Kültür
Giriş Tarihi : 17-06-2018 17:00   Güncelleme : 17-06-2018 17:02

Dostoyevski’nin Piyano Cıvatası

Dostoyevski’nin Piyano Cıvatası

Beyin çeperleri  “benim kafamı fare kafasından ayıran haslet ne?” sorusuyla zonklayan bir düşünürün, o ürpertici ve yıpratıcı kafasının içindeki savaşlara, çelişkilere, ikilemlere, cinnete maruz kalmak isteyenlerin büyük mustarip Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ını okumasını tavsiye ediyorum.

“Yeraltından Notlar, hakikati kanla haykırır.” F. Nietzsche

Belki bir şair değil fakat Baudelaire karanlığı kadar ürpertici, Gerard de Nerval melankolisi kadar şiirsel bir edebiyatçı Dostoyevski. Eserleri bir haykırış. Hem çağına hem de çağının ötelerine. Düşünsel olarak kuru akılcılığın ve boğucu mantıkçılığın abrakadabralarına karşı çıktığı için olsa gerek felsefî makaleler yazmak, felsefî dizgeler kurmak yerine ruhunun ve kafasının ıstıraplarını daha ustaca süzebileceği roman türünü tercih etmiştir. Nitekim aynı tavrı daha ileriki zamanlarda felsefe ve edebiyat dünyasının biri cinnetiyle ünlü Nietzsche’de ve diğeri karamsarlığıyla ünlü anti-felsefeci Emil Cioran’da da göreceğiz. “Edebiyat” kelimesinin anlam dünyasının, piyasa mallarıyla iyiden iyiye daraldığı, edebi zevkin ve değerin akçeyle ölçüldüğü günümüz okuyucusu için onun eserleri hem yazıldığı zamana bir şeyler söyleyen, söylemek de ne kelime, kanla haykıran çığlıklar taşımakta hem de üzerine düşündüğü ve yazdığı konular itibariyle de çağını aşan, aşkın bir yaralı metafizik ile bezenmiş felsefî düşünceler barındırmaktadır. Gelin eserin edebî incelemesini edebiyat eleştirmenlerine bırakalım fakat eserin edebî değerini de tayin edecek olan felsefî değerini saptamaya çalışalım. Biraz duralım ve iki asır öncesinden haykıran bu yaşlı adama biraz kulak verelim. Onun nasıl haykırdığını genelde yapıldığı gibi psikanalitik çözümlemelere bırakalım da “Yeraltından Notları”nı fikrî anlamda ele alıp anlamaya gayret gösterelim. Dolayısıyla onun deyimiyle biraz acı çekelim. Çünkü her anlama çabası acıyla başlar ve acı içinde süregider.

Eser ilk olarak 1864 yılında Dostoyevski kırk üç yaşındayken St.Petersburg’ta yayınlanmıştır. Kimi edebiyat çevrelerince ilk Varoluşçu roman olarak kabul edilmesinin en büyük nedenlerinden birisi de Sartre, Camus gibi Varoluşçu filozofları ve edebiyatçıları büyük ölçüde etkilemiş olmasıdır. Nitekim Dostoyevski’nin bu romanının edebiyat, sanat ve düşünce dünyasında bıraktığı etki hâlâ devam etmektedir. Örneğin; Zeki Demirkubuz’un 13 Nisan 2012’de beyazperdeye giren ve başrolünü Engin Günaydın’ın oynadığı “Yeraltı” ilhamını Dostoyevski’nin eserinin ikinci kısmı “Sulu Sepken”’de yer alan yemek sahnesinden almıştır. Bu romanın Varoluşçu bir roman olarak ele alınmasının bir diğer nedeni ise psikolojik gerilimlerinin çarpıcılığının ötesinde insan doğasına öne sürdüğü Kierkegaardvarî düşünceleri ve çağının akılcılığına sorduğu sorulardır.

Eserin ana kahramanı olan ve birinci tekil ağızdan hikâyeyi anlatan Yeraltı adamı aslını 19. yüzyıl Çarlık Rusya’sının siyasî, fikrî ve edebî atmosferinde bulan bir tiptir. Nitekim yine eleştirisinin oklarına hedef olan aydın tiplemeleri ve sorularının muhatabı addettiğimiz ideolojiler 19. yüzyıl Avrupa’sının fikrî ve ruhî bunalımlarının Çarlık Rusya’sındaki izdüşümleridir. Eseri değerlendirirken hem içkin hem de aşkın fikirler bulunduğunu belirtmemin sebebi işbu tarihî bağlamdır. Dolayısıyla Yeraltı adamının ilk bakışta çelişkili, yalan dolu hatta zırva gibi gözüken anlatımını hem bu tarihsel bağlamdan koparmak hem de nefes alıp verdiği fikrî atmosferden koparmak, salt zahirî –literal- bir okuma yapmak yöntem açısından hatalı olacaktır. Nitekim Dostoyevski romanın tanıtım yazısında bahsetmiş olduğumuz özelliğe şöyle değinmektedir:

 

– “Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün isteğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözleri önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemiş kuşağın bir temsilcisidir. “Yeraltı” adını verdiğimiz bölümde bu kişi kendisini, düşüncelerini açıklamakta; sanki bununla toplumumuzda niçin bulunduğunu, bulunmasının neden kaçınılmaz olduğunu söylemek istemektedir.” [1]

Eser iki bölümden oluşmaktadır; Yeraltı ve Sulu sepken. Eserin ilk bölümü adını sanını bilmediğimiz ve ilk bakışta kendi iç bunalımları hakkında tutarsız ve histerik anlatımlarda bulunan hikâye anlatıcısının, kırk yaşındaki bir memurun okuyuculara içini döktüğü ve dinlenildiğinin gayet de farkında olan bir kendi kendine haykırıştır. Az önce belirttiğim gibi ilk bakışta hikâye anlatıcısı –kendi tabiriyle- yeraltındaki hasta adam, fare tıynetli herif,  aslında kendi iç buhranları hakkında bir gözü acıdan kaymış haldeyken diğer gözü de çaktırmadan feryatlarını işiten okuyucuyu ve bu haykırışların esas hedefi olan 19. yüzyıl Rusya’sının maddeci (materyalist), hiççi (nihilist), aklî-benci (rational-egoist), Ütopyacı Sosyalist, sözde aydınlarını izlemektedir. Dostoyevski, eserde sadece düşüncelerini değil aynı zamanda düşünüş biçimini, bu düşünüş biçiminin yıpratıcılığını da üslubuna ustaca serperek edebî bir söyleyiş ve psikolojik bir gerilim yaratmaktadır. Fakat eserin bu edebî oyunlarının tuzağına düştüğümüz anda tüm metin bir delinin sayıklamalarına dönüşür. Buna dikkat etmek lazım. Bu ilk bölümde akıldışıcılık (irrationalism), eylemsizlik (inaction) övülmekte ve akıl ve mantığın kuru ve dar yolları eleştiriye tutulmakta ve belirlenimcilik (determinism), hiççilik (nihilsim) ve akılcı-bencilik (rational egoism) sorguya çekilip hatta yakasından tutulup acı çeken bir yeraltı adamının acılarına çözümsüz kaldıkları için hesaba çekilmektedir. Örneğin romanın en başlarında 19. yüzyıl insanı ile ilgili şöyle der Dostoyevski:

– “Evet efendim, 19. yüzyıl insanı en başta iradesiz olmalıdır, böyle olmak onun boynunun borcudur; iş beceren, iradeli adam aptal, dar kafalıdır.” [2]

Eserdeki “piyano cıvatası” ve “sırça köşk” mecazları aslında bu sayıp dökmüş olduğum düşünce dizgelerine yapılan eleştirilerin simgeleştiği iki mecazdır ve ikincisi doğrudan doğruya Rus filozof Çernişevski’nin “Ne yapmalı?” romanındaki sırça köşke bir eleştiridir. Romanda geçen “sırça köşk” mecazıyla birlikte düşünüldüğünde, bazı çevirmenlerin подполья (podpol’ya) kelimesinin “yeraltı” olarak çevrilmesine karşı çıkmalarını haklı buluyorum; çünkü Dostoyevski’nin anlattığı adam sırça köşk yerine delikçiğinde bir fare gibi yaşayan adamdır. Dolayısıyla kelimenin; “içine bir insanın zorla sığacağı dar bir mekân” anlamını karşılayacak olarak çevrilmesi daha doğru olur. Örneğin; bir farenin deliği, bir tavşanın ini gibi düşünülebilir. Fakat kelimenin göstergebilimsel anlamını birebir yakalamak için Türkçenin selikasına uymayan bir çeviri yapmak da edebî değer açısından doğru olmayacağı için “yeraltı” kelimesi ile yetinilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Eserin ikinci bölümü ise Sulu Sepken. Yeraltı adamının ilk bölümde ortaya koyduğu hatta bir fırtına gibi şiddetle savurduğu düşüncelerinin, yarıcı ikilemlerinin ve çeldirici çelişkilerinin hayat planındaki yansımalarını görüyoruz. Ben daha çok eserin fikrî olarak daha velud bulduğum ilk bölümüyle ilgilenmeyi arzu ediyorum.

– “Akıllara durgunluk veren hayallerini, en koyusundan ahmaklıklarını elden bırakmak istemez, çünkü (sanki pek gerekliymiş gibi) insanların piyano tuşu değil, hâlâ insan olduklarını kendi kendisine göstermeye çalışır. Gerçi tuşlarına basıp piyanoyu çalan da gene doğa yasalarıdır, bu çalış öylesine güzel ve dokunaklıdır ki, bir şey demeye güç bırakmaz insanda. Üstelik kendisinin gerçekten piyano cıvatası olduğunu anlarsa ya da onun böyle olduğu fen bilimlerince matematik bir kesinlikle kanıtlanırsa, insanoğlu, gene de aklını başına toplamaz; tersine, salt nankörlüğünden, aklına eseni yapmak için bile bile haltlar karıştırır. Buna gücü yetmezse, zihninde birtakım karışıklıklar, fırtınalar yaratarak çeşitli acılar duymaya başlar; böylece dediğinde sonuna dek direnir. Dünyaya lanet üstüne lanet yağdırır, yalnızca insanoğlu lanet okuyabileceği için (İnsanı öbür hayvanlardan ayıran başlıca üstünlük de budur.), hiç olmazsa bu yolla istediğini elde eder, yani piyano cıvatası değil de insan olduğuna inanç getirir.” [3]

Meşrutiyet dönemi sonrasında Osmanlı coğrafyasında yayınlanan Batıcı özellikle de Pozitivist felsefe dergilerine baktığımız zaman “Piyano” dergisi dikkatimiz çeker. Piyano mecazı temelde Doğa Bilimlerinden özelde ise anlam çabasından metafiziğin dışlanışını temsil eder. Artık karşımızda mitolojilerde olduğu gibi bir doğa ana yoktur. O artık bir ana olmaktan çıkmış ve yasaları olan, işleyişi belirli belirlenimlere bağlı olan mekanik bir düzene dönüşmüştür. Pozitivizmin entelektüel ve siyasî sahada bir cereyanı olan Aydınlanmacılıkla artık doğa, evren ve insan organik bir şekilde var olan nesneler değil mekanik bir şekilde ilerleyen bir yapıya dönüşmüştür. Bu fikrî cereyanların insan tasavvurunda, insan özgür iradeden yoksun, toplumsal anlaşmadan da dolayısıyla mahrum ve olabildiğince bireyselleşmiş ve sadece kendi öz çıkarını iyi addeden ve bunu mantıkî bir sistem ile matematiğin sabit şüphe götürmez hakikatleri ile kovalayan bir mekanizmaya dönüşmüştür. İşte piyano cıvatası bu insanın mecazıdır. Dostoyevski’nin daha eserin başında “ben hasta bir adamım” demesi, önce kibirliyim deyip sonradan hayır yalan söyledim aslında, diye itiraflarda bulunması ve anlamanın merkezine acıyı koyması hatta kendi türünü, (“Üstün anlayışlı olmasına üstün anlayışlıdır, ama olup olacağı bir sıçandır: oysa karşısında bir insan, kendisinden farklı bir şey vardır. Asıl önemlisi de kimse ondan istemeden kendisini sıçan saymasıdır, buna dikkatinizi çekerim.”) bir sıçan olarak böyle tarif etmesinin sebebi mezkûr fikri cereyanların mekanik insan tasavvurunun karşısına organik bir insan tasavvuru koymaktır. Burada dolayısıyla ilerleme fikrine açıkça bir saldırı vardır. Örneğin bu satırlarda kılıçların şakırtısını ve topların gümbürtülerini açık bir şekilde duymaktayız:

– “İnsanoğlu amacına doğru ilerlemeyi sever, fakat amacını elde etmeyi değil. Çok gülünç bir durum doğrusu. İnsanın yaratılıştan gülünç bir varlık olmasındadır bütün terslik zaten. İki kere iki dört çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa-sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine (mükemmelliğine) inanırım, ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir.” [4]

“Sırça köşk” mecazı Ütopyacı Sosyalist Rus filozof Çernişevski tarafından “Ne yapmalı?” adlı romanında sosyalizmin tıpkı bir yeryüzü cenneti gibi mücessem hale gelişini imlemek için kullanılmıştır. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı yazmasının temel saik de zaten yaşadığı yüzyılı ve Rus siyaset ve düşünce hayatını etkisi altına alan bu materyalist pozitivist felsefedir. Dostoyevski’ye göre böylesi insan ve doğa tasavvuru insanı budayan onu en temel özelliği olan karmaşıklığı ve akıldışılığını görmezden gelen bir felsefe olmasıdır. Düşünce sahasında böylesi katı, belirlenimci ve mekanik bir felsefe, eylem sahasında da ileride Rusya’yı neyin beklediğinin de işaretini zaten vermiştir. En temelde Dostoyevski’nin Yeraltı adamı ne bir piyano cıvatasıdır ne de öz çıkarlarının peşinde iyiyi arayan ve kendisine sırça bir köşk inşa edip içinde sonsuza dek mutlu mesut yaşamayı amaç edinmiş bir aydındır. Onun yeraltı adamı bir fare, bir barakaya razı olan, itilmiş ve acılarının, karmaşıklığının ve akıldışılığının etkisiyle hakiki bir insan olmuş bir hastadır. Nitekim Dostoyevski şöyle der romanda:

– “İçinde her şeyin büyük bir kesinlikle hesaplanıp belirtildiği bu yayınlar sonunda yeryüzünde ne bir yanlış davranış, ne de boş bir serüven kalacaktır. İşte o zaman -Bunları hep siz söylüyorsunuz- gene matematik kesinlikle hesaplanmış, hazır, yepyeni bir iktisat düzeni kurulacak yeryüzünde. Bütün yanıtlar önceden bulunmuş olacağı için ortada soru diye bir şey kalmayacak. Sırçadan bir köşk kurulacak. Kısacası, Anka kuşu uçup gelecek… Kuşkusuz o zaman, -bunu şimdi ben söylüyorum- yaşamanın son derece sıkıcı olmayacağı konusunda kimse güvence veremez.” [5]

Dostoyevski yukarda “piyano cıvatası” ve “sırça köşk” mecazları etrafında dolanarak belirttiğim görüşlerin haksızlığını ve eksikliğini ortaya koymak için işbu aydınların yakasına yapışır ve şu soruları sorar:

– “Herhangi bir işe girişmeden önce, bütün kuşkulardan arınarak huzur içinde olmalıdır insan. Peki, ama ben kendimi nasıl huzura erdireceğim? Nerede bana destek olacak ilk sebepler, ilk dayanaklar? Bunları nasıl bulacağım? Şöyle bir düşünmeye başlıyorum, elime aldığım herhangi bir ilk sebep hemen peşinden kendisinden önceki sebebi sürüklüyor ve böylece uzayıp gidiyor. Anlamanın, düşünmenin iç yüzü budur. Bundan çıkardığımız sonuç yine aynıdır.” [6]

– “Fakat bunlar tatlı düşlerden başka nedir ki? Lütfen söyler misiniz, insanların gerçek çıkarlarını bilmemeleri yüzünden kötülük yaptıklarını ilk kez kim ortaya attı, kim böyle akıllıca bir söz etti? Sözüm ona, insanoğlunun kafası aydınlanır, gerçek çıkarları gözlerinin önüne serilirse burnunu kirli işlere sokmaktan geri durarak, bir anda soylu, temiz yürekli biri olur çıkarmış. Bunun nedeni de aydınlanıp gerçek çıkarlarını yalnız ve yalnız iyilik yapmakta görmesiymiş. Hiç kimse bile bile kendi aleyhine hareket edemeyeceğine göre tek çıkar yol iyilik yapmakmış… Hey gidi çocuk; saf, temiz yürekli bebek! Dünya kurulalı beri insanların yalnızca kişisel çıkarlarına göre davrandıkları görülmüş müdür?” [7]

– “Bütün bu karışıklıkların, karanlıkların, lanetlerin çizelgeyle önceden kestirilerek önlenmesi, aklın da böylece ağır basması sağlanabilir.” diyeceksiniz. İşte böyle bir durumda bile, insan mantığın elinden kurtulup gene bildiğini okumak için kendini deliliğin kucağına atar. Buna inanıyor, doğruluğu konusunda bütün sorumluluğu üstleniyorum. İnsanın bütün işi gücü, sanırım cıvata değil insan olduğunu her an kendi kendisine kanıtlamaktır. Bu uğurda başı belaya girecekmiş, gerekirse mağara adamına dönüşecekmiş, vız gelir ona… Bütün bunlardan sonra gel de günaha girme; henüz bu dereceye düşmediğimiz, isteğin bilmem hangi şeytanın buyruğunda olduğu açıklanmadığı için gel de sevinme! Kimsenin elimden özgür irademi almadığını; ancak irademin, yine kendi isteğimle normal çıkarlarıma, doğa yasalarına, aritmetiğe uygun düşmesi için çalışıldığını söyleyeceksiniz bağıra bağıra. (Bana bağırmak lütfunda bulunursanız eğer.) – Hadi, efendim; iş çizelgeyle aritmetiğe dayanınca iki kere ikinin dört etmesinden başka çıkar yol olmazsa iradenin ne önemi kalır? İradem işe karışmasa da iki kere iki dört ediyor. İrade bu mu demektir?” [8]

Sonuç olarak Dostoyevski 19. yüzyıl Rusya’sının edebî, fikrî ve siyasî sahalarını olanca gücü ve etkisiyle kaplayan aydınlanmacı, akılsal-benci, hiççi ideolojilere ve bu ideolojilerin insan, doğa ve evren tasavvurlarına eleştirilerini hatta ona yakışır bir şekilde ifade edersek buhranlı sataşmalarını Yeraltı adamının ağzından yapar. Ona göre insan sırça bir köşkün en şaşalı salonunda parlak ışıkların altında arz-ı endam eden bir piyanonun cıvatası olmaktansa bütün akıldışılığı, duygusal taşkınlıkları, karmaşıklığı, hesaplanamazlığı, ölçülemezliği ile ininde yaşayan bir fare gibi olmalıdır. Ona göre insan 2+2=5 diyebildiği zaman özgür, irade sahibi, iyi bir insan olabilir. Yazıya eserden bir alıntıyla son vermek istiyorum:

– “Varıp dayandığımız sonuç: En iyisi hiçbir şey yapmamaktır. Bir köşeye çekilip, seyirci kalmaktan iyisi var mı? Onun için yaşasın yeraltı! Normal insanı ölesiye kıskandığımı söyledim, gördüğüm kadarıyla gene de onların durumunda olmak istemem. (Kıskanmaktan geri durmayacağım gene de… Ama hayır, hayır, ne olursa olsun yeraltı daha kazançlı!) Orada hiç olmazsa insan… Eh!.. Şimdi bile yalan söylüyorum. Yalan, çünkü iyi olanın yeraltı değil, özlemini duyduğum, ama bir türlü elde edemediğim başka, bambaşka bir şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum. Cehenneme kadar yolu var yeraltının!” [9]

Notlar;

  1. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2008

2- A.g.e.

3- A.g.e.

4- A.g.e.

5- A.g.e.

6- A.g.e.

7- A.g.e.

8- A.g.e.

9- A.g.e.

Kaynak; Yazar Yılmaz Aksu – Akademyadergisi.com

adminadmin