Kültür
Giriş Tarihi : 24-02-2019 17:00   Güncelleme : 24-02-2019 17:00

Destanını Düşmanına Yazdıranlar

Destanını Düşmanına Yazdıranlar

Artık hasta adam denilen bir devletin her cepheden hedef alındığı; asırlara kök salmış varlığının ilmek ilmek sökülmeye çalışıldığı, hoşgörü, adalet, ihsan ve inayet temelleri üzerinde varlık mücadelesi verirken âdeta boğazı sıkılarak son nefesinin iştahla beklendiği; kökü derinlerde, hesabı cetvellerde olan bir savaştır Çanakkale…

Kendisini yok etmeye gelen milletlerin esir düşen askerlerine, atalarına yakışır bir şekilde muamele etmekten geri durmayan, Türk’ün hoşgörüsünü bu en çetin savaşta dahi cihana ispat noktasında şecaat gösteren bir milletin savaşıdır Çanakkale…

Orada yaşananlar ancak bir milletin yüreğindeki iman gücüyle süper güçlere meydan okumasıdır. “İstanbul elden giderse aldığımız eğitimin ne önemi vardır!” diyen mekteplilerin akıttıkları şehit kanlarıyla yazılan zaferin ismidir Çanakkale…

“Ya şehit ol, ya gazi. Yeter ki bu vatana düşman ayak basmasın.” diyen kahraman annelerin yüreklerindeki acı ve gururun tezahürüdür Çanakkale

Tarihî serüvenine baktığımızda; Türk Milleti, savaş taktikleri ve cesareti doğrultusunda kazandığı zaferlerin yanı sıra savaş hengâmesinde gösterdiği kahramanlık, esirlere olan muamele ve savaş kurallarına aykırı davranmamasıyla dünya milletlerince daima takdir edilmiştir. Öyle ki; aradan 101 yıl geçmesine rağmen ordumuzun cephedeki mertliği, düşmana karşı şefkatle muamelesi ve misafirperverliği hâlâ konuşulmaya devam ediyor.

Yakalandıktan sonra İstanbul'a getirilen AE-2 denizaltısı mürettebatından Charles Suckling, esir edildiği andan itibaren yaşadıklarını kendi el yazısıyla günlüğüne şu şekilde aktarmıştır:

“Gemiden indikten sonra tek sıra hâlinde yürüyerek askerî barakalar olduğunu düşündüğüm bir yere getirildik. Yolda yürürken sanki İstanbul halkının hepsi bizleri görmek için yol kenarına dizilmişti. Halktan herhangi bir düşmanlık gösterisi olmadı. Askerî barakalara geldiğimizde Türk bahriyeli elbisesi ve paltolar, terlik ve fesler dağıtıldı. Daha sonra üzerimizden alınan kıyafetler götürüldü ve içtima edilip fotoğraflarımız çekildi. Bir tercüman aracılığıyla bize hitap eden Türk komutan kendimizi birer esir değil, Türk Devleti’nin onurlu misafirleri olarak kabul etmemizi söyledi. Ne istersek kendisine söyleyecektik ve o da elinden geleni yapacaktı. Türk komutanlar bizi sükûnetle ve kibarca dinliyorlardı. (Argus Gazetesi, 3 Mayıs 1915.)"

Bir başka savaş esiri Teğmen John Pitt Cary'nin ülkesine döndükten sonra kaleme aldığı esaretle ilgili anıları şöyle: “Diğer subaylarla aynı evi paylaştım. Afyonkarahisar'da kaldığım süre içerisinde kara kalem çizimler ve yağlı boya tablolar yaptım. Bahçede bulduğum bir kaplumbağayı besledim..."

İstanbul’da esaret altında olan S.T Bell ise yazdığı kısa raporda denizaltının batışından sonra kendilerini vuran Sultanhisar torpido gemisine alınarak önce Çanak bölgesine götürüldüklerinden, daha sonra yine aynı gemi ile İstanbul’a getirildiklerinden bahseder. İstanbul’da kendilerine kuru elbiseler ve tütün verildiğini anlatan Bell, anılarında, "Bizlere iyi davranıldı, ancak denizaltımızın hareketleri ve daha başka denizaltının olup olmadığını sorgularken birkaçımıza sert davranıldı. (The Egyptian Gazette 19 Haziran 1915, s. 4.)" diye yazmıştır.

Savaşın devam ettiği ve en ağır çarpışmaların yaşandığı anlarda bile yaralı ve aç olan düşman askerilerine fedakârane muamele eden Türk askeri hakkında Argus Gazetesi’nde “Düşünceli ve Saygılı Türk Askeri” başlıklı bir mektup yer almaktadır. Gazetede yer alan makaleye göre, yaralanıp tedavi için yattığı hastaneden arkadaşına mektup yazan Avusturyalı Çavuş H. D. Collyer, şunları anlatır:

“Türklerin aslında iyi insanlar olduğunu biliyorum. İşte bunu kanıtlayan hatırladığım üç olay; bir keresinde on iki yaralı askerimiz, cephede Türk Kızılay ekibi tarafından bulunur. Esir alınmazlar. Yaraları sarılır ve kendilerine: ‘Sizinkiler gelip sizi alırlar.’ deyip giderler. Bir başka sefer Türk askeri, yaralı ve yürüyemeyen bir askerimizi bulur. Yaralarını temizleyip sarar. Onu kuytu bir yere yerleştirir. Arkadaşları tarafından bulunması gecikebilir endişesiyle de yanına, bisküvi ve su bırakır. Yine bir başka Türk, yaralı bir askerimizin yarasını sarar ve hemen gitmesini, aksi takdirde bir Alman subayı gelirse her ikisini de vuracağını söyler.”

Anadolu’nun 80 bölgesinde kurulmuş Usera Kamplarında esir alınan yüzlerce subay ve binlerce asker vardı. İtilaf askerlerine esaretten ziyade misafir hissi veren bu dikensiz, telsiz mekânlarda, asla bir taşkınlığa ve işkenceye mahal verilmiyordu. Korku, ümitsizlik ve büyük endişe içerisinde kamplara gelen İtilaf askerleri öldürülecekleri beklentisiyle geldikleri kampta misafir muamelesi gördüklerinde şaş-
kınlığa uğruyor ve bu şaşkınlıklarını yazmış oldukları mektuplarında ve bizzat şahit oldukları olayları kaleme alırken detaylarıyla anlatıyorlardı. Yaralı hâlde esir düşen bir Anzak askerine Miralay Hüseyin Bey’in "Savaşmıyorsan misafirsin, korkma artık emniyettesin. Biz Türkler misafirperver bir milletiz." sözleri cephe gerisindeki ilişkileri özetler nitelikteydi.

Sözlerimizi 19 yaşında geldiği Çanakkale Savaşı’nda yaralanıp esir edildikten sonra sakat kaldığı için ülkesine yollanmış Yeni Zelandalı Tony Fagan’ın, 1982 yılında kendisine Çanakkale Savaşı sorulduğunda asırlara ders niteliğinde olan cevabıyla sonlandıralım:

“… Evet, Gelibolu’yu hâlâ düşünüyorum. ‘Hiçbir savaş buna değer miydi?’ diye soruyorsunuz. Ayrıca, şu beyaz haçlar altında gömülü yatan, Yeni Zelanda’nın en seçkin evlatlarına da sorabilirsiniz. Tüm bunlara değer miydi? (Shadbold, M. Op.cit. sy.22, s.17-18.)”

Çanakkale’de can veren şanlı kahramanlara rahmet ve minnetle…

 Nermin TAYLAN / Diyanet Dergisi

adminadmin