Kültür
Giriş Tarihi : 10-03-2019 11:30   Güncelleme : 10-03-2019 11:30

Darbeleri ‘Devrim’ Diye Yutturdular

Darbeleri ‘Devrim’ Diye Yutturdular

Osmanlı Sultan’ının Milli Mücadele’yi yürütmeleri için görevlendirdiği subaylar, İstanbul henüz işgal altında iken, kendi kontrollerinde olmayan İstanbul’daki Osmanlı Saltanatına 1 Kasım 1922’de BMM’de çıkardıkları bir kanunla ilk darbeyi yaparlar. Hz Ebubekir (r.a.) ile başlayan Hilafet Makamı ise Hanedan mensuplarından Abdülmecid Efendi’ye bırakılır. Ardından ilk iş olarak en güçlü muhalif ve devlet reisi namzeti Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923’de öldürtülür. Böylece önemli bir engel ortadan kaldırılmış olur. 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilan edilir. Sıra ise Müslümanların birlikteliğinin merkezi olan hilafeti yok etmeye gelmiştir. 3 Mart 1924 tarihinde ise Hilafeti ilgâ ve Hânedanı da sürgün eden kanun çıkarılarak, darbelerden Hilafet Makamı da nasibini alır. Böylede adına ‘devrim kanunları’ denilecek olan sürece geçilerek, bütün değerler bir bir yok edilir.

Şapka darbesi 
Men teşebbehe bi kavmin… Fehüve minhum. (Kim bir kavme benzemeye çalışırsa onlardan olur)
Hadisi-i Şerif (Ebu Davud, Ahmed bin Hanbel)
Ali Şükrü Bey cinayetiyle ülkede muhalefet yapacak tek platform da yok edilince Anadolu insanının bin yıllık değerlerine darbeler dönemi de sökün etmiş oldu. Bu darbeler içerisinde bilhassa şapka darbesiyle alfabe ve dil darbesine odaklanacağız. Şapka darbesi Anadolu’yu zorla batılılılaştırma projesinin dünyada benzeri görülmemiş bir numunesi olmakla bilhassa önem taşır.
25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan 671 sayılı “Şapka İktisası hakkında kanun” üç madde olarak çıkmıştır. İkinci ve üçüncü maddeler kanunun icrası için tarih ve merci belirler. Asıl kanun metni ilk maddede yer alır ve şöyledir.
Madde 1 – Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idarei umumiye ve hususiye ve mahalliyeye ve bilümum müessesata mensup memurin ve müstahdemin Türk milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını hükümet meneder.

BU NASIL BİR KANUN?
Cumhuriyet’in ilk yıllarında devlet yapısını laikleştirmek için çıkarılan Şapka Kanunu dâhil tüm kanunlar, “Devrim Kanunları” adı altında 1961 Anayasasının 153. maddesi, “İnkılâp Kanunları” ismiyle 1982 Anayasasının 174. maddesinde muhafaza edilerek anayasa hükmü haline getirilmiştir. Buna istinaden Şapka Kanunu hâlen yürürlüktedir. Yani şu anda şapka giymeyen tüm TBMM üyeleri, memurlar ve kamu hizmetlileri anayasaya göre suç işlemektedir. Üstelik kanunun son cümlesine göre “umumi serpuş” olan şapkaya zıt bir alışkanlık edinen vatandaşlar da aynı suçu işlemeye devam etmektedir. Koskoca ülkede bu suçu işleyen milyonları içeri atacak hapishane bulunmadığına, bulunamayacağına göre hayatın genel akışına ve sosyolojik teamüle zıt bir anayasa maddesinin varlığı elbette abesten başka bir şey değildir.

ŞAPKAYA NASIL GELİNDİ?
En uzun yüz yılında Osmanlı topraklarına ayak basan Edmon de Amicis’e ait şöyle bir tespit yapar:
“Eski kafalı Türk, değişmez bir katılıkla sarığını, kaftanını, sarı deriden geleneksel ayakkabılarını hâlâ giyiyor. En büyük sarığa sahip olan, bunların en inatçıları. Yenilikçi Türk ise çenesine değin iliklenmiş uzun siyah pardösü ile koyu renk pantolon giyiyor. Türklük alâmeti olarak üzerinde sadece fesi var. Aynı ülkede sanki tamamen ayrı iki millet var.”
Evet, Osmanlı son yüzyılında iyice şirazesini kaybetmiş, Mutezile’nin meşhur “el menzilu beynel menzileteyn” kavlince adeta iki cami arasında beynamaz bir sosyolojik manzaraya düçar olmuştur. Jön Türk olarak da tabir edilen yenilikçi nâmıyla maruf “Evropacı” kesim, Osmanlı toplumunun bütün kök değerlerine düşman kesilmiş, her şeyin baştan ayağa değiştirilmesi taraftarıdır. Nitekim Cumhuriyet devrinin önde gelen isimlerinden Kazım Özalp anılarında şöyle bir anekdota yer verir:
“31 Mart hâdisesinden birkaç ay sonra Arnavutluk’ta çıkan isyanı bastırmak üzere Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa Selanik’e gelir. İsyan bastırıldıktan sonra askerin giysisindeki subay giyimine yakışmayan bozuklukları görür ve ‘Bu serpuş işine çözüm bulunmalıdır’ diyerek askerin fikrini sorar. Mustafa Kemal hiç beklemeden ‘Şapka kabul edilmelidir’ der. Bu teklif çok cazip olmakla birlikte çok tepki de toplayabilirdi. Ancak uzun tartışmalardan sonra subaylar için kalpak, erler için kumaştan yapılmış, siperliksiz başlıklar uygun görüldü.”

VE KASTAMONU GEZİSİ…
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edilmiş, peşinden 3 Mart 1924’te Hilafetin, Şeriye ve Evkaf Vekaletinin, son olarak da medreselerin ilgası ile memleketi dinden arındırma hamlesi başlatılmıştır. 23 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya doğru yola koyulan Mustafa Kemal burada birkaç gün kalır ve başında panama usulü beyaz bir şapka ile şehirde turlar. 27 Ağustos günü İnebolu Türk Ocağı’nda toplanan halka “Bu serpuşun ismine şapka denir” ifadesinin yer aldığı meşhur konuşmasını yapar. Kastamonu ziyaretine ilişkin ilginç bir anıyı burada zikretmek lazım. Esnaf ile bir araya gelince oradaki birine “fesini göster” der. Esnaf fesini çıkarır. Fesin altında bir takke, onun üzerinde de abani sarık vardır. Bunu görünce Mustafa Kemal “Bunların hepsinin parası ecnebiye gidiyor” diyerek adamı bir güzel haşladıktan sonra mevzuya noktayı şu sözlerle koyar:
“Biz her noktayı nazardan medenî insan olmalıyız. Çok acılar gördük. Bunun sebebi dünyanın vaziyetini anlamayışımızdır. Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa kadar medeni olacaktır. Artık duramayız. Behemehal ileri gideceğiz. Çünkü buna mecburuz.”

PARA YİNE ECNEBİYE GİTMEDİ Mİ?

Kastamonulu esnaf “Para ecnebiye gidiyor” diye haşlanmıştı ama şapka darbesi yapılınca bunun parsasını toplayan yine ecnebi olmuştu. Bakın halen bir takım tesettürlü kadınlar ve kompleksli dindarların tercihe devam ettiği markanın kurucusu Vitali Hakko, ‘Hayatım Vakko” kitabının önsözünde ne diyor:
“Genç Cumhuriyetin ilk kuşağıydık. Bize hız veren Atatürk devrimleriydi. Şapka devrimi, kıyafet devrimi olmasaydı, kuşkusuz bugün Vakko da olmazdı.”
Şapkanın kumaşı kimden? Avrupa’dan…
Dikimi ve satışı kimden? Yahudi Vitali Hakko’dan…
Hani para ecnebiye gitmeyecekti?

BATILILAR BİZE GÜLÜYORDU?

O zamanlar yayınlanan bir France Militaire yazısında bakın, şapka kanunuyla nasıl eğleniyorlardı:
“Geleneksel ‘Türk kafası’ artık ne sarık, ne de fesle görülmeyecek. Gelgelelim yine Türk Kafası kalırsa ne yapacağız? Bizi kuşkulandıran da işte bu. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de uygarlığın ruhu üzerine yanlış bir anlama var. Ülkelerin halkı melon şapka giydikleri için uygar olmazlar. Bir millet terziler ve şapkacılarla uygarlaştırılamayacağı gibi, perukacılarla da uygarlaştırılamaz. Şimdi İstanbul sokaklarında polisler yasaya karşı gelenleri karakola götürüyor.”
Evet, aynen öyleydi. Galata köprüsünün iki yanını tutan polisler, başında fes gördüğü kimseleri kenara çekerek feslerini çıkarıp yere atıyor, direnenleri de emniyete götürüp bir güzel ifadesini alıyordu. Ankara’da da aynı görüntü vardı. Şehrin girişinde polisler nöbet tutuyordu. Başında fesle şehre girmeye çalışanları engelliyor, gerekirse derdest ediyordu. Şapka giyme mecburiyeti yüzünden talep patlamış, piyasada şapka bulunamaz olmuştu. Öyle komik manzaralar oluşmuştu ki, bazı erkeklerin başında kadın şapkaları bile görülüyordu.

ŞAPKADAN ÇIKAN DİPLOMATİK KRİZ

Yıl 1932… Yer Ankara Palas… Cumhuriyet Bayramı sebebiyle yabancı elçiliklere verilen balodayız. Mustafa Kemal yemeğini yiyorken başında fesle oturan Mısır Elçisi dikkatini çeker. Yemeği bitirir, elçiye kesin bir dille fesini çıkarmasını söyler. Üzerinde resmi kıyafetiyle oturan elçi bu talebi yerine getirmez. Bunun üzerine talimat verilen bir uşak gelerek elçinin başından fesi çekip alır. Bu muameleyi kendisine hakarat sayan Mısır Elçisi baloyu terk eder. Olay Türkiye ile Mısır arasında diplomatik krize neden olur. 2 Kasım’da İngiliz Daily Herald gazetesi, “Bir Fes Diplomatik Fırtına Koparabilir” manşetiyle meseleyi uluslararası kamuoyunun gündemine taşır. Mısır hükümeti Türkiye’ye nota verir. Notaya göre fes Mısır’ın milli başlığı olarak görülmektedir. Mısır Elçileri bu sebepten fes giymek zorundadır. Türkiye bir daha Mısır Elçisinin fesine karışmayacağına dair teminat vermelidir. Mesele yüzünden neredeyse ikili ilişkiler kopma noktasına gelir.

ŞAPKA DARBESİNİN MAĞDURLARI

Andrew Mango, “1925 Mart’ıyla 1926 Mart’ı arasında İstiklâl Mahkemeleri 138 idam kararı verdi. İçlerinden 20’i kadarı şapka kanununa muhalefet suçuyla ilgiliydi” diyor. Bu konuda başka sayı verenler de mevcut. Bu cezalandırma, bir anlamda taşra esnafını hükümete karşı bir muhalefet odağı olmaktan çıkarma amacını da gütmüştür. Şapka isyanları nedeniyle Erzurum ve Rize’ye dek Anadolu’yu dolaşan İstiklâl Mahkemesi, halkın nazarında hükümetten bile güçlü bir konumda görülmektedir. Zamanın başbakanı İsmet İnönü durumdan rahatsız olacak ve Mustafa Kemal’e şikâyette bulunacaktır. Bunun üzerine İstiklâl Mahkemeleri 1927’de kaldırılacak fakat Takrir-i Sükûn Kanunu 1929’a kadar yürürlükte kalacaktır.

ALFABE VE DİL DARBESİ

“Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi. Heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhlilali, tek mukaddese saygı göstermiş, kamusa… Heyhat! Batıda cinnet bile terbiyeli. Batının en talihsiz fikir adamı, bir ba’s-ü bad-el mevt hayaliyle avunabilir. Türk yazarı böyle bir teselliden de mahrum. Dil, Penelop’un örgüsü. Yirmi dört saatte bir sökülüp örülüyor.” Cemil Meriç

Anadolu’nun mânevi köküne tüm darbeler vurulmuş, sıra en son darbeye gelmiştir. Bu darbenin yıkıcılığı diğerleri ile kıyas kabul etmez durumdadır. Çünkü alfabe ve dil mevzusu, bir milletin yüzlerce, binlerce yıllık varoluş hikayesiyle doğrudan irtibatlıdır. Bin yıldır İslam alfabesiyle yüz binlerce ciltten mürekkep bir külliyat meydana getirmiş bir milleti, işte bu bin yıldan koparmanın tek ve basit bir yolu vardır. Alfabeyi değiştirir, dili kurbağa vıraklamasına çevirirsiniz. Bir bakmışsınız oluvermiş. Nitekim bugün öyle değil mi? Mushafın bir kenarına dedesi tarafından iliştirilen notu okuyabilen kaç kişi var memlekette? Dedesinin cepheden gönderdiği mektubu okuyan, anlayan torun kaldı mı?
1928 yılında zamanın Maarif Vekaleti yani Milli Eğitim Bakanlığı’nca bir alfabe encümeni kurulur. Encümen Arap harflerinden Latin hurufata geçiş için uzun bir takvime ihtiyaç duyulduğunu raporladığı halde Çankaya’nın beklemeye tahammülü yoktur. Bu iş ya olacak, ya da olacaktır. Çünkü iyi bilinmektedir ki, alfabeye ve dile vurulmadıkça bütün darbelerin tesiri bir noktada bitecek, son bulacaktır. Anadolu’nun mânevi kökleri ile bağı ancak alfabe ve dile vurulacak nihai darbeyle zedelenmiş olacaktır. Nitekim 1 Kasım 1928 günü TBMM’de kabul edilen 1353 sayılı kanun Arap hurufatı ile yazılan bin yıllık İslam harflerini kaldıracak, yerine 29 harften oluşan Latin harflerini getirecektir.

BİR ALMAN ORYANTALİSTİN DEĞERLENDİRMESİ

Yeni alfabenin kabul edildiği gün, Prusya Milli Kütüphanesi Oryantalizm Bölümünün Müdürü Profesör Dr. Gotthold Weil tarafından geniş bir değerlendirme yazısı basında çıkar. “Türk Dilinin İlgası, Yeni Sözlük, Dil Komisyonunun Görevi” başlıklı yazı ibret verici yorumlar ihtiva etmektedir.
“Ankara hükümeti oldukça girift, nakış gibi işlemek zorunda olduğu zor bir işe kalkışıyor ve Türk-Arap yazısını kaldırmak, Latin alfabesini almak istiyor. Yaklaşık bin yıl önce Türkler kendi dillerine pek uyum göstermese de dinî metinler bu alfabe ile yazılı diye Arap alfabesini kabul ettiler. Şimdi bu alfabe ilga edilir ve Hıristiyan Avrupa’da yaygın olan geleneksel Romen harfleri kabul edilirse, Türk milli devleti ile İslam dünyası arasında yeni bir set, yeni bir engel oluşacak. Kendi edebiyatını öğrenmek isteyen Türkler, Arap dilini ve kaldırılan Türk-Arap harflerini bir yabancı dil gibi öğrenmek zorunda kalacak.”
Elin oryantalisti haksız mı? Kendi edebiyatımızı asıl nüshalarından okuyup anlayacak kaç babayiğit vatandaş var?

Süleyman Şahin / Gerçek Hayat

adminadmin