Türkiye
Giriş Tarihi : 29-05-2016 14:00   Güncelleme : 29-05-2016 14:00

Dilce, Lisanen, Lûgavî

Yahudi ve Hıristiyanlara benzediğimiz, onları andırdığımız kadar değil, onlarla aramıza giren mesafenin büyüklüğü nispetinde ve büyüdüğü kadar Müslümanız

Dilce, Lisanen, Lûgavî
Yahudi ve Hıristiyanlara benzediğimiz, onları andırdığımız kadar değil, onlarla aramıza giren mesafenin büyüklüğü nispetinde ve büyüdüğü kadar Müslümanız. İslâm’ın neş’et etmesi gayri müslim âlemin bir enkaz, bir inanç harabesi durumuna düşmesi demektir. Kur’an-ı Kerîm’in nazil olmasıyla birlikte gerek Yahudilik ve gerekse Hıristiyanlık butlana uğramıştır hükmüne ulaşmamış herkes kâfirdir. Türkler bu hükmün arz üzerinde mücessem hale gelmesini sağladı. Bu sebeple her kâfir öncelikle Türk düşmanıdır. Çünkü Türkler tarih sahnesine çıkıncaya kadar beynelmilel sahada İslâm’ın kıskanç müdafii olarak bilinen bir millet kendini kabul ettirmiş değildi. Türklerin İslâm kıskançlığını Allah onlara bir lisan, dünya sathındaki yegâne İslâm dilini vererek mükâfatlandırdı. Bu itibarla Türk milleti için hakikatin tecellisinin ne mânâya geldiğini sual etmek elzemdir. Karşılaşılan bu çetrefil sualin cevabına Batılılaşma olgusunu miyar kabul ettiğimizde ancak ulaşabiliriz. Türkler hakikatin tecellisinden aradıkları lehte sonuca beklentilerini Avrupa’dan gelecek olana hasretmekle kavuşabildiler mi? İşbu ikinci sual birincisi gibi çetrefil değilse de onun cevabı çatallıdır. Karmaşıklığı sadeliğe tebdil etmek için Türkler denildi mi başka hiçbir şeyin değil, sadece varlık mihveri Kur’an olan milletin akla getirildiğini bilmek lâzımdır. Müslüman nüfusu bünyesinde barındıran her kavim, meselâ Araplar kendilerine Kur’an dışında bir varlık mihveri arayabilirler. Biz Türkler ise Kur’an nazil olmadan önce de bir millet olarak var idik deme gereği duymayız, üstelik istesek bile bunu diyemeyiz. Türkleri tarih boyunca Allah’ın kendilerine sundurduğundan fazlasına teveccüh etmeyen ve Allah’ın kendilerine verdiğinden azına rıza göstermeyen bir millet oluş şekli şekillendirdi. İşte bu yüzden Kur’an-ı Kerîm’den güç alarak yaşama ilkesinin terki anlamına gelen Batılılaşmak Türk kaderinin bir parçası mıydı; yoksa biz Türkler ne Doğu, ne Batı deyip vaktimizi Türk kalmanın şerefinden inhirafı takbihe tahsis etmenin sahasına mı sahip çıkmalıydık? Sahip çıkacak durumda mıydık? Maruz bırakıldığımız eziyetli imtihan Türklük bahsindedir.  Türk olsun, olmasın her insan için hakikat dünyaya gelme ve dünyadan gitme aralığında tecelli eder. İnsan denilen mahlûk kendisine dünya hayatından başka bir faaliyet imkânı bırakılmadığını bilen mahlûktur. Nasıl henüz dünyaya gelmeden insan olmamıza mahsus bir faaliyetimiz yok idiyse, dünyadan ayrıldıktan sonra da faal kısmımızın yok edilmişliğiyle temayüz edeceğiz. Ahiret olarak dünya tarlasında ekilenin biçildiği yeri biliyoruz. Her ne kadar biz Türkler bunu böyle bilsek de insanlığın başlama anından şimdiki zamana kadar dünyaya gelmeden öncesi ve dünyadan gittikten sonrası hususunda insanlığı bir müşterekte toplamak mümkün olmamıştır. Uzlaşma noksanlığı dolayısıyla çeşitliliğin ve hareketliliğin sözünü ettiğim aralıkta eksik olmadığına şahit oluyoruz. İnsanlığın derecesi dünya hayatında ölçülebiliyor. İnsanlığın derecesine atıfta bulunmak ne mümin veya münkir olunmadığı dünya öncesinde, ne de bu ikisinden hangisini olunduğunun hesabının verildiği dünya sonrasında dikkat çekicidir. Ne kadar dikkate değer olursa olsun hakikat her insanın umurunda mıdır? Hayır, her insana hakikate teveccüh etmek nasip olmaz. Hakikate sanat alanında teveccüh edilir. Niçin bilim, felsefe alanında değil de sanat alanında? Çünkü vücudumuzu hakikat karşısında hassas hale bilimsel çalışmalar, felsefî çabalar değil, sadece sanat eserleri getirir. Bir şeyin sanat eseri olup olmadığını nereden anlarız? Şuradan: O şey sanatçının elinden çıktıysa sanat eseridir. Sanat eserleri bütün zamanlarda ve bütün şartlar altında özgündür. Bu yüzden ortalığa sık sık onların kopyaları ve taklitleri çıkar. Neden? Vücudu hakikat karşısında hassas hale gelme fırsatı bulamamış kimseler toplumun çoğunluğunu teşkil ederler de ondan. Azınlıkta kalanlar sanat eseriyle temasları yüzünden mevcudiyetlerini sanat eserinin istihsal sahası şekline çevirir. Buna bazen yaşama sanatı denildiği de olur. Benim şiir sanatı vesilesiyle yaşama sanatına bulaşmış olmam okumakta olduğunuz yazılar tomarına, giderek bu kitaba seçtiğim serlevhanın “Dil ile İkrar” olarak belirmesini gerektirmiştir. Başka türlü, olamazdı, meselâ “dilce ikrar ”diyemezdim. Çünkü varsa benim bir çabam Türk ekini içinde bir kavramın, her kavramın Türklere doğrusunu anlatmaktan başka bir yöne dönük değil. Söz var ve sözün anlamı var. İnsan hayatı hangisinin hangisine takaddüm ettiği sualine merbut değil. Mükellefiyet insan hayatının neyle irtibatlı olduğunu izah eder. Mükellefiyetten şu veya bu şekilde sıyrılmış hayat insan hayatı olamaz. Arz üzerinde bütün ifadeler anlamlarını kazanmışlar ise ancak kendilerine mahsus ekin içinde kazanmışlardır. İsmet Özel, 27 Mayıs 2016 İstiklal Marşı Derneği
adminadmin