Köşe Yazıları
Giriş Tarihi : 18-02-2017 09:05   Güncelleme : 18-02-2017 09:05

Cumhurbaşkanı Erdoğan Şiir Okudu Diye Hapse Atılmadı

28 Şubat 1997 Post-modern Darbesi Türkiye’de unutulmayacak derecede kötülüklere ve hıyanetlere sebep olmuştur. Faşistler dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek kadar küstah, aşağılık ve çirkin davranış içine girmişler, akla ziyan darbe icraatlarının yanında bir de yargıyı kendilerine benzetmişlerdi. Hatta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanını (İBB) görevde iken Ziya Gökalp’in şiirini okudu” diye hapse atmışlardı. Lakin işin aslı bu değildi. Peki, neden böyle bir işe kalkışmışlardı?

Cumhurbaşkanı Erdoğan Şiir Okudu Diye Hapse Atılmadı

Bunun çok sebebi var. Bunlardan önemli olarak gördüğüm ve kendimle de alakalı sadece bir tanesini anlatmak istiyorum. İşte Erdoğan’ı hapse tıkmalarının sebebi şiir miir değil ordudan atılan askerleri İstanbul Büyükşehir Belediyesinde işe almasıydı.

1997 yılı Türkiye’si, tarihte görülmedik bir faşist baskı altında idi. Faşist General ve Amiraller ve bunların sivil uzantıları, hiçbir dönemde olmadığı kadar küstahlaşmış edepsizce işler yapıyorlardı. Hükümeti deviren bu askerler yaptıkları davranışlar ile tarihe kara bir leke olarak geçmişlerdir. Şimdilerde yargılamaları devam ederken “minnoş kedi”  tiplemesi ile karşımıza çıkıp yaptıkları edepsizlikleri inkâr ediyorlar. Fakat Anadolu çocuğu bu ayakları yemez! Artık kimseyi de böyle şirinlikler ile kandıramazlar…

Düşünün ne günler yaşamıştık. Devrin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, Başbakan’ın vermiş olduğu davette “Burada rakı yok mu?” diyor. Rakı getirip zıkkımlanacak kadar küstahlaşıyordu.

O dönemde İBB Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, bu faşistlere direnen belki de tek kişiydi. Ordudan eşi başörtülü diye atılan yüzlerce askeri başkanlığını yaptığı İstanbul’da işe almıştı. Türkiye’nin her yerinde baskılar öyle şiddetli idi ki bütün belediye başkanları göreve getirdiği askerlerin işlerine son vermek zorunda kalmıştı. Fakat bu Tayyip Erdoğan direniyor faşist generalleri iplemiyordu bile…

Bu durum faşistler için kabul edilemezdi. Ne yapıp edip Erdoğan’ın burnunu sürtmek gerekiyordu. Sonunda Siirt’te bir şiir okudu diye hapse attılar. Dünya siyasi tarihinde emsali olmayan böyle bir suçtan dolayı hapse atılması ancak 28 Şubat faşistlerine yakışır bir davranıştı. Erdoğan’ın yerine adı Ali Müfit Gürtuna olan ve her emredileni yerine getiren zavallı bir adamı İBB Başkanlığına getirdiler. O da ilk icraatlarından biri olan benim gibi yüze yakın askeri Belediyeden attı. Kısaca bir kamu kurumundan daha atılmıştık. Suçumuz ise çok büyüktü! Namaz kılıp içki içmemek ve eşlerimizin başörtülü olmaları idi Bu ise tahammülü mümkün olmayan bir itaatsizlikti. Faşistlerin keyfi öyle istemişti canım ne var bunda!

Dönemin yargı mensupları ise bu faşistleri çılgınca alkışlıyor durumdan vazife çıkarıp benim gibi dinine bağlı askerlerin canlarına okumak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. Fakat biz de o günlerde o şiirdeki gibi “'Minareler süngü, kubbeler miğfer; camiler kışlamız, müminler asker. Bir şey beni sindiremez; gökler, yerler açılsa, üzerimize tufanlar, yanardağlar saçılsa” diyorduk. Zira biz oyuz ki; imanıyla övündüğümüz ecdadımız, titretici şeylere hiçbir gün diz çökmemiş; zaferlerin kapısı, Anadolu'nun tapusu Malazgirt'ten ta Çanakkale'ye imanın geçilmez kalesine kadar bizi zaferden zafere koşturan şey işte şu anda içinde bulunduğumuz inanç birliğidir” demekten geri durmuyorduk.

Ordudan eşlerinin başörtüsü nedeniyle atılmış olan binlerce asker Erdoğan ile birlikte direniyor, baskı ve yıldırmaya karşı meşru haklarını kullanarak mücadele ediyordu. İşte darbecileri ve diktatörlük heveslilerini çıldırtan neden buydu. Yoksa şiir yüzünden kimse hapse atılmaz…

1912 yılında yazılmış bu şiiri Siirt'te okuduğu için 1999 yılında Pınarhisar Cezaevi'nin yolunu tutan Erdoğan, yılmadı, sinmedi halka sırtını dayayarak ve Allah’ın izni ile direndi, önce Başbakan şimdi de Cumhurbaşkanı oldu.

Darbeci Generallerin ve onlarla işbirliği yapan siyasetçilerin değil, milletin dediği oldu. Hâlbuki CHP zihniyeti ve darbeci faşist generaller o günlerde mangalda kül bırakmıyorlardı. 28 Şubat darbesi 1000 yıl sürecek diyorlardı. Halkımıza ve kendilerine engel olarak gördükleri dindar askerlere dünyayı zindan etmek için adeta yemin etmişlerdi.

İşte o dönemde Deniz Kuvvetlerinden atılmıştım. Binlerce asker arkadaşım gibi ekmek parası derdine düşmüştüm. O güne kadar “rızkı veren Allah’tır, işten atılırsanız korkmayın, Allah bir kapı kapar bin kapı açar” diyerek asker arkadaşlarıma destek oluyordum. Lakin büyük bir karamsarlık ve sıkıntı bütün ülkeyi sarmıştı. Bu arada kamu ve özel kurumlarında çalışmak üzere arkadaşlarımızla birlikte  müracaatta bulunuyorduk.

Darbe günleri herkes birbirinden korkuyor dindar bildiğimiz işadamları dahi bizlere iş vermekten kaçınıyordu. Alın terimizle, emeğimizle yeniden çalışmaktan men edilmiştik. Böyle bir zamanda istisna olan tek bir şahıs vardı. İşte o şahıs Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dı. Bizlere başkanı olduğu İstanbul Büyükşehir Belediyesinde görev vermişti. Ben de o dönemde İstanbul Su Ürünleri Hal Müdürlüğünde Müdür Yardımcısı olarak göreve başlamıştım.

İBB’de benim gibi yüze yakın asker emeklisi göreve başlamıştı. O dönemde İSKİ ve Belediye yolsuzluklardan kurtulmuş su sorunu ve belediyecilik hizmetlerinde büyük başarılar kazanmıştı. Mezbelelik olan İstanbul Balık Hal’ini modern bir yapıya kavuşturmuştuk. Yolsuzluğa batmış birçok kurumu asker arkadaşlarımızın yardımı ile büyük çabalarla görevini layığı ile yapan kurumlara dönüştürmüştük.

Zaten ülkemizin Erdoğan’ı ilk tanıması burada olmuş İstanbul şehrini olağanüstü başarılı bir şekilde yöneterek şu anda gelmiş olduğu kariyerinin ilk basamağını gönüllere taht kurarak geçmeye muvaffak olmuştu.

İstanbul da güzel icraatlar olurken ülke genelinde felaketler yaşanıyor kriz üstüne kriz çıkarılarak devlet söğüşleniyordu. Darbeci faşist generaller, ABD, Batılı güçler ve hasta Ecevit sayesinde ülke yangın yerine dönmüştü. Ekonomik krizler, Apo’nun paketlenip Türkiye’ye teslim edilmesi ve Feto’nun ABD’ye götürülüp hıyanetine burada devam etmesinin yolu açılmıştı.

Erdoğan’ın biz dindar askerlere sahip çıkması ve istihdam etmesi darbeci koalisyonu çileden çıkarmıştı. Ne yapıp ettiler, bir şiir okudu diye yargıyı da arkalarına alarak Erdoğan’ı tutuklattılar ve hapse attılar. Yerine de darbecilerle işbirliği yapacak kadar omurgasız birini İBB’ye yerleştirdiler. O da kendine yakışanı yaptı ve benimle birlikte İBB’de görev yapan asker kökenli memurları bir bir temizledi.

O tarihlerde YAŞ kararları Anayasanın 125. Maddesi gereğince yargıya kapalı olduğu için hukuki yollardan hiçbir şey yapamamıştık. Bize kalan tek ve son yol olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de aleyhimizde karar vermişti. Gavur da gavurluğunu yapmıştı kısaca…

O tarihteki durum şu şekilde idi: Başörtülü eşi olan orduda görev yapamaz yetmedi kamu da da çalışamazdı. “Yok artık!” diyenler olacaktır. Lakin bunları bir bir yaşadık. Elimde mahkeme belgelerim ve resmi evraklar var, isteyen olursa ibraz edebilirim. Resmen bizlere cüzzamlı muamelesi yapılıyordu. Fakat biz de aynı Erdoğan gibi yılmadık mücadelemize devam ettik.

YAŞ kararı yargıya kapalıydı ama Belediye Başkanının kararları yargıya açıktı. Hemen İstanbul İdare Mahkemesinde dava açtık ve sonunda kazandık. Bu olay şimdiye kadar başarılı olduğumuz ikinci icraat idi. Birincisi ise ASDER’i kurmuştuk. Lakin Gürtuna, darbecilerle işbirliği yapıyordu ve zorunlu olmadığı halde bizler hakkındaki olumlu kararı kaldırmak üzere Danıştay’a temyiz davası açtı. O tarihlerde çok politize olmuş olan Danıştay; hemen Gürtuna’yı haklı buldu ve benim gibi 30’ a yakın kişi üçüncü defa kamudan atılmak durumunda kaldı.

İşte üçüncü defa kamudan atılınca bu sefer ticaret gemilerinde çalışmaya başladım. 2. Kaptanlık ve gemi süvariliği yaparak Rabbimin yazdığı rızkımızı dünyanın bir ucunda aramaya koyulduk. Kaptanlık yaparken başımıza gelen bu olayları bir gazetede yazmaya çalıştım. Bu sayede yazar olduk. Hatta iki tane de kitap yayınlayarak dindar insanların başına gelen olayları dile getirmeye çalıştım. O dönemde müstear isim kullanıyor “Vehbi Horasanlı” olarak makaleler yazıyordum. Aynı isimle “Bahriyede 15 Yıl” ve “Altı Ayda Altı Kıta” isimli 2 kitabımı yayımladım. Haklı davamızı anlatmaya çalıştım.

Bu dönemde yaptığımız en önemli icraatlardan bir tanesi ise ASDER’in kurulmasıydı. Fakat bu iş çok zor olmuştu. Çünkü resmen devletle mücadele ediyorduk. Meşru haklarımız için mücadele ederken sanki devlete karşı geliyormuş gibi bir hava vardı. “Devlete kafa tutulmaz” denilerek destek beklediğimiz kesimlerden köstek yiyorduk. Bu da yetmemiş gibi sivil toplum örgüt yönetiminden habersiz olan bizler kurmaya çalıştığımız kooperatif vakıf ve dernek çalışmalarında birbirimize giriyor, doğru dürüst çalışma dahi yapamıyorduk. Birbirimizi dinlemeye tahammül etmeyi işte bu dönemde ASDER’e katılan Adnan Tanrıverdi Paşa sayesinde öğrenmeye başladık.

Bir kısım arkadaşlarımız “içimizde devlet ajanları var, takip ediliyoruz” diyerek korku ve vesvese veriyorlardı. İşte o günlerde şunu söyleyerek bu sıkıntının aşılmasında yararlı oldum. Dedim ki “Yahu bir devlet düşünün 10 bine yakın askeri ordudan çıkarsın ve bunu takip etmesin. Hiç böyle şey olur mu? Elbette bizi takip edecekler. Lakin bizler; haklı ve meşru davamızda bundan korkup haklarımızı almak için mücadele etmez isek Ruz-i Mahşerde ne yüzle çıkıp hesap vereceğiz”. Bu sözüm üzerine arkadaşlarım bana hak verdiler ve bu vesvesenin önüne geçmiş olduk.

İşte azmin sonu zaferdir. Sabrın sonu selamettir. Müspet hareketle mücadele ede ede onca badireyi atlatarak bu günlere geldik. Baskı ve zorbalığa karşı direnen Erdoğan ve arkadaşları ise devletin en üst makamlarına geldiler. Şimdi yeni bir referandum ile faşist generallerin dayattığı bir anayasayı düzeltmeye çalışıyorlar. Devleti yönetememesi için uydurulan onca faşist anayasa maddesini bir bir kaldırıp yerine güçlü bir Türkiye için gerekli anayasal değişiklikleri yapmaya çalışıyorlar. Allah muvaffak etsin diyerek hem dua hem de referandumda “evet” demek gerekiyor, vesselam…

Vehbi KARA

 
Recep YAZGANRecep YAZGAN