Kültür
Giriş Tarihi : 06-01-2019 14:00   Güncelleme : 06-01-2019 14:26

Danko Maksim Gorki

Danko Maksim Gorki

TAKDİM

Konusu bir Danimarka halk efsânesine dayanan bu hikâye, M. Gorki’nin “Staruha İzergil” isimli ve kahramanın ağzından masal tadında anlatılan üç hikâyesinden sonuncusudur. Biz bu tercümeye, daha sonraları “Yanan Yürek” ismiyle müstakil yayımlanan baskıyı esas aldık. Bu hikâye, daha evvel, Vartan İhmalyan tercümesiyle Can Yayınları Çocuk Edebiyatı serisinden “Danko’nun Yüreği” ismiyle yayımlanmıştı. Büyüklere de hakiki mesajlar ihtivâ ettiğine inandığımız bu hikâyenin çocuk kitabları sayfalarında kalmasına gönlümüz razı olmadığından, onu yeniden tercüme ederek Akademya okuyucularının dikkatlerine sunmak istedik. (Kenan Duru)

Bir kavim yaşardı yeryüzünün kadîm devirlerinde. Yurt tuttukları toprağı geçit vermez ormanların sardığı ve yalnızca önü bozkıra açılan bir yerde. Neşeli insanlardı onlar, güçlü ve cesur hem de. Ancak gün geldi ve öyle bir dönem başladı ki, beter ölümden bile: Bir yerlerden çıkagelen başka bir kavim, sürdü yörenin eski sâkinlerini içi bataklık ve karanlık ormanın derinlerine.

Dallarını sımsıkı birbirine kenetlemiş asırlık ağaçlardan oluşan öylesine yaşlı bir ormandı ki bu, görünmüyordu gökyüzü bile. Güneşin ışıkları o gür yapraklar arasından zorlukla yol bulabiliyordu bataklığın üzerine. Üstelik güneşin bataklık suyuna vurmasıyla yayılan zehir, sebeb oluyordu insanların bir biri ardınca ölmesine. Kabilenin kadın ve çocukları bu hâl karşısında gözyaşı dökerken, kahroluyordu erkekler hiçbir çare bulamamanın üzüntüsüyle.

Kaçınılmazdı terk etmek ormanı; fakat ya gitmeliydiler gerisin geriye, zorba ve acımasız düşmanın olduğu yöne; veyahut gitmeliydiler ileriye, köklerini yapışkan bataklık çamurunun derinine salan ve kuvvetli dallarıyla birbirini kavrayan o dev ağaçlar arasından ormanın içlerine. Yoktu bu ikisinden başka yol önlerinde.

Gündüz taş gibi sessiz ve kaskatı o ağaçlar, can gelmişçesine ölüye depreniveriyordu akşam çökünce. Hele hele kamp ateşi alevlendiğinde, harekete geçiyorlardı insanlar etrafında azgınca ve köklerinden sökülürcesine. Ve insanları çepeçevre saran bu zifiri karanlık hâle, boğucu bir küme hâlinde tutmaktaydı sürekli onları, hem gündüz hem gece. Hâlbuki uçsuz bucaksız bozkırın açık ufkuna alışkın insanlardı onlar, yaşayamazlardı böyle. Korkularına korku katan daha dehşetli başka şeyler de vardı yine: Ağaçlar bir ağızdan boğuk boğuk uğuldamaya başlıyor, mırıldandıkları ölüm şarkılarıyla tehditler savuruyordu rüzgârın vurmasıyla ormanın tepesine.

Güçlü insanlardı aslında onlar, öyle sakınacak değillerdi bir vakitler yenildikleri düşmanlarıyla savaşmaktan ölümüne. Ne var ki savaşarak ölümü göze almaya bir mani vardı önlerinde: Zira onlar bir vasiyetin taşıyıcısıydılar, ölmeleri onlarla birlikte hayattan silinmesi, yok olması demekti vasiyetin de. Ormanın kulakları sağır edici uğultusu altında ve bataklığın zehir saçan kokuşmuş havasını soluyarak, o bir tek uzun geceden ibaretmiş gibi süren zamanı geçirmeleri bu yüzdendi, evet sırf bu yüzdendi yaşamaları boyun eğerek zillete. Ateşten yayılan gölgelerin etraflarındaki sessiz gösterileri çoktan başlamış olurdu, onlar elleri koynunda bir ümit kırıntısına bile razı bekleşirken öylece yığıldıkları yerde. Bunlar gölgelerin birer oyunu olmaktan ziyâde, ormanla bataklığın habis ruhlarının zafer gösterisi olarak görünürdü kendilerine… Oturup kederli kederli düşünmek, işte buydu onların faaliyetleri yegâne.

Artık dönmüşlerdi ümitsizliğin tükettiği bir kitleye… Korku büsbütün esir almıştı onları ve işlemişti içlerine. Bataklığın saçtığı zehirden ölenlerin cesetleri başında kadınların kopardığı feryatlar ise, umutsuz alınyazılarıyla yaşayan bu insanların korkularını katmerleştiriyordu aynı şekilde. Derken korkakça sözler işitilir oldu ormanda, başlangıçta ürkek ve fısıltıyla ama sonraları giderek yükselen bir sesle… Artık kendi ayaklarıyla gidip, gelmişlerdi hürriyetlerini düşmana hediye etmek isteyecek hâle. Öyle bir hâlet içindeydiler ki, ölümden korktuğu kadar korkmuyordu köle olmaktan kimse… İşte herkesi kurtaracak olan Danko, zuhur etti tam da bu demde…

Erkek güzeli bir gençti Danko; zaten hep yiğit olur güzeller her devirde.

Danko’ydu seslenen onlara şöyle:

– Arkadaşlar, yoldaki taş yerinden kalkmaz öylece düşünmekle. Eyleme geçmeyenin hiç bir şey geçmez eline. Niçin kederli kederli düşünüp harcayalım gücümüzü, evet ne diye? Kalkınız, aşmaya bakalım ormanı; dünyada her şeyin bir sonu olduğu gibi, bu ormanın da bir sonu olmalı elbette. Haydi canlanın; gidiyoruz hep birlikte!

Danko’ya baktılar dönüp de. İçlerinde onlara baş olmaya en lâyık olanın o olduğuna kimsede yoktu şüphe. Zira sonsuz bir güç, kor gibi bir ateş parlıyordu gözlerinde.

“Yol göstericimiz sen ol!” dediler kendisine.

Kabul etti Danko; artık kafile arkada, Danko önde. Ona inançları tam olduğu içindir ki, herkes gönül huzuruyla tâbi oldu ona bu zorun zoru seyahatte. O zifiri karanlık içerisinde, bir yanda doymak bilmez leş kokulu ağzıyla her adımda insanları yutan bataklık, diğer yanda birbirine dolanmış yılanlar gibi tepeden tırnağa dal budak salmış ağaçların oluşturduğu amansız engeller her yerde… Kan ve ölüm pahasına oluyordu attıkları her adım böylece. Sonu gelmez bir yolculuk hem de… Orman ne denli sıklaşıyorsa, o denli azalıyordu güçleri de. Ve derken, evet derken, onun gibi genç ve tecrübe yoksunu birinin kendilerini ormanda amaçsızca peşinden sürüklediğinden söz açarak, Danko’ya homurdanmalar başladı o süreçte. Danko ise tükenmez ve sapasağlam bir inançla, ne yaptığını bilerek yürüyordu en önde.

Yine bir gün, korkunç bir fırtına patladı ormanın üzerinde. Ağaçlar boğuk boğuk fısıldamaya başladı ürkütücü bir sesle. Ansızın öyle bir karanlık çöktü ki ormanın üzerine, sanki dünyanın doğuşundan bu yana geçen bütün geceler el birliği etmişçesine, bir ânda çökmüş gibi oldular ormanın tepesine. Dev ağaçlar arasından korkunç şimşeklerin eşlik ettiği küçük insanlar, yol arıyordu yürümeye. Bir o yana bir bu yana sallanan dev ağaçlarsa, uğultulu uğultulu kin ve öfke dolu şarkılarını gıcırdıyordu onlar bu boğuşma içindeyken yine. Ormanın üstünde çakan şimşekler de, mor ve soğuk ışıklarının taarruzuyla bir yanıp bir sönerek, korku üstüne korku zerkediyordu insanların kalbine. Ve şimşeklerin soğuk parıltısında canlı varlıklarmış gibi boy gösteren o ağaçlar, barikatlar kuruyordu karanlığın esaretinden kurtulmaya azmeden bu insanların önüne. Eğri büğrü uzun kollarıyla, durdurmaya çalışıyorlardı onları sıkı bir ağ gibi hapsederek içlerine. Dalların karaltıları arasından korkunç, kapkaranlık ve soğuk bir şeyler, gözetliyor gibiydi gidenleri çepeçevre. Bu zorlu hicretten güçleri tükenen insanlar, enkaza dönmüşlerdi ruhen de. Ne yazık ki, önlerinde yürüyen insanı, Danko’yu hedef yapmak daha kolaylarına gelmişti onlara, yâni takat erdiremeyişlerini itiraf etmeye mani o sinsi utancın doğurduğu hınç ve öfkeye. Danko’yu ehil ve emin bir yol gösterici olmamakla itham ettiler – aynen böyle!

Ormanın zafer naraları altında, titreyen karanlıklar ortasında, Danko’ya kükremeler başladı yorgunluk ve hınç duyguları içerisinde.

“Sen bir hiçsin Danko!” dediler, “başı ezilesi bir yılansın!” hem de. “Sana inanıp peşinden gitmek, zarar ziyandan ve mahvolmaktan başka bir netice vermedi bize. Bu yüzden öleceksin işte!”

Şu oldu Danko’nun  onlara söylediği, haklı bir gururun meydan okuması ile:

“Kurtar bizi diyen sizdiniz ve yaptığım buydu benim de! Hem, cesaretimdir baş kılan beni sizlere! Ya siz; söyleyin kurtuluşunuza yardımı dokunacak şekilde yaptığınız ne? Yalnızca yürümeyi görev bildiniz, koyun sürüleri gibi yürüdünüz sadece! Evet, sadece yürüdünüz bu uzun seyahatte, ama beceremediniz gücünüzü korumayı bile!”

Fakat bu şahlanış daha da köpürttü onları, karşılık verdiler “öleceksin Danko, öleceksin!” tehdidiyle.

Bu naralarla inleyip uğuldarken orman, karanlığı dilim dilim doğrayan şimşekler çakıyordu her yönde. Uğruna kendini fedâ etmeye hazır olduğu insanlara şöyle bir baktı Danko, hepsi birer canavara dönüşmüştü tek kelimeyle. Ruh inceliğinden hiçbir iz kalmamıştı başına çökmeye hazır onca insanın yüzünde. Anladı ki onlardan merhamet beklemek gibi bir umut beyhûde. İşte o zaman bir öfke çağlayanına döndü Danko’nun yüreği, fakat insanlara olan merhametinden dolayı hemen yatışıverdi bu öfke. Severdi insanları Danko, yüreği bir pınardı insanlık sevgisine. Şayet yol göstericiliği olmasa onun, muhtemelen ölecekti hepsi de. Bu ihtimal karşısında, onları kurtarmanın, onları kurtuluşa erdirmenin arzusuyla kor bir ateş gibi yanıp tutuştu kalbi bilâhare. Yüreğini saran bu güçlü ateş yansımıştı gözlerine de… Gözlerindeki alev alev yanan ateşi görüp de Danko’nun yüreğinin öfke çağlayanı kesildiğini zanneden halkı, ilk saldırının ondan gelmesini bir kurt gibi pür dikkat beklerken, bir yandan da sıkı bir çember içine alıyordu onu, alt edip hakkından gelmek için bir hamlede. Onların bu emeli Danko’yu pek derinden üzüp yaralamış ve yanan yüreğinin ateşi bir volkan gibi daha da kaynamaya başlamıştı bunu farkedince.

Orman ise gök gürültüsü ve yağan yağmurla birlikte, o ürkünç ve uğursuz şarkısını bestelemekteydi koro hâlinde…

Haykırdı Danko gök gürültüsünü andıran bir sesle; “halkım için tüm yapabildiğim bu kadarcık mı!” diye.

Ve ellerinin âni bir hamlesiyle yarıp açarak göğsünü, söküp çıkardı yüreğini Danko; ve tuttu onu başlardan yukarıda, yüksekte.

Güneş gibi ışıl ışıl bir parlaklıkla yürek, hattâ daha da ışıltılı bir parlaklıkla parlıyordu güneşten bile. Böylesine yüce bir insanlık sevgisiyle yanan bu meşale karşısında, orman gömüldü derin bir sessizliğin içine. Karanlık ise onun yaydığı ışıktan ürküp titreyerek, ormanı boydan boya kaplayan bataklığın iğrenç kokulu ağzından sıvışıp kayboldu derinlere. İnsanlar da heykel gibi taş kesilmişlerdi hayret dolu bakışları ile.

“Devam ediyoruz” diye haykırdı Danko, atılarak her zamanki yerine, en öne. Zira yüksekte tuttuğu yanan yürek, apaydınlık bir yol sermişti önlerine.

Danko’nun ardı sıra, büyülenmişçesine yeniden yola koyuldu kafile. Aynı ânda karşı bir saldırı kabilinden, yüksekteki dallarıyla yeniden uğuldamaya hamle etti ağaçlar, ama bu kez bozguna uğramış bir hareketlenmeyle. Fakat koşan insanların ayak sesleri, bu sefer bastırdı onların kopardığı gürültüyü; ağaçlar ne yapsa nâfile. Herkes yanan yüreğin mucizevî manzarasının çekimine kapılmış, diri adımlarla ve hiç korkmadan koşuyordu bir sürüklenme hâlinde. Yine ölenler oluyordu, fakat hiçbir ağlama ve sızlanma emaresi göstermeden ölüyorlardı artık, rıza gösteriyorlardı kaderlerine. Danko en önde koşuyordu olanca azmiyle. Elinde tuttuğu yanan yüreğin parıltısı, parladıkça parlıyordu o muazzam ihtişâmı ile! Ve işte birden önlerinde iki yana ayrılan orman, geride kalmıştı nihâyet o korkunç kesafeti ve dilsizliğiyle.

Danko ve onu takib eden halkı, ansızın daldılar güneş aydınlığının berrak denizine, taze yağmurla yıkanmış temiz havanın içine. Şimşekler arkada kalmıştı, geride ormanın üstünde. Işıl ışıl parlayan güneşin ve yalnızlıktan iç geçiren bozkırın manzarası çıkmıştı şimdi önlerine. Otlar yıldır yıldır parıldamaktaydı yağmurun inci tanelerinde. Nehirse akmaktaydı altunî bir renkte… Ve güneşin çekilmesiyle birlikte, gurub vaktinin ışıkları altında o nehir, duruldu Danko’nun kanayan göğsü renginde, kızıl bir renkte. Yiğitlik âbidesi Danko, sevinçle bir ân şöyle bir göz attıktan sonra engin bozkıra, ayak bastığı o hür topraklara; ve dudaklarında beliren gururlu bir gülümsemenin ardından, yığılıverdi yere –evet– Danko böyle öldü işte.

Sevinç içindeydi yepyeni bir umutla dolu kavmi de. Bu yüzden olsa gerek, ne Danko’nun öldüğünün, ne de ölü bedenin yanında alev alev parıldamaya devam eden yiğit yüreğin farkına vardı kimse. İçlerinden yalnızca biri, olan bitene dikkat kesilen ihtiyatlı biri, sanki bir şeylerden korkmuşçasına basıp eziverdi bu gururlu yüreği ayağı ile… Kıvılcımlar saçarak sönüverdi yürek işte bu şekilde… 

Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012, s. 218-221.

adminadmin