Röportaj
Giriş Tarihi : 02-10-2016 13:00   Güncelleme : 02-10-2016 13:00

Ebubekir Sifil: Gülen’in Yaptığı Bir Mankurtlaştırma Çalışması

Ebubekir Sifil Hoca, 15 Temmuz sonrası 'dini/İslami cemaat' eksenli yapılan tartışmaları masaya yatırmak amaçlı yaptığımız ilk röportajı takiben, daha derine inmek için, röportajın ikinci kısmında Fethullahçı yapıdan yola çıkarak itikadi meselelere dair Deniz Baran'ın sorularını cevapladı.

Ebubekir Sifil: Gülen’in Yaptığı Bir Mankurtlaştırma Çalışması

Ebubekir Sifil Hoca ile 15 Temmuz sonrası “dini/İslami cemaat” eksenli yapılan tartışmaları masaya yatırmak amaçlı yaptığımız ilk röportajı takiben, –sistematik sorgulamaya devam edebilmek adına- daha derine inmek için, röportajın ikinci kısmında Fethullahçı yapıdan yola çıkarak itikadi meselelere eğileceğimizi belirtmiştik. İtikadi tartışmaları yaparken klişe sohbetleri aşmak adına kazmayı derine vurup “akletme, tevil, din eğitiminde baz alınacak kriterler, modern dini yorumlar, dini çoğulculuk, laiklik” gibi birçok meseleye de temas etmekten geri durmadık.

Meselenin siyasi boyutunu bir kenarda bırakıp daha dini ve sosyolojik boyuta girersek… Fethullahçı yapının bu kadar insanı, yüz binlerce insanı itikaden elde tutabilmenin sırrı nedir?

Kendi maharetleri de var, oluşmuş veya oluşturulmuş algının etkisi de var. Kendi maharetlerini de birkaç katman şeklinde düşünmek lazım. Oraya giren bir işadamı mesela maslahatının büyüyeceğini görüyor. Bu yüzden gönüllü olarak orada bulunuyor. Bu bir katman: Menfaat şebekesi. Gülen’in anlattığı İslam ile bu adamların işi yok.

Diğer katman, en tabandaki insanlar ve birkaç sebepten angaje oluyorlar. Birincisi bu hareket kendini Nurculuğa dayandırdı. Gülen’in jargonunda “Hz. Pir” diye bir kalıp ifade vardır, Bediüzzaman Said Nursi’dir kastettiği. Bu ifade bir kesimi buraya doğru taşıyor. Şunu da itiraf edelim, Nurculuk denen yapı onlarca yıl boyunca kapalı yapılar halinde yürümüş, gelişme kaydedememiş. Ama Fetullah Gülen diye bir adam gelmiş, bu yapıyı paramparça edip kendince sıkışmış Nurculuk düşüncesine sonsuz bir hareket alanı açmıştır. Bir özgüven doğurdu bu da.

Gülen’in söylemlerini hafife almayın. “Nurcu” diye bilinen kesimlerin –bir iki istisna dışında- neredeyse tamamının “Gülen cemaati”ne angaje olduğu gerçeğini atlamayalım. Biliyorum, bu söylediğime Nurcu kardeşlerim tepki gösterecek. Ama şu bir gerçek değil mi: Gülen hareketinin söylem ve eylemlerine en ciddi tepkiyi koyması gerekenler Bediüzzaman merhumu en iyi anlamış olması gereken gerçek Nurcular değil miydi? Yukarıda da dediğim gibi bir-iki istisna dışında Nurculuk dediğimiz o kocaman yapıdan Gülen’e ne tür sonuç getirici tepkiler gelmiştir?

En altta ibadet, ortada ticaret, üstte ihanet diyorlar ya, işte o “ibadet katmanı” yapının temelini oluşturuyor; Gülen’i takip ediyor.

İkincisi, örgütlenmeleri mükemmel. Muhtemelen Masonik teşkilatlar model alınmış. 90’ların ikinci yarısında bu yapının tam şekillenmeye başlaması da Gülen’in dış angajmanlarına denk gelen yıllar.

Şimdi bu yapıda düzenli ve sürekli bir şarj mekanizması var. Sohbetler, okumalar yapılıyor; müthiş bir dayanışma var; bunu da es geçmeyelim. Gariban, arkası olmayan bir insan bu yapıya girince bir anda karşılıksız bir sürü destek görüyor; ilgi ve itibar görüyor. Bunlar önemli hususlar.

İtikadi problemleri de göz ardı edebiliyor öylece, öyle mi?

Tam da bilmiyor zaten. Çok farkında değil itikadi sıkıntı nedir, ne değildir. Ayrıca muazzam bir eğitim ağına sahip olmaları çok önemli. Bu yapıyla hiçbir münasebeti olmayan bir sürü insan çocuklarını buralara yollamak durumunda kalmıştır. Bu çalışmaları es geçmemek lazım cemaat çatışması falan derken. Gülen doğru yerlere yatırım yaptı. Bu alanı Gülenciler kadar dolduran başka bir yapı olmadı, İslami veya değil. Özel veya değil. Hâlâ öyle. Zikredilen sayılara bakın, Türkiye çapında 2000 civarında okul kapatıldı deniyor haberlerde. İşte tüm buralarda oluşan birikimi ve enerjiyi görmek lazım.

Peki, geniş bir tabanın ikna oluşunu böyle açıklıyoruz. Maslahatçı kesimi de anlıyoruz. Peki, hem önemli konuma gelip hayat görüşünü geliştirme imkânı bulmuş, asgari bir değerlendirme kapasitesine sahip olması gereken onca insan? Mesela darbe girişimi sırasında köprüde korkuya kapılan askerlere “Fetih Suresi okuyun, rahatlarsınız” diyen adam?

Bu artık narkozlanma durumu.

Nasıl olabiliyor peki?

Nasıl oluyor? Bu insanların çoğu İslam’ı orada öğreniyorlar. Onlar da kendi şablonlarını veriyorlar. Sıfırdan gidip orada formatlanınca onun dışındaki bir yapıya veya fikre meşruiyet ihtimali vermeyebiliyorsunuz. Bu bir mankurtlaştırma çalışması; asker, polis, vs. fark etmez. Çok gayrı tabii bir durum değil yani.

O halde şunu mu çıkarıyoruz: İnsan bir kez mankurtlaşınca geri dönüşü olmadığı için dini cemaatlerde ve topluluklarda kritik düşünmenin, bireysel sorgulamanın önünü açık tutmak lazım.

Tabi, ancak bunun için de insanın önceden bir birikime sahip olması lazım. İşte bu yüzden Türkiye’de devlet bu işe sonuç getirici bir şekilde el atamıyor. Tevhid-i tedrisat mantığı da bunu öldürüyor. Genel bir problem bu.

İslami mahalleden biri olarak bu dediğinize katılıyorum ama laik mahalle dediğimiz mahalleden bu aralar öne sürülen bir argümanın üzerinde de düşünmeye değer kanaatindeyim. Diyorlar ki, yıllarca tevhid-i tedrisata karşı çıktınız ama işte bu tip şeyler olmayınca her şey kontrol dışında kalıyor ve FETÖcüsü, başka tip terörist zihinlisi türüyor.

Devlet denetiminde olmasın demiyorum ki. Olsun.  Ama tek-tipçi ve dayatmacı olmasın. Dışlayıcı ve reddedici olmasın. Bu ülkenin, bu milletin gerçeklerini, değerlerini, inancını dikkate alsın.

Devlet denetiminde bu kriterler neye göre sağlanacak peki?

Bunun stratejisini istişare ile oluşturabilir devlet. MEB’de müfredat belirleniyor. Kim belirliyor? İçinde bu milletin İslami hassasiyetlerini bilen, binlerce yıl başarıyla uygulanmış eğitim politikalarını, sistemini, o sistemin ruhunu ve felsefesini dikkate alan kaç kişi var? Bu mesela bir kriter.

O zaman diyebiliriz ki bu tip topluma doğrudan temas eden kurumlarda bir konsensüs kurulsa şucu, bucu, laikçi, İslamcı diye dışlamadan, ortak bir idari mekanizma kurulsa olabilir.

Tabi olabilir.

Ancak İslami kesimde buna “olabilir” demeyen, prensip olarak devlet denetimini tamamen dışarıda bırakmak isteyen büyük bir kitle de yok mu? “En nihayetinde devlet dönüp dolaşır, kendi devlet aklını bize dayatır” diyerek...

Bunu neden diyor ama? O laikçi dayatmalardan ötürü. Dayatılmasa böyle bir damar doğmazdı. Yıllarca devlet “bu alanın hâkimi benim; benim gözetimim, ideolojim, sınırlarım neyse odur, öbürüne hayat hakkı yok” dedi. Yıllarca özel üniversite kurulamadı mesela. İnsanımız gitti, Hollanda’da üniversite açtı. Yazık günah. Şimdi burada açılınca ne oldu? İnsanlar öyle veya böyle arzu ettikleri alanlara kavuştular, rahatladılar. Bunu dini alana açınca kıyamet mi kopacak? Açmazsanız merdiven altından IŞİD çıkar asıl. Bünyeye yabancı akımlar yayılmaya başlar.

Şöyle toparlarsak, örneğin bir cihadçı Selefi X akımı var ve eğitim vermek istiyor, bünyeye yabancı desek de artık vakıa olarak varlar neticede. Laiklik de en nihayetinde bizim söylemimizde bünyeye yabancı, ithal ama bugün bir gerçeklik. İşte bu X akımına bu konsensüs dediğimiz mekanizma doğrultusunda hayat hakkı versek, sistem içine alsak böyle bir sonuç çıkmaz mı?

Tabi, kendi yapılarını kursunlar, kendi kafalarındaki neyse öğretsinler ama devlet de denetlesin. Fırsat eşitliğiyse fırsat eşitliği… Bu sağlansa ben inanıyorum ki zaten burada yerli Müslümanlık dediğimiz, kökü asırlar öncesine dayanan Müslümanlık kendine gelir. Bunun müktesebatı da motivasyonu da enerjisi de vardır. Konuşalım, tartışalım. Batı’da bir “Home School” tecrübesi var mesela. Neden bu tür yapılar Batı’da zararlı görülmüyor da bizde endişeyle bakılıyor? Konuşmak, muhatap almak, tartışmak he zaman dışlamaktan, dayatmaktan ve düşman üretmekten iyidir. Bakın İngiltere bu noktada enteresan şeyler yapıyor. Bakmak lazım oralara.

Şimdi Gülen tecrübesinden sonra onun hareketinde neşet eden bazı özellikleri şeytanlaştırmak kolay oluyor. İşte “kritik düşünce yok, mankurtlaşma var, tek adama inanılmaz bağlılık var, akıl kiraya veriliyor”, vs… Haklı duran söylemler. Peki, samimiyetle kendim de bir durumu kavrayamadığım için soruyorum: Türkiye’de de özellikle tasavvufi yapıların birçoğunda buna benzer durumlar yok mu? Ben uzaktan ahkâm kesmek istemiyorum ya da şu an popüler olan tartışmalara benzer bir laçkalıkla bunu sormuyorum, tarikatların kendi içerisindeki mürşid nosyonunu da açıkçası tam bilmiyorum. Uzaktan görüp sorguladığım bir şey, yanlış mı değerlendiriyorum bilmiyorum.

Yanlış değerlendirmiyorsunuz ama bu tarikatlara özgü bir şey değil. Siz küçüklüğünüzden beri kalkıp İslam’ı bir kişiden öğrenirseniz, İslami kişiliğiniz salt o kişinin takdim ve örnekliğinde oluşmuşsa, onu siz bir süre sonra yegâneleştiriyorsunuz. Yani tasavvufun kendisiyle alakalı değil problem. Cemaatlerin yapısında biraz bu var. 56 yaşındayım, ben bunun istisnasını görmedim Türkiye’de.

Bir insanın etrafındaki cemaatleşme olgusu giderek toplumsallaşmaya başlayınca, o insan bir süre sonra mutlaklaştırılıyor. Hatta kendi yanlışını göremez, görse de itiraf edemez hale geliyor. Etse çevresindekilerin gözünden düşecek. Öyle ki kendi yanlışını devam ettirme mahkumiyetinde kalıyor. Öte yandan “şeyh uçmaz müridi uçurur” sözünde olduğu gibi, bu tür yapılarda zaman içinde “politbürolar” oluşuyor. En tepedeki şahsiyet ne kadar şeffaf ve mütevazı olursa olsun, bu politbürolar o insanı insanüstüleştirebiliyor. Kabahati cemaat ya da tarikat olgusunun kendisinde değil, “insan arızası”nda aramak gerekiyor. Otokontrol mekanizması iyi kurulup işletilemediği zaman bu tarz arızalar her yapıda ortaya çıkar. İnsanın olduğu her yerde vardır böyle durumlar. İslam’a dayandığını söylüyorsa bir yapı, onu Şer-i Şerif'in denetimine açık tutmalısınız. Şer-i Şerif'in denetimine kapalıysa bir yapı, orada çıkacak arızanın faturasını cemaat ya da tarikat olgusunun kendisine değil, “uygulama”ya, “uygulayan”a kesmelisiniz.

Yok mudur hocam kritik düşünceyi yahut başka dini çevrelerle, yorumlarla, vb. teması açık tutan dini cemaatler hiç? Ben mesela “modernist” denen bazı yapılarda bunu gördüm. Yahut sizinle ilk sohbetimizde mesela siz bana “kitaplarımı al oku, kritik ederek oku ve gel sor” diyebilmiştiniz.

Ben cemaat değilim ki. (gülüyor) Ben bağımsız bir adamım.

O halde spesifik olarak tasavvufi yapılara yüklenilmesi saçma?

Belki de tarikatlar dışındaki sıradan cemaatlerde lidere ek manevi bir durum atfedilmediği için biraz daha serbest alanları var olabilir, bilmiyorum. Ama onlar da fikriyatın ana koordinatlarını tartıştırmazlar.

Bugün meşruiyetini savunduğum tarikat yapılarında da zaten tarikatın başındaki şeyh “sorgulanamaz, hata yapmaz, mutlak” değildir. Tarikatın kendi teorik yapısında da bu yoktur. Ehli sünnet ve’l cemaat itikadında zaten sadece Peygamberler masumdur. O da hata yapmaz anlamında değil; onlardan da “küçük kusur, sürçme” anlamında “zelle”ler sadır olmuştur. Ama vahiy tarafından düzeltilmişlerdir. Bir de peygamberlerin geçmiş ve gelecek günahları peşinen bağışlanmıştır. Cemaat ve tarikatlar da bunu böyle kabul eder. Ancak pratikte bazı örneklerde liderin, hocanın, şeyhin konulduğu pozisyonun bununla çeliştiği görülebilmektedir.

Peki, hocam şimdi size açık sözlü şekilde bir soru sorayım: Demin kritik düşünceden bahsettik; siz de geniş bir vizyona sahip olmayı, tek bir yere saplanıp kalmamayı önemsediğinizi belirtiyorsunuz. Bu cepte… Bir de sizi kaba tabirle kategorilendirenler “gelenekçilerin önde gidenlerinden” diyor ve ekliyor: “Gelenekçiler, ana damar İslami söylemler bağlamında doğru konuşuyorlar da iş pratikte sorgulamaya, akılcı düşünmeye gelince onu yapmayın, bunu etmeyin diye feveran edip bir noktadan sonra kritik düşünmeye set çekiyorlar, Muhammed İkbal örneğindeki gibi mesela.” Ya da şu deniyor, “Gelenekçi bakışın referansı olan müfessirlerden çok güzel alıntılar yapılıyor işe gelince ama iş şu şu noktaya gelince de göz yumuyorlar, oraya dokunmuyorlar.” Ne diyorsunuz?

Bu soruyla başka bir alana intikal etmiş olduk. Herhangi bir düşünceyi kritik edebilmek için olmazsa olmaz şeyler var. Neyi ölçü alarak kritik edeceksiniz? Arka plan nedir? Bu sorunuzun düzgün cevabını vermek için oraya inmek lazım.

Mesela “hırsızın elini kesin” emri… Bazı insanlar diyorlar ki bu yanlış bir şey, İslam değil. Neye dayanıyoruz?

Dediğime çok güzel bir örnek.

Burada önce metodoloji, usul meselesi var; tartışmalar yüzeysel geçilirken bu görülmüyor. Türkiye’deki tartışmaların çoğu usul tartışması zaten. Burayı netleştirmeden feriyatı, detayı tartışırsak durumu anlayamayız.

Oluşmuş bir hassasiyet de var tabii. Kendisine İslam Devleti diyen bir örgüt çıkmış, ekranlarda kafa kesiyor, bayrağında “La ilahe illallah, Muhammedun resulullah” yazıyor, işte oradaki insanlar da Kur’an, sünnet diyor. Bu hassasiyet de istismar ediliyor. O yapıların bazı dedikleriyle diğer ehli sünnet yapıların dediklerini yan yana koyup “bak bu da ehli sünnet, o da ehli sünnet, ne farkınız var”a getiriyorlar.

Bu kıyaslama doğru ise biri de çıkar, der ki “Kur’an’da bu yazıyor, işte IŞİD ile bir farkı yok.” Öyle mi denecek? Tarihselliğe mi kaymak yani tek çözüm?

Yani açıkçası bu basit bir mesele değil. Müslüman gençler girdikleri farklı ortamlarda bu kıyaslara maruz kalıp kimi zaman savunma argümanlarını hazırlamak için arayışlara giriyor. Tarihselci bakış bu açıdan bakınca bizim gibi yakıcı sorularla baş etmekte zorlananlar için bir çıkış yolu ve kaydadeğer bir entelektüel çaba desem yalan söylemiş olmam.

Soru şudur: Bize bunu söyleten, bir problematik olarak ortaya koyduran İslami hassasiyetlerimiz ve Kur’an’a bağlılığımız mıdır yoksa bizim tahayyülümüz dışında gelişmiş bir dünyanın bilinçaltımıza zerk ettiği düşünce sistematiği midir? Biz mesela kan görünce tahammül edemeyen bir nesiliz. Peki, savaş hiç yok mu, olamaz mı? Savaş İslam tarihinde yok mu? Oradakilerin kanı akmıyor mu? Savaş bir vakıa olarak ne açıdan kötü? Dolayısıyla mesele ehli sünnet değil, bilinçaltımızdaki modern formatlar ve onun oluşturduğu kanaat ve inançlar. Bu dünyaya güç yetiremiyoruz ve belki heva, hevesimize de uygun geliyor. Bilinçaltımıza zerk edilmiş ön kabulleri baz alıyoruz; sonra onun üzerine Kur’an, Sünnet ahkamını tartışıyoruz. Ortaya çıkan tablo da moderniteye ait problemlerin Kur’an üzerinden ifade edilmeye çalışılması. Tarihselcilerin yaptığı tam da budur. 100 sene önce tarihsellik diye bir kavram yoktu ve ümmet bunu tartışmıyordu. Ne oldu da tartışır hale geldik?

Dedikleriniz teorik olarak gerçekten anlaşılır ve tutarlı hocam. Ancak şöyle gelmiyor mu size de arada: Modern değerler, tamam, bize kodlanmış diyelim. Bunlar da daha çok Batılı rasyonalist pozitivist değerler. Fakat nihayetinde bir insan aklı var o değerlerin oluşum çekirdeğinde ve belki rasyonalizmin her çıkarımı kötü değil… Buradan, bir şey Kur’an yasakladığı için mi kötü, kötü olduğu için mi Kur’an yasaklıyor tartışmasına da dönebiliriz. Demek istediğim, günümüzdeki bazı meselelerde bu kabul edememe duygusunu hissetmemiz sırf bilinçaltımıza kodlanmış olanlara bağlanabilir mi? Mürtedin öldürülmesi ya da hırsızının elinin kesilmesi mesela bilinçaltı kodundan bağımsız olarak gerçekten rahatsız etmiyor mu bizi örneğin?

Hüsün-kubuh tartışması teknik tabiriyle. Tam dediğiniz ikilem. Ama burada bir şeyi atlamayalım, ilahi emir ve yasaklar bizatihi eşyadaki güzellik ve kötülük sebebiyle varit olmuştur diyen bir akım var, Mutezile. Bunun tam karşısında da Eşarilik var. Ne o, ne de öbürü buradan kalkıp tarihselliğe gelmemiştir. Mutezile’ye de bakın, eserlerinde böyle bir sonuca varılmıyor.

Nasıl açıklıyorlar peki?

Bu teorik bir tartışma bir anlamda. Fıkhi muhkem ayetlere bir etkisi yok. Hiçbir mutezili, “hüsün-kubuh eşyanın tabiatında mevcuttur” diyerek, “o halde Kur’an Sünnet ahkâmının bir kısmını terk edelim” dememiştir. Nitekim Mutezile’nin ekseriyeti Hanefi fıkhına bağlıdır.

Mürtedleri onlar da öldürüyor yani?

Evet. (Hoca gülüyor)

Hocam o zaman şu sonuç çıkıyor birçokları için: Şimdi Çengelköy’de oturan bir gencin arkadaşı “ben yıllarca inandım da ateist oldum artık be dostum” derse öldürülecek…

Olur mu, tabii ki pratikte bu iş böyle değil.

Tarihselciliğe girmiş olmuyor muyuz o halde?

İslam ahkamını şöyle 4 katmanlı kategorize edelim: İşin usul zemini, kaideler zemini, feriyat zemini, uygulama zemini. Şimdi bu 4. basamağa kadar bir mesele, bir insicam içerisinde gelir. “Şu delile dayanarak şu hüküm şöyledir” denir. Ama bunun uygulanması başka bir formasyondur, başka bir mekanizma gerekir. Mesela olağanüstü durumlarda had cezası uygulanmaz, bu bir ilkedir ve her mezhepte vardır.

İslami hükümleri uygulayabilmeniz için insanları harama teşvik eden mekanizmaları kaldırmanız lazım. Toplumu o duyarlılık seviyesine taşımanız lazım. Efendimiz 13 sene Mekke’de insanlara din tebliğ etti ama hiçbir İslami hükmü uygulamadı. Çünkü toplum henüz o kıvamda değildi. Medine’ye geçince kendi toplumunu yetiştirdi, adım adım hükümler de nazil oldu ve uygulandı.

Tarihte böyle bir örnek oldu mu ki bir daha? Her dönemde bozulma oldukça “zaruret var, uygulamayalım” denebilir.

Ama bu keyfiliğe açık bir alan değil. Bir toplumda her mekanizmanın insanları zinaya, içkiye, fuhuşa teşvik ettiği bir ortamda ceza vermeye kalkarsanız zulmedersiniz. Bu zulüm olur, işte IŞİD’in arızası burada. Bir memlekete gidiyor, ben burada şeriat ilan ettim; şunu bunu yaparım diyor. Kur’an bile içkinin haramlığını tedrici, 3 aşamada ilan etmiştir. Sen bunu nasıl dersin, nasıl böyle dayatırsın? Önce içkiye teşvik eden mekanizmaları ortadan kaldırın, insanları irşad edin, o insanlar kendi kafalarında bunu bitirsinler, sonra da toplumsal bir benimseme olunca diyebilirsiniz “bu iş haram olduğu için yasak, cezası da şudur.”

15 Temmuz sonrası uzun süredir var olan toplumsal kutuplaşmalar masaya yatırıldı. Hem bizim mahalle içinde hem laik mahalle ile. Şimdilik ülkemizin tek çıkış ve birleşme noktası da Türkiyelilik gibi duruyor ama bunun hamaset olmaması için şu gerçeği görmemiz lazım: Farklı kesimler şeklinde bir aradayız ve konsolidasyon süreci için karşılıklı anlayış ve belki tavizler vermemiz lazım. Ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle şunu tespit edelim: Bu toplum kültürsüzlüğün kurbanı. Kültür deyip geçmeyin, kültür bir toplumun değerlerini, aidiyetlerini ve inançlarını pratize ettiği alandır. Kaybolursa, gözlüğünü kaybetmiş miyop bir adam gibi olur toplum. Yönünü bilemez. Şu an bizim açımızdan durumum budur.

Ama hocam vakıa en nihayetinde budur, bizim açımızdan böyle olsa da artık herkesle ortak bir kültüre dönüş yapamıyoruz, bunu dayatamayız da…

Tabii. Devam edeceğim. Şöyle diyelim o zaman, öncelikle kendini bu toplumun aydınları olarak görenler bahsettiğim kültürel arka planı es geçmemeli. Bu toplumun arkaplanında bir Osmanlı realitesi var, bu geçmişi lanetlemekten vazgeçmeli. Laikler, ateistler, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir toplumda yaşadıklarını kabul etmeliler. 15 Temmuz’un akabinde bir Markisist’in metni (Roni Margulies’i kastediyor) düşmüştü internete. Orada güzel bir bakış açısı vardı, adam itiraf ediyor “Müslümanlarla beraber yaşıyoruz, alışmamız lazım” diye. Cumhuriyet ile bu toplumun teorik olarak bir problemi yok esasında. Yeter ki cumhura dayanması gereken bir rejim, kendisini öyle isimlendiren bir rejim, bu isim altında azınlığın çoğunluğa tahakkümü üzerine kurulmasın. Laikçilerin avantajı kanun gücüne yaslanmasıydı. Bu güçle koca bir Müslüman halk yok sayıldı. Bu tepeden inmeci mantığın değişmesi lazım. Ezan duyunca iğrenilmemeli, çarşaflı kadın görünce öcü görmüş gibi olmamalı. Ramazan’da göze soka soka sigara içmemeli, etrafında bolca oruçlunun var olduğu düşünülüyorsa mesela.

E hocam “birlikte yaşamıyor muyduk, bu da benim sigaram” derse yani?

Desin, yani adam sigara içti diye gidip tartaklansın demiyorum. Ama bir konsolidasyondan bahsediyorsak, edeben-karşılıklı saygı çerçevesinde bu olsun diyorum. Buraya gelen gayrimüslim birçok turist dikkat ediyor mesela buna, bu insanların kutsal ayı diyerek. Velhasıl Türkiyelilik denen çizgi için bu tavır önemli. Kemal Tahir’in çizgisine gelebilmeliler, Cem Karaca’nın çizgisine gelebilmeleri lazım velhasıl.

Zaten Müslüman’ın da Müslüman olmayana, bunu umursamayana din dayatma gibi yetkisi yok. Bizim kesim de böyle bir tavra girmemeli. Ekstrem örnekler, münferit hadiseler dışında böyle bir şey olduğunu da söyleyemeyiz zaten.

Son zamanlarda haklı olarak Fetullahçılara katı şekilde karşı bir siyasi atmosfer ve insani bir öfke var. Ancak iş toplumsal tabana gelince bir çelişki ortaya çıkabiliyor: Tövbe ettim diyen birçok insan var bu yapıdan ve hem arkadaşlık ilkeleri hem de İslam’da tövbeye şans verilmesi, merhametli, hüsnü zan sahibi olma ilkeleri gereği bu insanları izole etmememiz lazım geliyor gibi. Öte yandan da bir güvenlik ve ihanet problemi var, en önemlisi de “acaba Fetullahçı arkadaşlarımız tedbir mi yapıyor hâlâ” korkusu var. İslami bir ahlak çerçevesinde nasıl yaklaşılmalı?

Bu soruyu sorduğunuz için teşekkürler. Bakın Hz. Ömer’in, Sabiğ bin Isl adlı bir adamla yaşadığı örnek var. Bu adam halk arasında dolaşıp müteşabih ayetlerden sorup duruyormuş. Maksadı kafa karıştırmakmış, kargaşa çıkarmakmış. Hz. Ömer de onu cezalandırmış ve sürgün etmiş. Sürgün ettiği yerdeki valiyi de uyarmış kimse bu adamla oturup kalkmasın diye. Islah olduğu, tevbesinde samimi olduğu ortaya çıkana kadar izole edilsin diye de eklemiş. Bence İslam fıkhındaki bu örnekten yola çıkarsak uygulanacak toplumsal müeyyide budur. Bir süre ilişki kesilecek. Ta ki pişmanlığı, gittiği yolun yanlışlığını itirafta samimiyeti ortaya çıkana kadar.

Hocam nasıl anlayacağız? Şimdi de pişman zaten, bin bela okuyanı var.

Bir süre beklenmeli. Sonra da insanın ahvalinden belli olur, topluma yansır. Tavsiyem de samimi kanaatim de budur. Tabi bunu son süreçte tövbe edenler için söylüyorum. Hakikati önceden görmüş olmaları gerekirdi. Şimdi “gerçeği gördüm” demelerinin topluma, üçüncü kişilere inandırıcı gelmemesi normal. Onların da nasuh tevbe etmesi lazım. Tevbelerinin samimi olup olmadığı zaman içinde mutlaka belli olur.

Bir diğer sulanmakta olan konu da bu Mesih ve Mehdilik meselesi. Fethullah Gülen ile ilişkilendirilmiş her kavramın otomatikman sulandırılması gibi bir tehlike var, bu tip her kavram hemen itibarsızlaştırılıyor sanki. Buna ne diyorsunuz?

Maalesef öyle. Öncelikle Mesih kesin var, tartışılmaz; sadece geri dönüp dönmeyeceği tartışılıyor. Mehdiliğin ise hak olduğuna ben inanıyorum. Gülen bunu istismar etti diye bundan vazgeçemem.

Ama tabi Mehdi konusu Mesih konusu kadar kesin değil, dayanak olarak birçok hadis mevcut. Bunların bir kısmına da zayıf denmektedir. İbn Haldun’un Mukaddime’de bir çalışması var örneğin. Ancak bu çalışmada o hadislerin tamamına da zayıf dememiş. Osmanlı’nın son dönemlerinde İzmirli İsmail Hakkı bir makale yazmış, hepsi zayıftır demiş. Bugün bazı çevreler İbn Haldun’a, İzmirli İsmail Hakkı’ya dayanarak bir hakikat cinayeti işliyor. Sen Mehdi hadislerini tazif etmek istiyorsan kendin et. İbn Haldun’a bunu atfetme; çünkü adam tamamı zayıf dememiş. İzmirli demiş olabilir ama onun da hatta Haldun’un da hadis ilmindeki otoritesi tartışılır. Mesele akademik ve ilmi bir mesele, tartışmaya açık. Benim tespitime göre ise hadis uleması Mehdi rivayetlerinin mütevatir olduğunu söylemiştir. Sulandırılmamalı.

Şimdi istismarlara yol açıyor  diye bu olgu yok sayılamaz ki. O akıl yürütmeye göre Peygamberlik kurumu da tartışma konusu olur, onu da istismar eden birçok kimse var zira.

Röportajın ilk kısmı: http://www.dunyabizim.com/soylesi/24790/fethullahcilar-neden-bir-dini-cemaat-degil-ebubekir-sifil-ile-konustuk

Röportaj: Deniz Baran / Dünya Bizim

 

adminadmin