Kültür
Giriş Tarihi : 30-04-2017 09:00   Güncelleme : 30-04-2017 09:00

Dişlerimiz Arasındaki Ceset’ten Savaş Bitti’ye (I)

“Ne var bu Üvercinka’da” diye sordum Turgut Uyar’a, “Niçin bu kadar gürültü kopardı bu kitap?”. On dokuz yaşındaki İsmet Özel’e şunu söyledi şair: “Yerçekimli Karanfil’in hazır ettiği ortama düşerse, tabiî böyle olur”. Vakıa köleleşme modernliğinin ve alternatif bilmezler semtindeki modernleşme güdüsünün göbeğinde cereyan ediyor. Türkler olarak bir yerdeyiz. Bu yer ne birilerinin bizi getirmek istediği yerdir; ne biz buraya gelme çabası gösterdik. Şiir ümidimizin capcanlı kalmasına fırsat verdi; ama şiirden ortaya neyi milletçe ümit etmemiz hususuna dair her hangi bir işaret almış değiliz.

Dişlerimiz Arasındaki Ceset’ten Savaş Bitti’ye (I)

Bu saatten sonra modernliğin her halükarda Âdem’e öğretilen kelimenin geçirdiği bir bunalım olduğunu anlasak bari. Bunalımlı modern insanın sözler ve vukuat arasında kalmış Buridan’ın eşeği gibi muallakta durduğunu görsek. Görüp anlayamasak bile elimizdeki tutamak noktası modern zamanların İstanbul’un Türkler tarafından fethi ile başladığını inkâr etmeğe şimdiye kadar kimsenin gücü yetmediğidir. Yani Türk’ü kenara itip modernlikten bahis açma sahtekârlığının âlemşümul keyfiyetini tezahür ettirebiliriz. Apaçık sahtekârlıktan bir karmaşa doğmamışsa ve doğmuyorsa bunun sebebi modernliğin aynı zamanda neyi kaybettiğini hatırlamayan, hatırlamadıkça teskin olan Türklerin baş gösterdiği tarihî vetireyi temsil etmesidir. Sanat tarihinin takvim şeridi 564 sene önceki Türk unutkanlığından günümüze uzanır.

Bu takvim boyunca çığır açan sanat yaklaşımının noksanlıkları verilen eserde sırıttığı halde açılan geçitten geçme kolaylığını kullanan sanatçı eseriyle maharet gösterdi sanıla geldi. Sanatçılardan birisi aşina olunan sanat dilinin hangi imkânlarının ihmal edildiğini fark ettirme uğruna takipçilerin nankör nazarlarından yara almağı göze aldı mı, ardından gelenin parsa toplama yolları daha kolay yürünür şekle girdi. “Bir medeniyet olgunluk dönemini çöküşe geçince yaşar”. Bu tarz aforizmalarla kendimizi avuturuz. İşin özü itibariyle mesaisini sanata hasreden herkes her devirde kendini insanlığın imdadına yetişmek için feda etti. Sanatçı ister edip, ister ressam, ister besteci olsun sanat dili ile ikrar edilebilenin sınırlarını zorlayarak kendine tahsis edilmiş yere ulaşmağa çabaladı.

Bu çaba hatırına sanatçılar aleyhine konuşmaktan imtina etmelidir. Bir sanatçıya sahasının cengâveri olması sebebiyle sanatçı dediğimizi hatırda tutmalıyız. Bizler samimi sanat takipçileri isek sanatın muhtevasının her hangi bir uzlaşı çerçevesine sığan bir anlam taşımadığı dikkatinden uzak kalamayız. Bizi tek ilgilendiren sanatçının bize ulaştıracağı ışık uğruna kendini yakma derdine düşüp düşmediği, bizi bayağı ve harcı âlem şeylere gönül eğdirme belâsından kurtarıp kurtarmadığıdır. Takvim şeridi boyunca Wagner’in veya Brahms’ın, Picasso’nun veya Matisse’in, Baudelaire’in veya Ziya Paşa’nın tarafını tutmak zorunda değiliz. Mecbur olduğumuz muktedirlere yaltaklananların kirlenmişliği bilincidir. Sanat takipçileri olarak temiz kalmamız için harama hile karıştıran günü kurtarıcılar safını, “sayyad-ı bî insaf” hizmetini terk etmemiz kifayet eder.     

Katolik kilisesi kapılarını ardına kadar bir Luther şakirdi Bach’a açıyor. Açmayıp da ne yapsın? Bestelerine bir yandan çocuklarının nafakasını çıkarmağa çare, diğer yandan ibadet şevkine vesile olsun diye emek veren Bach medeniyetin klasisizme yer açmasının öncüsü bir Barok temsilcisi kabul edilir. Barok ’un kollarından birini Rokoko ’ya uzatmasının sebebi de belki Haendel ’in Su Müziği diye bilinen süitlerini İngiltere Kralı I. George’un kendine karşı öfkesini teskin etmek için bestelemiş olmasıdır. Amellerin niyetlere göre oluşundan şüphe etmemize mahal yok.

Şimdilerde akıbeti dünya gündeminin ilk sırasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti XX. Hıristiyan asrının ilk çeyreğinde Dünya Sistemi’nin haddini bilme krizine girişi neticesinde doğdu. Bunalım öylesine derindi ki, henüz Londra merkezli Dünya Sistemi adı Türkiye Cumhuriyeti olarak konulan teşkilâtı doğuran şartların sıkıntısını atlatmaktan başka bir dert taşımıyordu. Türk toprakları üzerinde sisteme zarar veremeyecek muvakkat bir düzenin tesisinde zaruret vardı. O şartlarda dahi Türk topraklarında muvakkaten doğmamış yegâne şey içine İstiklâl Marşı’nın da sığdığı şiirdir. Şiir her zaman Türklüğün tutunabildiği yegâne şeydi ve hâlâ öyledir. Bunun yanı sıra yüz yıl önce duçar olduğu krizi Dünya Sistemi’nin hâlâ atlatamadığından haberdar olmak gereği vardır. Bu habere ulaşılırsa neyi yapmak, neyi yapmamak hususunda zihin aydınlığı doğar. Zira Dünya Sistemi’nin bunalımı atlatabileceğine dair herhangi bir emare yok. 

Yok, çünkü Müslümanlar kendilerine bu adın Allah tarafından verilmiş olduğunun şuurunda olmadığı gibi biz Türklerin kendimize Türk dememizin sebebinin Kur’an dilinde "ö" telaffuzuna yer verilmeyişi olduğuna önem atfeden de yoktur. Kut Bayramı’nı NATO belâsına uğrayıncaya kadar kutlayan biz Türklerin elinden önce Mekke, bilahare Medine’yi alan Araplar değildi. Mehmetçik kelimesini ilk olarak Medine Müdafaası sırasında Fahrettin Paşa telaffuz etti. “Ben razı olsam bile Mehmetçik rıza göstermez” diyerek. Nitekim öyle oldu Türk ordusunu zabitan değil, “Peygamber ocağıdır” diyen erat ayakta ve diri tuttu. Bu meyanda şiirini “Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz” diye başlatıp Türk’e mahsus gerçekler üzerine bina eden ne Tevfik Fikret, ne Cenap Şahabettin, ne Mehmet Akif, ne Ahmet Haşim, ne Yahya Kemal, ne Nâzım Hikmet, ne Necip Fazıl, ne Orhan Veli, ne Metin Eloğlu oldu.

İsmet Özel, 26 Nisan 2017

http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr

 

adminadmin