Dünya
Giriş Tarihi : 06-08-2020 15:59   Güncelleme : 06-08-2020 16:01

Dünya Sağlık Örgütü Siyasi Bir Kuruluş Mudur!

DSÖ, COVID-19 salgınının yönetiminde birtakım yanlışlar yapmış olabilir. Örgüte yönelik COVID-19 salgını çerçevesinde yöneltilen ve birçoğu daha önceleri de dillendirilen bazı eleştiriler haksız sayılamaz. Nitekim DSÖ’nün karar organı Dünya Sağlık Meclisi tarafından örgütün bu süreçte attığı adımlara dair bir incelemenin başlatılması kararı alındı ve bu, denetim açısından önemli bir adım.

Dünya Sağlık Örgütü Siyasi Bir Kuruluş Mudur!

DSÖ’ye yönelik kamuoyunda yer alan suçlamalar ve bilhassa DSÖ’nün belli devletlerin yanında saf tutup “politikleştiği” yönündeki ithamlar genelde çeşitli devletlerin politik çekişmeleri çerçevesinde piyasaya sürülüyor.

 

Temmuz ayının ikinci haftasına girilirken Amerika Birleşik Devletleri’nin Dünya Sağlık Örgütü’nden (DSÖ) çekildiği haberi, dünyanın ve uluslararası hukuk çevrelerinin gündemine düştü. Mümkün olan en yüksek sağlık seviyesine ulaşılmasının bir insan hakkı ve en önemli toplumsal hedeflerden biri olduğunu, ayrıca tüm halkların sağlıklı olması için hem bireyler hem de devletler arasında tam bir işbirliğinin gerekliliğini vurgulayan bir uluslararası örgüt ile uluslararası toplumun en güçlü üyelerinden olan ABD’nin kopma noktasına gelmesi şüphesiz ki oldukça dikkat çekici bir gelişmeydi.

 

Bu noktaya gelinmesinin arka plânında tarihteki birçok olumsuz deneyimin yanı sıra ABD’deki mevcut Trump yönetiminin çok taraflı uluslararası sisteme yönelik yaklaşımın yer aldığı söylenebilecekse de söz konusu ayrılığı özellikle tetikleyen süreç, 2020 yılının başından itibaren yaşanan ve hâlâ dünya çapında etkisini tüm hızıyla sürdüren COVID-19 salgını oldu. Esasında, genel olarak çeşitli devlet liderlerinin ve yetkililerinin salgın yönetimi noktasında DSÖ’ye yönelik ithamlarda bulunması, bilhassa  Çin’in sorumluluğu noktasında yapılan spekülasyonlar sebebiyle de DSÖ, COVID-19 salgını ile birlikte kamuoyunun gündeminin üst sıralarında yer almaktaydı.

 

O hâlde, genel olarak kamuoyunun gündeminde ilk kez bu kadar kalıcı bir yer edinmiş olan DSÖ’ye dair tartışmalara ışık tutmak, yine kamuoyunun daha bilinçli hareket etmesi bakımından önem arz ediyor. DSÖ ve mevcut uluslararası sağlık hukuku konusunda yaptığım, ayrıca pek yakında bir akademik makalede[1] yer alacak çalışmalara dayanarak söz konusu tartışmalara yönelik bir değerlendirme yapabileceğimi ve DSÖ’nün günümüz uluslararası sisteminde gerçekten nasıl bir işleve sahip olduğuna ilişkin fikir yürütebileceğimi düşünmekteyim. Gündemdeki tartışmalara bakıldığında, DSÖ’nün rolü ya küçümseniyor ya da fazla büyütülüyor. Gerçek ise bunların ortasında bir yerde.

 

DSÖ’NÜN ROLÜ NEDEN KÜÇÜMSENİYOR?

Öncelikli olarak, DSÖ, Birleşmiş Milletler’in (BM) en büyük ve eski uzmanlık kuruluşlarından biri olarak özel bir konuma sahip. Uluslararası sağlık hukuku alanında Milletler Cemiyeti’nin dahi öncesine, 19. yüzyılın ortalarına dayanan güçlü bir küresel işbirliğinin ve o dönemden beri süregelen kurumsal deneyimin üzerine inşa edilmiş olması, resmi olarak 1948’de kurulan DSÖ’yü esasında kuruluş tarihinden daha “köklü” bir örgüt hâline getiriyor.

 

DSÖ’nün iştigâl alanı son derece bilimsel-teknik bir mesele olduğu için, uluslararası toplumun kamu sağlığı alanında sözüne güvenilir küresel bir otoriteye olan ihtiyacı bundan bir buçuk asır önce farkına varılmış ve hem devletlerin hem de başkaca devletdışı aktörlerin hemen hepsince kabul edilmiş bir zaruret. Bu sebeple, DSÖ uluslararası sistemde kesinlikle boşluk kabul etmeyecek bir alanda işlev gösteriyor ve bu işlevi gösterebilecek bir alternatif mekanizma oluşması pek muhtemel değil.

 

Geçmişte BM AIDS Programı (UNAIDS) gibi, DSÖ’nün alanına giren bir kamu sağlığı meselesinin başka bir uluslararası mekanizmaya havale edildiği bir örnek olmuşsa da bu tekil örnekten yola çıkarak DSÖ’ye kolayca bir alternatif oluşturulabileceğini iddia etmek pek gerçekçi olmayacaktır. Zira DSÖ gibi kamu sağlığına ilişkin her durumu -hem de sadece hastalıkları değil, biyoterör gibi tehlikeleri yahut hastalıkların isimlendirilmesi gibi standardizasyon meselelerini dahi- kendi yetkisi alanında tutan, kapsayıcı bir uluslararası örgüt yerine her bir kamu sağlığı meselesi için ayrı ayrı yapılar kurulması, uluslararası toplumu oturmuş bir genel uluslararası koordinasyon ve işbirliği zeminini sağlamak, ayrıca ortak bir kurumsal hafızaya yaslanabilmek gibi avantajlardan mahrum bırakacaktır.

 

Bir diğer önemli husus, DSÖ’nün uluslararası örgütlerin büyük çoğunluğunda olmayan kural koyma ve statü oluşturma yetkileriyle donatılmış olmasıdır. Örgüt üyesi devletler için bağlayıcı olan uluslararası anlaşmalar (örneğin, Tütün Kontrolüne ilişkin Çerçeve Sözleşme) veya “Uluslararası Sağlık Tüzüğü” gibi düzenlemeler oluşturma imkânının yanı sıra devletler açısından hukuki sonuçları olan “uluslararası düzeyde halk sağlığı acil durumu (PHEIC)” ilân etme yetkisi, DSÖ’ye eşine pek rastlanmayan bir normatif güç vermektedir.

 

Bu denli gelişkin bir uluslararası karar alma mekanizmasının altının oyulması, kamusal sağlık alanındaki küresel yönetim kapasitesine ciddi bir darbe vuracak ve uzun vadede istisnasız tüm devletler bundan olumsuz etkilenecektir. Örneğin, DSÖ gibi bir mercinin, sahip olduğu yetkiler sayesinde uluslararası salgın durumlarında uluslararası ticaret ve seyahate yönelik kısıtlamaların ciddi ölçüde birbirine uyumlu olması ve toplam zararın asgariye indirilmesi yolunda büyük aşama kat edilmiştir. Böylesi bir mercinin ortadan kalkması veya yetkilerinin kısıtlanması durumunda, söz konusu uyumun devletler arasındaki ikili ilişkilerin insafına kalacağı bir kargaşa ortamının doğması işten bile değildir.

 

DSÖ’NÜN ROLÜ NEDEN FAZLA BÜYÜTÜLÜYOR?

DSÖ’nün yukarıda bahsedilen önemli işlevine ve geniş yetkilerine rağmen fiiliyatta oldukça zayıf kaldığı, dolayısıyla kendisinin büyük komplo teorilerine konu edilmesini anlamsız kılacak bir konumda olduğu vakıadır. Öncelikli olarak, DSÖ’nün kayda değer kural koyma ve statü oluşturma yetkilerine rağmen, koyulan kuralların uygulamaya geçirilmesinin son kertede tamamen üye devletlere bağlı olduğu gerçeği ortadan kalkmamaktadır.

 

COVID-19 salgınının yönetiminde DSÖ’nün performansına, özellikle de Çin ile olan ilişkisine dair sorgulamaları bu gerçeği göz önünde tutarak ele almak isabetli olacaktır. Nihayetinde, Çin mercilerinin Uluslararası Sağlık Tüzüğü gereği yapmakla yükümlü oldukları bildirimleri yapmamakta direndiği bir senaryoda DSÖ’nün başvurabileceği pek az yol kalmaktadır.

 

İkinci bir husus, DSÖ’nün finansman kapasitesinin oldukça kırılgan olmasıdır. Birçok uluslararası örgütün aksine, DSÖ’nün finansman kaynağında devletlerin katkı oranı son derece azdır. Bir devletdışı aktör olan ve 2019-2020 dönemi öncesi istatistiklere göre DSÖ’nün yıllık bütçesine yaptığı 230 milyon dolara yakın katkıyla birinci sıradaki ABD’nin hemen ardında yer alan Melinda-Bill Gates Vakfı’nın şimdi ABD’nin yaptığı kesintilerle birlikte önümüzdeki dönemde belki de en büyük bağışçı konumuna gelecek olması bu bakımdan önemli bir göstergedir.

 

Ayrıca toplamda DSÖ bütçesinin neredeyse yarısı devletdışı aktörlerin katkılarından oluşmaktadır.[2] Bu hususu idrak etmek, şu gerçeği kavramak açısından önemli: DSÖ’nün birçok devletdışı aktörle olan güçlü bağlarını örgütün bazı çok uluslu şirketlerin ve vakıfların ajandalarını uygulamak gibi gizli bir amaca kendisini adamış olduğu şeklinde komplo teorilerine bağlamak ve DSÖ’nün salt bunların güdümünde hareket ediyor olduğuna dair büyük çıkarımlar yapmak oldukça indirgemeci ve yanlış bir yaklaşım. Söz konusu bağların arkasında çok daha basit ve pragmatik bir ilişkiler ağı yatmakta.

 

Sonuç olarak, DSÖ’nün hem Çin gibi bazı devletlerle hem de çok uluslu şirketler gibi devletdışı aktörlerle olan ilişkilerini incelerken, bu ilişkileri DSÖ’nün kendisini kesinkes gizli ajandalara adadığını iddia eden komplo teorileri yerine pragmatik bir yaklaşımla ve birçok değişkene bağlı gerçekliklerle açıklamak çok daha makul olacaktır. Ayrıca bu tip itham ve komplo teorilerinin, DSÖ’nün attığı adımların işine gelmediği devletlerce -hem de duruma göre birbirlerine karşı bloklarda yer alan devletlerce- sıklıkla piyasaya sürüldüğü de dikkate alınmalıdır.

 

1970’lerde DSÖ’nün Alma-Ata Bildirgesi’nin kimi devletlerce fazla “sosyalist” olmakla, 1990’larda ise attığı bazı adımlar sebebiyle DSÖ’nün özel sektöre yanaşarak fazla “kapitalist” davranmakla itham edilmesi, DSÖ’nün kolayca günah keçisi ilân edilebilme potansiyelini göstermektedir.

 

SONUÇ

DSÖ, COVID-19 salgınının yönetiminde birtakım yanlışlar yapmış olabilir. Örgüte yönelik COVID-19 salgını çerçevesinde yöneltilen ve birçoğu daha önceleri de dillendirilen bazı eleştiriler haksız sayılamaz. Nitekim DSÖ’nün karar organı Dünya Sağlık Meclisi tarafından örgütün bu süreçte attığı adımlara dair bir incelemenin başlatılması kararı alındı ve bu, denetim açısından önemli bir adım.

 

Ancak salgının kötü yönetimi noktasında “devletlerin tüm günahı” DSÖ’ye yüklenilmemeli ve şu gerçek unutulmamalı: DSÖ’nün varlığı uluslararası toplum için oldukça önemli bir kazanım. Yılların ve SARS salgını gibi acı tecrübelerin ürünü olan DSÖ’nün Uluslararası Sağlık Tüzüğü de genel olarak DSÖ’nün kural koyma yetkileri de son derece önemli kazanımlar. Bu kazanımlar korunarak DSÖ sistemi ve bilhassa Acil Durum Komitesi kararlar daha fazla şeffaflaştırılabilir, İnceleme Komitesi daha fazla bağımsızlaştırılabilir ve az gelişmiş ülkelerin sağlık altyapılarının geliştirilmesi için örgütün daha fazla girişimde bulunması beklenebilir. Ancak nihayetinde, DSÖ’ye yönelik eleştiriler, ABD’nin şu anki tutumunun aksine yapıcı olmaya ve sistemi geliştirmeye odaklanmalıdır.  Ayrıca yapılacak eleştirilerin isabetli olması için DSÖ’nün işlevinin fazla büyütülmemesine veya küçümsenmemesine dikkat edilmelidir.

 

Kamuoyu şu gerçeği fark etmeli: DSÖ’ye yönelik genel kamuoyunda yer alan suçlamalar ve bilhassa DSÖ’nün belli devletlerin yanında saf tutup “politikleştiği” yönündeki ithamlar genelde çeşitli devletlerin politik çekişmeleri çerçevesinde piyasaya sürülüyor. Dolayısıyla, ortada dolaşan komplo teorilerine fazla itibar edilmemelidir. Hatta genel olarak DSÖ’nün uluslararası kamu sağlığını korumak için kural koyma ve statü oluşturma yetkilerini daha etkili bir şekilde kullanamamasının en büyük sebeplerinden birinin bu tip “politikleşme ithamlarının” yarattığı “mahalle baskısı” olduğu da kamuoyunun fark etmesi gereken bir husustur.

 

DSÖ’yü bugünkü konumuna getiren tarihi tecrübeler unutulmamalı. DSÖ sisteminin altının oyulması ve kamu sağlığı konusunda ağırlıklı olarak “ulusal çözümlere” dönülmesi durumunda, uluslararası salgın vb. durumlarda sınır aşan ilişkilerin ve devletlerce devreye sokulacak önlemlerin küresel çapta uyumlu hâle getirilmesi noktasında büyük bir karmaşaya kapı açılacağı ve bu durumun halklar için çok büyük yıkımlara sebep olabileceği fark edilmeli.

 

Gitgide küreselleşen ve teknolojinin gelişmesiyle biyoterör gibi tehlikelerin hızla arttığı bir dünyada kamu sağlığı meselesinin küresel ısınma gibi uluslararası toplumun en büyük ortak sorunlarından biri olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Kaynak: Deniz Baran - Perspektif

Recep YAZGANRecep YAZGAN