Kültür
Giriş Tarihi : 14-05-2017 11:00   Güncelleme : 14-05-2017 11:00

Dişlerimiz Arasındaki Ceset’ten Savaş Bitti’ye (II)

Tarih boyunca ve lâkin hususen modernliğin tarihi boyunca biz Türkler az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Bir de baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz. Yani dönüp dolaşıp başladığımız yere geldik. Neden böyle oldu? Çünkü Türklerin sebeb-i mevcudiyeti ile dünyadaki kapitalist mekanizmanın sebeb-i mevcudiyeti mütenakız bir vaziyeti izhar eder. Yahut şöyle dersek daha doğru olur: Biri olmasaydı diğeri de olmayacaktı. İlk zıtlığı çıkaran hangi taraftı? Türklerin tarafıydı. Küfrü hakir gören bizdik.

Dişlerimiz Arasındaki Ceset’ten Savaş Bitti’ye (II)

Önceleri, elimiz kuvvetliyken domuzdan post, gâvurdan dost olmaz gerçeği ile yüz yüze gelmek gururlandırıyordu bizi. Şimdilerde paçamıza ne gâvurdan dost olacağı, ne de modernden post olacağı gerçeği yapışıp kaldığı halde bu ilâveye uygun yürüme tecrübesini kâr sayma aymazlığı hoşumuza gidiyor. Hıristiyan takviminin XIII. asrında tavattun ettiğimiz Diyar-ı Rum’u XX. Hıristiyan asrının ilk çeyreği geçmeden yeniden tavattun ederek, ne Yahudi’ye, ne Rum’a, ne Ermeni’ye, ne Kürt’e, ne Lâz’a, ne Çerkez’e, ne Gürcü’ye şöyle veya böyle yâr etmeyeceğimizi şu veya bu biçimde dünyaya ilân ettik. Yani henüz hakkıyla şuuruna varmadıysak bile halline ihtiyaç hissettiğimiz bir millî meselemiz var.      

Âlemşümul millî mesele sadece diller arasındaki farka mı istinat eder; yoksa millî meseleye hakkını verebilmemiz için gerçek, gerekli, kaçınılmaz hiyerarşinin mânâ âleminde diller arasında tesis edilip pekiştirildiğini ve bunun metafizik bir değer ürettiğini kavramamız mı gerek? Bana ne gerek sütlü börek diyen herkes kavrayışın bir maliyeti olacağını biliyor. Bilen kabağın kendi başına patlayacağından korkarak kavrayış alanından kaçıyor. Hâlbuki acı patlıcanı kırağı çalmaz. Olanca ömrünü Türk aleyhine suç işlemekle geçirmediysen korkacak ne var? “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” ifadesini arz üzerinde yaşamış, hayat sürmüş Türk’ten başka biri ne dile getirebildi, ne de bu ifadenin işaret ettiği mânâya ulaşabildi. Şiirin yükselttiği insanlardan teşekkül ettiği için adlandırma gücünün Türk milletine mahsus hasletlerin başında geldiğine akıl erdirdikten sonra hayırlı bir iş uğruna ilk adımı atabiliriz. Yüce Türk milletine Yüce Türk Milleti demek boş bir böbürlenme midir; yoksa bu sözün başka türlü söylenmesini imkânsız kılan bir esası mı var?

Dünya dilleri arasında insanoğlunun zihin yapısına en iyi intibak eden dilin İbranice, Arapça, Farsça, Yunanca, Latince değil Türkçe olduğu asırlardır biliniyor. Dolayısıyla aklı başında herkes için Türk milletinin neye ne deneceğini bildiği, hangi vaziyette olursa olsun dediğinin neye taalluk ettiğini bildiği gibi bildiğini en kusursuz beyana kavuşturma başarısına ermiş millet olduğunu kabul zarureti var. Zaruretin gereğini yerine getirecek o herkes nerede? Sağınıza, solunuza bakınıp içinizden nerede imiş Türklüğüne sahip çıkan Türkler sualini geçirdiğinizi biliyorum. Aynı sual benim de içimi kemiriyor: Ne oldu Türklere; bu âlâ, tertemiz, kavi insanlara, bu aliyyül âlâ millete? Hayat sahamızı plastik Türk düşmanı makule nasıl bu kadar kolay ve çabuk kaplayabildi?

Kolay ve çabuk oldu; ama birdenbire ve aniden olmadı. Durakladığımız söylendi. İhanet kendini zamana uyma sefaletiyle perdeledi. Son kertede zamansız ve mekânsız bırakıldı Türk. Kendi musikisinden mahrum bırakılarak gasp edilen şey, sinesinden kopartılarak çalınan şey Türk’ün zamanıydı. Türk’ün mekânını ise kumarı, fuhşu, denaeti refah, kalkınma, konfor kıyafetine büründürenler tahrip etti. Çok yakın geçmişe kadar Türk iki şeyi yol üstünde bulduğu zaman öpüp başına kor ve ayakaltından kaldırırdı. Bunlardan biri nimet olarak adlandırdığı ekmek, ikincisi üzerinde yazı bulunan kâğıt idi. Türk’ün yazı saydığı hangi yazıydı? Türk bir kez olsun Latin hurufatını öpüp alnına götürdü mü?  

İşte millî meselenin kalbi… Kur’an elimizden alınmadıkça bizi mağlup edemeyeceklerini bilen kâfirler tezgâhlarını dilimiz üzerinde kurdu. Zira tarih boyunca kim Türk’ten yıldıysa Türkçeden de yılmış oldu. Türk milletine mahsus gerçeği bu milletin fevkalade ifade imkânından, harikulade tespit yeteneğinden tecrit edip anlamanın yolu yoktur. Bu sebeple yazısı 1928inci Hıristiyan yılında elinden alınmış Türk milleti sudan çıkmış balığa döndü. İlk önce Türk dilinin, bilahare Türk lisanının ve nihayet Türk lügatinin menşeinde Kur’an ve Hadis bulunduğunu daha en başta fark eden Türk düşmanları yazımız elden gidince her birimizin günden güne ahmaklığıyla övünen birer ahmak şekline gireceğini biliyordu.

Okumanın yazmanın tersten de alınabileceği zannına kapıldınız mı ömrünüzün sarahatini feda etmiş olursunuz. Yunus Emre’nin “Bana rahmet yerden yağar” deyişinde vatansız millet olmaz hükmünün saklı olduğu gerçeği yazısız kaldığımız için buğulu hale geldi. Şiir söylemi sayesinde hayatımız bir şekle talip olduğumuzun şeklini almıştı. Bu yüzden şüyuu vukuundan beter demiştik. Ne zaman şairin bahusus adlandırma ile iştigal ettiğinden haberimiz olursa o zaman şairin dile getirdiği bize bedihi gelecektir. Vatansız olmaları Çingene ve Yahudilerin Türk dilinde “buçuk millet” olarak adlandırılmalarına sebep oldu. Bu vakıadan “İsrail’in Var Olma Hakkı’na” açılabilirsiniz. Dikkati elden bırakmazsanız aynı açılım sizi Türk adının birileri üzerinde gayet sakil durduğu noktasına da götürecektir. Düşünme eylemine Türk adının kimler üzerinde sakil durduğu noktasından başlayabilirsiniz. Kim üzerine Türklüğü yakıştırıyor? Kendine Türk böyle olur dedirten kim var? İstintaka tersten başladığımızda cevaba süratle erişildiğini görürüz: Kim Türk değildir? Bu sualin bilim, tarih, felsefe katındaki sarih, sahih, tereddütsüz cevabına erişmek mümkün; zira Türk olmayanlar bir yandan Türklere husumet besleyenler, diğer yandan Türklerin emri ve himayesi altında oldukları için Türk olmadıkları bilinenlerdir. Türk düşmanı olmakla şiirden nasibini alamamak aynı kapıya çıkar.    

Türk şiirini ister Avrupaî Türkçülük araştırmalarının rüzgârına kapılarak Hoca Ahmet Yesevî’den, isterseniz sizin ruhunuzda Türk lisanı ve Türk toprakları kavramlarına muhteva kazandırma isteği ağır bastığı ve bu sebeple şarkiyatçılık desisesine darbe vurmağa hazırlandığınız için Yunus Emre’den başlatın elinize Türk’e mahsus gerçekler üzerine bina edilmiş bir şiirin geçmesi imkânsızdır. Garipliği görün: Her şeyini şiire borçlu bir milletin kendine mahsus gerçekler üzerine bina edilmiş şiiri yok. Bu şiirin doğmasına açılan imkân kapısının aralanışı Hıristiyan takviminin 1963’üncü yılında, benim ilk şiirimi neşrettiğim tarihe rastlar.

Benim o sırada dünyada neler olup bittiğinden ve giderek şiire emek vermek suretiyle hangi işe giriştiğimden haberim yoktu. Kendime uğraşı alanı olarak müziği, resmi değil de şiiri seçmekle Türk’e mahsus millî tavrın merkezine sokulduğumun bilincine yabancıydım. O şartlarda gün gelip çağlardır Türk olmadan Türk şairi olunduğu vakıasına son verenin kendim olacağı ihtimalinin yakınlarından bile geçmem söz konusu değildi. Benim bu bilinçsizliğim Türk olmakla şiir sahasını bir millî teminat bölgesi şekline çevirme ameliyesine methal sağlama eşgüdümüne engel teşkil etti. Türk olduğumla kaldım. Şuara-ı Rum’un ilk Türk’ü olduğumun faydasına inanma bahsinde tek başınayım.

Bir Türk şairi değil de ilk şair Türk oldum da ne oldu? Vaktiyle ve vakitlice simsiyah silindir şapkamdan bembeyaz tavşanlar çıkardım diye mi şair demişlerdi bana? Şairlik bir maharet ve netice itibariyle bir hokkabazlık işi mi? Dünyanın hiçbir yerinde şair bir usta değildir. Çünkü şiir ortaya kendi dışından gösterilebilir bir malzemenin çok iyi kullanımı sebebiyle çıkmaz. Şairin dille münasebeti ressamın renklerle, çizgilerle, ışıklar ve gölgelerle münasebetine veya bestecinin seslerle, eslerle, tempo, ritim, ahenk bağlarıyla münasebetine benzemez. Ressam ve besteci eserini ortaya koymak üzere işinin başına geçer. Şair ise eserinin eseri olma tuhaflığı içine daldığından ötürü kendi başına hiç mecbur olmadığı bir iş açar. Şairin başına açtığı iş mensubiyetinin ve aidiyetinin gereğini aramaktan başka bir şey değildir. Dünyanın her köşesinde şairin tek boyun eğdiği şey kendi özüne duyduğu saygı olmuştur.    

Benim payıma ne düştü öz saygısından? Beethoven’in gözleriyle işittiğini ben kulaklarımla görebildim mi? Aslına bakarsanız bu sual münasebetiyle hazırlanabilecek doğru cevap benim sanat sahasında çekmek mecburiyeti altında bırakıldığım numaranın iç yüzünü ifşa eder. Aslına bakmak! Aslın bir mânâ taşıdığını, mânânın tamamını aslın ifade ettiğini kabul kimin işine geliyor? Türkeli’nde kimsenin işine gelmiyor bu. Gelseydi Türk milletine mensubiyet çoktan Türk milletine aidiyet şekline çevrilmiş olacaktı. Kâfirlerin necasetini fark etmemek İslâm’dan İman’a geçisin kazancını feda etmektir. Küfre bir anlam yükleme gücünden mahrum kalarak, necasetin neye taalluk ettiğine akıl erdiremeden hiç kimse şirkten arınamaz.       

Benim şiir sahasına dâhil oluşumdan önce şiirini Türk’e mahsus gerçekler üzerine bina eden şairin çıkmayışında hayret edilecek bir taraf yok. Benden önce Türk toprakları sathında şiirle olmak kolayca şiirde olmağı temin ediyor, dilden fışkıran bilinçsiz bir kabul Türklüğün şiir iklimini mümbit kıldığını tasdik ediyordu. Benden sonra Sivas göklerinde Sırp tayyarelerinin uçup uçmayacağı sualinin yakınlarına bile yanaşanın çıkması şöyle dursun Ece Ayhan hakkımda Sırp şairi yakıştırması istimali fütursuzluğundan geri durmadı. Leşin başına çökme telâşıyla başı dönen insanoğlunun hakkaniyet hissi edinmede geç kalışı bütün bunları kaçınılmaz kılıyor. Hayatını Türk’e mahsus gerçeklere istinaden şekillendirmenin ne geçmişte herhangi bir dünyevî getirisi oldu, ne halen bu şekillendirme dünyevi rahatlığa imkân sağlıyor ve ne de gelecekte sağlama vaadinde bulunuyor. Türklük tarihte can taşıdıysa serapa uhrevi kazanç alanına dönük haslet oluşuyla can taşımıştı. Türklüğün yokluk alanına sürgün edileceği ihtimali her türlü hesabın haricinde tutulmasaydı bu günkü aymazlık tepkisini de beraberinde getirirdi.

İsmet Özel, 10 Mayıs 2017

http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr

adminadmin