha çok üzerine çekmeye, daha çok hedef haline gelmeye başladı.

28 Şubat döneminde ilk tutuklanan isimlerden biri Mirzabeyoğlu oldu.

İşkence altında oruç

Gözaltı sürecinden başlayarak Mirzabeyoğlu’nun mahkeme süreci de, tutukluluğu da 28 Şubat sürecinin işkenceyle olan yakın ilişkisinin örneklerinden biri oldu.

Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne götürülürken, çok ağır bir işkenceden geçtiği görülüyordu, üstelik mahkemede bile bu gizlenmemiş, özellikle göz önüne çıkarılmıştı. Ramazan ayıydı, Mirzabeyoğlu, gözaltında da oruç tutmaya devam etti. Örgüt evinde yakalandığı iddia ediliyordu, oysa çocuğunun okulu önünden gözaltına alınmıştı. Akit Gazetesi’ne verdiği röportajda o günleri şöyle anlattı:

“28 Aralık 1998’de öğle sıralarında gözaltına alındım. Bir okulun önünde çocukları beklediğim sırada birkaç sivil otomobil hızla gelip önümde durdu. Otomobilden inen kişiler hiçbir kimlik göstermeye dahi gerek duymadan ‘hadi gidiyoruz’ dedi. Ellerimi kelepçeleyip, gözümü bağlayıp beni İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’ne götürdüler. Terörle Mücadele’de günlerce gözaltında kaldım. Sorgudan geçirildim. O dönem İstanbul İl Emniyet Müdürü olan Hasan Özdemir ve savcı olduğunu tahmin ettiğim dördüncü bir kişi de sorgu sürecine katıldı. Bizim gözaltı ve yargılama sürecimiz başından sonuna tiyatroydu. Zaten bunu açıkça da ifade ettiler. Sorgucular arasında bulunan ve isminin Bahri olduğunu öğrendiğim komiser ‘Aslanım, kimse senin kitaplarını okumayacak. Buradan savcının önüne ne giderse odur. Başka bir şey yok’ diyerek, bu sorgulamanın asıl amacını izah etmiş oldu. Bizi hiç tanımadıkları sordukları sorulardan belliydi… O güne kadar yazdığım onlarca kitabın birini bile okumamışlardı. İBDA’nın ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Ramazan’da gözaltına alındım. Korkunç bir baskı altında devam etti sorgu. Tabii adı sorgu. Aslında niyet belli: İşkenceyle istenilen sonucun alınması. Kimi zaman 14 saat aralıksız sorguda kalıyordum. İrademi kırmaya çalışıp, tüm suçları kabullenmem isteniyordu. Durum öyle bir hal almıştı ki ifademi yazıya döken Komiser Bahri, yanında bulunan diğer polise dönerek ‘Bir şey çıkmaz bu ifadelerden. Araya İBDA-C falan sıkıştırmak lazım’ şeklinde yönlendirmelerde bulunuyordu. Günlerce süren baskı dolu polis sorgusuna oruçlu ve uykusuz nasıl dayanabilirsiniz. Belli bir saatten sonra ‘Artık ne olacaksa olsun. Bu iş bir an önce bitsin’ diye düşünüyor insan. Emniyet savcılık ve daha sonra o ibretlik yargılama süreci başladı. Mahkeme safahatı zaten biliniyor. Hakimi değişti. Sedat Karagül gitti, yerine Metin Çetinbaş geldi ve karar açıklandı. Karar metnindeki ifade aynen şöyle: ‘Kumandan Salih Kod Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tespit edilememiş olmakla beraber… Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer.’ Bir tiyatroya dönüşen yargılamanın kararı ancak böyle verilebilirdi ve verildi.”

Cezaevinde süren eziyet

2001 yılında idamla yargılanırken, idam cezasının kalkmasının ardından cezası ömür boyu ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Böylece 16 yıl süren cezaevi günleri de başlamış oldu. Baskılar cezaevinde de sürdü. Tek başına bir hücrede kalıyor, beyin fonksiyonlarının telegram kullanılarak yönlendirildiğini söylüyordu:

“Uzunca bir süredir Telegram yöntemiyle, çeşitli görüntü ve seslerle işkenceye maruz kalmaktayım. Günlük yaşantım Telegram’ın bendeki etkisine göre değişip şekilleniyor. Bilindiği gibi hücrede tutsak durumdayım. Üç hücrenin ortak kullandığı bir havalandırmaya açılıyor hücrem. Her gün saat 13.00 ile 16.00 arasında buraya çıkmama izin veriliyor. Ancak bu zaman dilimine gelindiğinde ben çıkmak istesem de Telegram’ın üzerimde bıraktığı etki sebebiyle, uğradığım işkence sebebiyle bitkin düşüyorum ve havalandırmaya çıkacak halim olmuyor.”

Yaşadıklarına rağmen, af istemedi. Af istediği konusundaki iddialara da kızıyordu:

“Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan bir yazı gönderdiler. Aynen şöyle diyor: ‘Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Cumhurbaşkanlığı’na hitaben sunup bakanlığımıza gönderilen 12.05.2012 tarihli dilekçesinde, hastalığı sebebiyle kalan cezasının affı talebinde bulunan Bolu F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu bulunan Salih İzzet Erdiş’in muayene sonucu Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu tarafından düzenlenmiş, hali hazır durumda hastalık, bunama, kocama hali olmadığı anlaşılmıştır.’ Bakın benim böyle bir talebim olmadı. Bu dilekçeyi ben vermediğim halde adeta ben böyle bir talepte bulunmuşum gibi yazı kaleme alınmış. İradem dışında Adli Tıp Kurumu’na götürüldüm. Araştırıldığında Konya’dan kimliği belli olmayan bir şahsın başvurusu görülüyor. Yargı kararlarının iptali veya yenilenmesine ise olumsuz bir tavrım söz konusu değil. Ama hastalık, bunama gibi şeylerle ilgim yok.”

Af istemiyorum

Cezaevinde de üretmeye, yazmaya devam etti. Müslüman dünyanın dertlerini düşünüyor, onlara uygun çözümler bulmaya çalışıyordu:

“Arap Baharı ile aslında Müslümanlar ne kadar fikirsiz olduklarını gördüler. Yıllarca halklarını sömüren diktatörler öyle veya böyle devrildi, fakat boşluk doldurulamadı. Mısır’da Hüsnü Mübarek, Libya’da Muammer Kaddafi devrildi. Peki ne oldu? Yerine şuurlu bir yapı oturtulabildi mi? Aksine, Müslümanların ne kadar hazırlıksız olduğu ortaya çıktı. İstenilen şey zaten Müslümanları şuursuzlaştırmak. Yönetim kabiliyetlerini zayıflatmak ve hatta yok etmek. Bilinç algısı kapalı, ne yapacağını bilmeyen bir İslam kitlesi istediler. Bunun aksini iddia eden, bir fikir ortaya koyan herkesi yok etmek istediler.”

2014 yılında tahliye edildiğinde, yine de yaşadığı yıllara bakarak şikayet etmiyor, başına gelenleri İslam davası adına ödenmiş bir bedel olarak niteliyordu:

“Ben davam bazında bakıyorum olaylara. O gözle değerlendiriyorum. Önemli olan Müslümanların faydası. Benim bu uğurda çektiğim sıkıntılar, İslam davası baz alındığında önemsiz kalır. Ayrıca kuru kuru dışarı çıkan olmak da istemiyorum. Bunun bir anlamı yok. Buradan ikide bir de götürülüp ifade vermekten, Adli Tıp doktorlarına bir şeyler anlatmaktan sıkıldım. Bir süre sonra her şey başa sarıyor. İnsan aynı şeyi anlatıp anlatıp duruyor. Bu durum çok rahatsız edici. Bundan sıkıldım.”

Onlarca eser üretti. Eserleri binlerce insana ulaştı. Yaşadıklarını anlatmak, ümit etmekten hiç vazgeçmedi. Üstadının öğrencisi olma gayretiyle yaşadı. Ve onun Çile şiirinde anlattığı gibi:

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak…

Ayça Örer / Gerçek Hayat

adminadmin