Kültür
Giriş Tarihi : 22-09-2019 08:30   Güncelleme : 21-09-2019 15:35

Dilin milliyeti, ahenk ve söyleyişte saklıdır

Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil 1948 yılında yayınlamış olduğu Türkçe Meselesi adlı eserinde Türkçe üzerine yapılan müdahaleleri ve bu müdahalelere karşı duruşları “ÖzTürkçeleştirme” döneminin canlı şahidi olarak aktarıyor. Sefa Toprak yazdı.

Dilin milliyeti, ahenk ve söyleyişte saklıdır

Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil 1948 yılında yayınlamış olduğu Türkçe Meselesi adlı eserinde Türkçe üzerine yapılan müdahaleleri ve bu müdahalelere karşı duruşları “ÖzTürkçeleştirme” döneminin canlı şahidi olarak aktarıyor.

"Okuyucularımla Türkçemiz üzerinde dertleşeceğim" diyerek söze başlayan Başgil, Türkçenin içine düşmüş olduğu durumdan dolayı üzerindeki "memleketçi bir münevver" olma hasletiyle neler yaptığını/yapamadığını uydurma dil meselesi ile nasıl mücadele ettiğini anlatıyor.

Başgil sözlerinin başında ısrarla Türkçemiz vurgusunu yapıyor zira zannedildiği gibi bu topraklar üzerinde "Osmanlıca, Öz Türkçe, Beyaz Türkçe, Kızıl Türkçe" gibi birkaç dilin olmadığını belirtiyor tıpkı Osmanlılar, “Öz Türkler” şeklinde ayrı millet kavramlarının olmadığı gibi. Bu noktada dile ve dildeki kelimelere de Arapçadır, Farsçadır, Osmanlıcadır diyerek ayrımcı yaklaşımın yanlışlığının altını çiziyor.

Dilini kaybetmiş bir nesil bilmediği her şeyi kendi çabasıyla bulmak zorunda kalacaktır

Dilin milliyeti kelime unsurlarının menşeinden ibaret değildir. Dile katılan millî hüviyet dil bünyesinde yer alan ahenk ve söyleyiş edasında gizlidir. Bu da dilin kelime haznesiyle elde edilen bir şey değildir, bilakis kullanıcıları tarafından yüzyıllar boyunca işlenerek elde edilen şekle üflenen ruh ve kelimelere yüklenen manalarla alakalıdır. Başgil'in bu konuda vermiş olduğu Süleymaniye Camii örneği ise meseleyi oldukça güzel özetliyor. "Süleymaniye Camimizin Türklüğü onu meydana getiren taşında tokacından mı ibarettir? Hayır! Onun millî oluşu inşâ tarzında ve terbindeki sanatındadır. Süleymaniye Camii’nin taşı mermeri, kumu suyu şuradan buradan getirilmiştir diyerek bunları yerli olmamakla suçlayarak söküp atmak o şaheseri tahrip etmek ve yıkmak olacaktır."

İşte bunun gibi Türkçemiz içindeki bazı kelimelerin de şu dilden bu dilden alınmış olduğunu ileri sürerek o kelimeleri dilden atmak, millet dilimizi yıkmak anlamına gelmektedir ki bu da bizim geleceğimize yapacağımız en büyük kötülüklerden birisi olur. Zira mazi ile âti arasındaki bağlantıyı dil sağlamaktadır. Atalar dilinin yıkılacak olması demek nesiller arasındaki bağın kopması demektir. Bu da manevi bütünlüğümüzün yıkımı anlamına gelmektedir. Dilini kaybetmiş bir nesil bilmediği her şeyi kendi çabasıyla bulmak zorunda kalacaktır. Mazisini karanlıklar içinde bırakmış olması onu elinde var olan değerlerden mahrum bırakacaktır.

Bizim dilimizin başına gelenler tarih boyunca hiçbir medeniyetin başına gelmemiştir. Tarihteki en devrimci millet olan Fransızlar bile sosyal ve siyasi hayatlarındaki her müesseseyi yıkmış olmalarına rağmen asla dillerine dokunmamışlardır. Çünkü biliyorlardı ki eğer dillerinde de devrim yapacak olurlarsa işte o zaman ne yapmayı arzu ettiklerini gelecek nesillere anlatamayacaklar ve millet olarak aidiyetlerini devam ettiremeyecekler.

Kitapta hükümet eli ile dile yapılan müdahaleler sert bir dille eleştirilirken, meselenin izahı da ilmî bir dille yapılmaya çalışılıyor. Dil, kendi yasalarını ve kurallarını kendi koyan çağın şartlarına göre kendi uyum sürecini yöneten ve asla dışarıdan müdahale kabul etmeyen bir kurumdur. Dil kendi mevcudiyetinin bağlı bulunduğu tarihi süreci (art zamanlılık) asla unutmayan ve her daim yaşanmışlıktan içinde izler barındıran bir ecdat mülküdür. Bu mülke zaman zaman dışarıdan giren yabancı unsurlar her zaman olmuştur. Fakat dil müessesi bu gibi durumlarda her zaman kendi menfaatini göz önünde tutarak ilerleme kaydetmiştir. Dil bir fabrika misali milli üretim haznesi olmuş ve kendi bünyesindeki kullanıcılarının ihtiyaçlarını gözeterek üretim yapmıştır. Dışarıdan gelen kelimelere kendi rengini ve söyleyişini katarak özümsetmiş ve Türkçeleştirmiştir. Artık o kelimenin menşeine bakmak yanlıştır, çünkü dil bünyesine kattığı bu kelimeye kendi mana ve edasını katmıştır. Bu noktada dile "bu kelime yerine bunu kullan" diktesi işleyen fabrikanın çarklarını bozmaktan başka bir işe yaramamıştır. Her ne kadar getirilen kelimelerin yapısı dilin genetiğine uygun olsa bile.

Baş eğdimse günahkâr olduğumdan değil, evlâd ü ayal yükünün ağırlığından eğdim!

Ali Fuad Başgil duyduğu vicdan azabının teskini için bu kitap içindeki yazıları kaleme aldığını söylüyor, çünkü kendisini bu konuda yeteri kadar mücadele etmemekle suçluyor, hem kendisini hem de çağdaşlarını sessiz kaldıklarından dolayı ayıplıyor. "Susmamalı idik. Fakat mazur görün: Baş eğdimse günahkâr olduğumdan değil, evlâd ü ayal yükünün ağırlığından eğdim."

Başgil böyle diyor ama yinede uydurma dil meselesi karşısında aslında hiç de mücadele etmemiş birisi değildir. O sadece elinden gelenlerin bu gidişatı düzeltmeye yetmemesinden dolayı üzüntü duyuyor. Zira o hem ilmî hem de siyasî katılmış olduğu bütün cemiyetler içerisinde bu meseleyi irdelemiş ve yanlışlarını ortaya koymuştur. Israrla oluşturulacak olan sunî bir dilin medeniyetimizi tehlikeye sokacağını vurgulamıştır. Kendilerine dil âlimi diyen kişilerin dile müdahale haklarının olmadığına dair şöyle bir örnek sunar. "Nasıl ki bir tarihçi tarih icat edemez, ruhiyatçı ruh tahsis edemez, öyle de dilciler de dil icat edemezler."

Başgil, kitapta o güne dair yaşadığı olaylardan da bahsedir. Anlatılan anılardan bir tanesi şu şekilde cereyan eder. 1941 yılında Başgil'in İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanlığı görevini icra ettiği sırada Maarif Vekili olan Hasan Ali Yücel'in emriyle üniversitelerde her bölümün hocalarının kendi ilmî terimlerini "öztürkçeleştirmeleri" isteniyor. Bu konuda da Rektör Cemil Birsel ara ara bütün hocalara bu konuda çalışmayı hızlandırmaları için telkinlerde bulunuyor. Bu telkinleri Ali Fuad Başgil ise hep "çalışılıyor" demekle geçiştiriyor, fakat hiçbir çalışma yapmıyor. Bir kaç ay sonra ise Hasan Ali Yücel çalışmaların sonuçlarını görmek için üniversiteye geliyor ve teker teker bütün bölümlerin yeni öztürkçe terimlerini sunmalarını istiyor. Tıp fakültesi ve fen fakültesi hocaları sunumlarını yaptıktan sonra bir ara söz alan edebiyat fakültesi hocalarından Prof. Râgıp Hulûsi yapılan bu çalışmaların yanlışlığından söz açıp biraz eleştirecek olduğu bir noktada Hasan Ali Yücel tarafından şiddetle aşağılanarak susturuluyor ve çocuk gibi azarlanıyor. Sunum sırası Hukuk Fakültesine geldiğinde söz alan Başgil de Ragıp Hulûsi'yi destekleyen sözler söyledikten sonra bu konuda hiçbir çalışma yapmadıklarını söylüyor. Hasan Ali'den beklenen tepkinin gelmesi üzerine sözlerine devam eden Başgil savunmasını yapıyor ve hukuk fakültesinin vaziyetinin ne tıp fakültesine ne de fen Fakültesine benzediğini çünkü bunların dillerinin serbest zümre dili olması hasebiyle kendi aralarında anlaşabileceklerini söylüyor. Hukukta ise işin böyle olmadığını Hukuk dilinin evvela kanun sonra da millet dili olduğunu ifade ediyor. Kanun ve hukukun insanlara meram anlatmak için var olduğunu ve hitap ettiği insanların diliyle yazılmasındaki mecburiyeti dile getiriyor.

Hukuk dilinin öztürkçeleştirilmesi için öncelikle kanun dilinin değiştirilmesini şart koşuyor. Bu çıkışı yapan Ali Fuad Başgil, Hasan Âli'yi köşeye sıkıştırıp pes ettirdiğini düşünür fakat kendisine gelen cevap daha bir felakettir. Hasan Âli, şartı kabul eder ve derhal bunun için çalışma başlattırır. Hükümet kısa bir süre içerisinde gerçekten kanunların dilini de öztürkçeye uyarlar.

Başgil, cereyan eden olaylar üzerine bir de İsmet İnönü ile olan görüşmesini aktarıyor kitapta. İnönü kendisine yeni kanun dili projesini nasıl buldunuz diye sorar. O da "İyi bulmadım efendim, Türkçemize yazık oluyor." der.

Başgil, meselenin sadece kelime değiştirilmesinden ibaret olmadığını, kelimeleri atınca mananın, his ve hayalin de beraber kaybolacağını İnönü'ye yüz yüze aktarır. Ve "Büyük Millet Meclisi" tabirini örnek gösterir. Bu tabirin insan zihninde canlandırdığı manaları anlatır. Büyük Millet Meclisi yerine getirilmek istenen "Kamutay" kelimesinin ise hiçbir çağrışımının olmadığını söyler.

Bu konuşma üzerinden çok geçmeden mecliste yeni kanun dili kabul edilir. Bu kabulden sonra Dolmabahçe'de Başgil, İnönü ile tekrar karşılaşır. İnönü ona, Müjde Başgil! İstediğin oldu "Kamutay" kelimesi düştü. Sizin "Büyük Millet Meclisi" kaldı. Nasıl memnun oldunuz mu?” diye sorar. Başgil ise gayet üzgün bir şekilde ancak "Sağ olun Paşam, buna da şükür" diyebilir.

Kitabın ilerleyen sayfalarında ise yine aynı amaç doğrultusunda Ali Fuad Başgil'in ferdî ve Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti ile birlikte yapmış olduğu çalışmalarına ve konuşmalarına yer veriliyor.

Bugün kullanırken pek de yadırgamadığımız üstünde durmadığımız birçok kelimenin piyasaya sürüldüğü o günlerin manzaralarını gözler önüne seren “Türkçe Meselesi”, zamanında verilmiş bir dil mücadelesini gözler önüne seriliyor.

Sefa Toprak yazdı

http://www.dunyabizim.com

adminadmin