Kültür
Giriş Tarihi : 09-12-2018 09:00   Güncelleme : 09-12-2018 09:00

Edebiyat Ve Ahlak “Müstehcen Edebiyat”

Edebiyat Ve Ahlak “Müstehcen Edebiyat”

Edebiyat ve ahlâk bu minvalde birbirlerinin olmazsa olmazı. “Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur” hükmünden mülhem “Edebin olmadığı yerde şiir de yoktur, roman da yoktur, hikaye de yoktur, destan da yoktur” vs. Edeb; Ahlâk. İnsandan çekilince ardında cesetten başka bir şey bırakmayan şey; edeb ve ahlâk.

Edebiyat, Arapça “adabiyyāt” kelimesinden türeme. O ise “adb” kökünden ve lügatte manası; görgü, terbiye, konuk ağırlama adabı. Ayrıca yaşam tarzına ilişkin hikâye ve gözlemlerden oluşan anlamlarına gelen “adab” kelimesinin çoğul hali. Türk edebiyatında terim olarak ilk kullanımı Tanzimat’tan sonra. Öncesinde bu anlamda, “şiir” ve “inşâ” (nesir) sözleri mevcut. Arapça ilmü’l-edeb (edep bilimi) adı altında “söz ve yazıda yanlış yapmamayı öğreten bilim” anlamında kullanılmakta. Bu minvalde edib, hem iyi ahlâk öğreten, hem sözü güzel söyleyen. Ahlâk ile sımsıkı ve bütüne bitişik. Malum olduğu üzere ahlâk, huylar, seciyeler, mizaçlar anlamında bir kavram ve hulk, hulûk kelimelerinin çoğul şekli. İnsanın bir gayeye dönük olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durması, iyi olmaya gayret sarf etmesi.

Edebiyat ve ahlâk bu minvalde birbirlerinin olmazsa olmazı. “Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur” hükmünden mülhem “Edebin olmadığı yerde şiir de yoktur, roman da yoktur, hikaye de yoktur, destan da yoktur” vs. Edeb; Ahlâk. İnsandan çekilince ardında cesetten başka bir şey bırakmayan şey; edeb ve ahlâk. Cemiyetlerin yükselişi de bu sebeple düşüşü de. İnsanların varoluşu da bu sebeple yok oluşu da. Nihayetinde gaye belli: Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak.  Bu ahlâklanmaya en güzel misâl Allah’ın Resûlü, sonra diğer nebiler ve ardından gökteki yıldızlar hükmünde sahabe kadrosu. Allah Resûlü buyurdu: “Söz ki Lebid söyledi; Haktan gayrı her şey batıl.” Lebid, Ashâb-ı Kiram’dan, şiirinden bir mısrası Allah Resûlü’nün  ifade edişi ile hadis olmuş şair. Şiirde ve sanatta en yüksek mertebeye yakınlaşmış bir edib. Şiirde gaye; ahlâk. O’nun ahlâkı. Şiirden edeb çekildi mi ortada şiir kalmaz. Kalan şey ruhu olmayan ceset. Bir yazıdan yahut resimden edeb çekildi mi ortada kalmayan şey yine ahlâk...

Ahlâk aslında bütün ilim şubelerinde mevcut; iktisatta, siyasette, felsefede ve sair. Bir cephesiyle nizam demek olan ahlâk başıboşluğu ve rastgeleliği sevmez. İncedir, zariftir, asildir, bilgedir ama asla tutarsız değildir, fıtrata aykırı değildir, aslını inkâr edici değildir. Bu yüzden en zarif ağızlarda en derin mânâlara kavuşur. Bütün bir edebiyat ve sanat dünyamız bu derinliğin en güzel örnekleri ile doludur. Mevlana, Şeyh Galip, Itri, Fuzuli, Dede Efendi vs. Daha ötesi tarih yazıcılığından, fıkıh ve kelâma bütün ilim şubelerinde eser vermiş birçok İslâm büyüğünde hem bu incelik idraki ve ahlâkı vardır, hem de bütüne bağlı nizam şuuru. Onların ediblikleri aynı zamanda edebleriyle bütünleştirdikleri halleri ile görünür. Bu yüzden bu şahsiyetlerin her biri yaşadıkları şehre, çağa ve çevrelerine ruh üflerler; “edeb ya hu” misâli. Bu nizamı bozmak, bozdurmak istemezler. En küçük nizamsızlığın ahlâksızlığa, en küçük edebsizliğin ise nizamsızlığa sebep olacağını bildiklerinden ne dilden, ne ilmü’l edeb’ten, ne de saf tefekkürden taviz verirler. Yunus Emre’nin sözü bu noktada oldukça manidardır: “girdim ilim meclisine/ eyledim kıldım talep/ dediler ilim geride/ illa edeb illa edeb.”

İslâm’ın ilk çağlarında aşk ve vecd en üst seviyelerde, sonraki dönemde ise azala azala nihai noktada, Tanzimat Fermanı ile birlikte ruhta çöküşün bilfiil ilanı. Bu dönemden itibaren edebiyat da pespaye, matbuat da, mahalli deyişler de. O güne kadar dinî, ilmî, felsefî, tarihî, estetik ve sair eserler eksik gedik de olsa ar perdesi ile kapalı, teşbihler ile temiz. Ve insan zihnine vehim ve vesvese düşürenler halk arasında makbul değil. Ancak 1700’lerden itibaren yavaş yavaş başlayan ve ince dokumalar halinde asıl meyvesini Tanzimat edebiyatı ile verecek olan rezil roman, şiir ve çeviriler en başta Selanik ve İstanbul sosyetesinin olmak üzere, Batı hayranı olmuşların elinde. Kimi müstear, kimi orijinal adla yazılmış onlarca hikâyeler, romanlar, şiirler. Gaye ahlâksızlığa sevk etmek ve böylece bir nizamsızlık doğurmak. Batılılaşma, modernleşme, uygarlaşma gibi adlarla ülkenin kültürel kodları ile oynanıyor, askeri, siyasi, hukuki, iktisadi ve elbette edebiyat sahaları kullanarak bir millet dönüştürülmek isteniyordu. Başlığımıza taşıdığımız “müstehcen edebiyat” bunlardan biridir hem en tehlikelisi, hem en cazibedarı. Çünkü hem gençliği, hem bürokrasiyi yönetmek şehvet duygularını tahrik etmekle daha kolaydı. Yukarıda bahsini ettik; ahlâk sarsılırsa nizam sarsılır, nizam sarsılırsa esaret başlar.

Müstehcen; lügatte “açık saçık, edebe aykırı, yakışıksız” mânâlarında. Müstehcenlik, özellikle cinsel nitelikli çağrışımlarla, genel olarak toplumun utanma ve edep duygusunu inciten, şehvet duygusunu uyandıran açık saçık ve yakışıksız durum, görüntü veya içerik. Müstehcen edebiyat, bunun nazım ve şiirle ifade edilmiş hali.

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

19. yüzyılın sonları Batı’da çirkeflik sanat adı altında serbest. Osmanlı’nın büyük ümitlerle gönderdiği ve eğitimini tamamlayıp ülkesine birer kurtarıcı olarak dönmesini ümit ettiği talebelerin önemli bir kısmı bu çirkefe edebiyat, sanat ve modernlik adı altında hayran. Ülkesini kurtarmak için eğitim almaya gidenler, döndüklerinde ülkesini batırmaya memur yabancılaşmış birer kültür emperyalisti. Bu dönem kadın hakları başlığı altında inceden inceye ailenin, kadınlık ruh ve ahlâkının altının oyulduğu dönemler. Batı özentisi ile yazılan romanlarda kadın artık birer meta. Tanzimat aydınlarından Ahmed Mithat, Namık Kemal, Sami Paşazade Sezai gibi yazarlar kadını öne çıkarıp, kadın haklarını zaman zaman sütunlarına taşırken Servet-i Fünûncuların yazdığı eserler kadın, tutku, sevgi gibi temalarla dolu. Aynı zamanda Batı’dakine benzer bir biçimde özgürlük, serbestiyet ve benzeri arzular kamçılanıyordu.  Bu eserlerin en önemli özelliği erkeğe başkaldıran, erkeği kendine ram eden kadınların eserin kahramanı oluşlarıdır. II. Meşrutiyet’le kadın dergileri çıkmaya, kadın sorunu ve feminizm üzerine düzinelerce kitap ve risale yayımlanmaya başlanmıştı. 1908-1928 arası Türkiye’de o gün için müstehcen sayılabilecek her türlü kitap, risale, kartpostal mevzuattan kaynaklanan bir boşluk sebebi ile serbestçe yayımlanıyordu.

Bu durumun neticesi olarak ahlâkta hızlı bir çözülme yaşanmaya başlanmıştı. Başta Fransız kadınlarının yaşam tarzları, giyimleri, konuşmaları özellikle taklid ediliyor ve onların ahlâk ve adâbı medenîlik diye benimseniyordu. Sadece kadınlar değil elbette, erkekler de karşılarında Fransız modasını kuşanmış, o manayı kendinden yaşatan bir kadın istiyordu. Arz talep hesabı her iki taraf birbirini besliyordu. Kaldı ki, aynı dönemde yani meşrutiyet yıllarında, siyasi sansür ve yasak olmasına rağmen “müstehcen edebiyat”a karşı bir yasak yoktu. İsimlerini tek tek burada sayamayacağımız birçok eser o gün neşredilmiştir. Bu kitaplar elden ele hızla dolaşıyor ve baskısının katbekat üzerinde okura ulaşıyordu. Serbestiyet o çaptaydı ki, bu kitapları basan yayınevleri kitapların üstüne cinsel öğeleri öne çıkmış şehevi fotoğraflar koymakta hiçbir beis görmüyordu. Yerli yazarlar yanında yabancı yazarların eserleri de vardı. Hatta pornografiye varacak derecede görüntüler içeren Kamasutra gibi çeviri kitaplarda -eksikte olsa- basılıyordu. Sudi Süleymanof  “Sevgilimle Bir Gece” (1914), Hakkı Senih “Hadiye Boşandıktan Sonra” (1914), M. Neş’et “Aşk yuvası” (1914) adlı eserler ismini anmaya hayâ ettiğimiz birçok kitaptan sadece birkaçıdır.

“Bu tür sayısız öykünün ve romanın şüphesiz edebi değeri tartışılırdı. Ama talep ortadaydı. Boğaz tokluğuna yaşayan, çoğu kez geçim derdine düşen o dönemin yazarları henüz bir devlet memuriyeti elde edememişlerse bu yola başvurmaktan başka çareleri yoktu. Müstear adla da olsa zamanın eli kalem tutan yazarları bu tür öyküler, müstehcen edebiyat ya da polisiye, cinaî risaleler yazmak zorundaydılar. Satışlar yükseldikçe kısa bir sürede kaleme alınan ve yayımlanan bu öyküler yazarın haftalık rızkını temin ediyordu. Özellikle Hüseyin Rahmi’nin bu tür edebiyatta kalem oynatması, hatta mahkemelik olması, genç yazarları cesaretlendiriyordu.” (Toprak 2017: 270) Hüseyin Rahmi bu noktada yalnız değildir; Halit Ziya Uşaklıgil “Aşk-ı Memnu”, Refik Halid Karay “Yatık Emine” ve “Gurbet Hikâyeleri” ile bundan geri kalmamıştır. Bilhassa Refik Halid Karay eserlerinde aşırı derecede cinselliğe yer vermiş ve kadın güzelliğini iç gıcıklayıcı tanımlamalarla anlatmıştır.

Osmanlı’yı içten çökertmek isteyenler sadece askeri ve iktisadi olarak kuşatma altına almıyor aynı zamanda onu ahlâkî olarak da kuşatıyordu. Çünkü ahlâkı bozuk bir millet asla iflah olamazdı. Rüşvet, hırsızlık, adam kayırma, yalancılık, ihanet, iş görmeme, ehliyetsizlik, cinayet, tecavüz vs. suçların arttığı topluluklar başkaları tarafından kolay lokma halinde rahatlıkla yutulacak hale geliyordu. Aile içerisinde anne babanın etkisinin kırılması ile birlikte başıboş kalan gençler, şehvet dolu fuhuş tuzaklarına kolayca düşüp bir anda şunun bunun metresi olabilmekte yahut bir umumhaneye sermaye olarak satılabilmekteydi. Müstehcenlikle ilgili “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu” 7 Temmuz 1927 günü Resmî Gazete’de yayımlanarak buna ilk kez bir sınır getirildi. Dikkat edilirse bu sadece küçükleri korumak içindi. Diğer taraftan hali hazırda bile müstehcen edebiyat ile ilgili herhangi yasal düzenleme olmadığı gibi caydırıcı ceza da mevcut değildir. Nihayetinde okullarda öğrenciler 50-60 yıl önce pornografik olarak değerlendirilebilecek kitapları bugün “kitap okuma” adlı altında eğitimin bir parçası olarak hali hazırda okumaktadır.

Cumhuriyet’ten Günümüze

İlk dönemlerde şiir, roman ve hikâyelerde, birkaç gazete sayfası yahut dergide başlayan müstehcen edebiyat çok olağanüstü tasvirler içermiyordu. Ancak zamanla hem matbuatın gelişmesi hem fotoğrafçılık ile bir teknolojinin yakalanması tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de cinsel edebiyatın(!) daha açık ve seçik anlatımlarının artmasına sebeb oldu. Herhangi bir mukavemet görmediği, aksine desteklendiği için zamanla -özellikle ergenler ve gençler arasında- ilgi görmeye başladı. Bu hususla bilhassa ilgilenen yabancı örgütler ve onların destekçileri yerli yayın organları varken bunu para kazanmak yahut ideolojik gayeleri için yapanlarda vardı.

Bu dönemde birkaç müstesna şahsiyet hariç edeb hızla “edebiyat”ı terk etmeye başladı. Bilhassa gençler arasında popüler hale getirilen romanlarda kadın erkek ilişikleri üzerinden -güya toplumun vardığı çarpıklık yahut ilişkilerdeki samimiyeti anlatma adına- insan ruhunu tahrik eden tasvirler, anlatımlar yer aldı. Nazım Hikmet’ten Cemal Süreyya’ya, Orhan Kemal’den İpek Ongun’a birçok yazar modernleşme adına bunun etkisi altına girdiler. Cemal Süreyya şiirde erotik öğelere en çok yer veren İkinci Yeni şair(!)lerindendir. Cinselliği canlı bir yaşam deneyi, coşku veren bir hareket biçiminde anlatan Süreyya, şiir kumaşı olarak keyfiyette de bir hiçtir. Ancak bu tür ifadeleri sebebiyle birileri tarafından öne çıkarılan Süreyya başıboş, ruhsuz, ne ahenk ne bir düzen, yığın halinde kelimeleri ile şair(!) diye pazarlanmıştır. Benzer durum Edip Cansever ve Can Yücel’de de vardır. Ancak hiçbirinin şiiri Cemal Süreyya’nın şiiri gibi rezil değildir.

Öykü ve romanda, içerisinde şehevi özellik barındırmayan ancak birçok şarkıcı, fahişe ve oyuncu kadınların çarpık ilişiklerinin anlatıldığı Sabahattin Ali’nin kitapları oldukça dikkat çekicidir. Telkin edilen ve cezbedici bir anlatımla çaktırmadan meşrulaştırılan bir yaşam tarzının sunulduğu bu romanlarda toplumun kültür kodları yeniden işleniyor gibidir. Yine Halikarnas Balıkçısı. O, yoksul deniz insanlarını konu edinirken kahramanları arasında sık sık küçük kıyı köylerinin doğa ile iç içe yaşayan sağlıklı, dişilik dolu genç kadınlarını, balıkçı kızlarını, çingene kadınlarını hikâyelerinde anlatmaya başlar. Halikarnas Balıkçısı’nda kadın ve erkek kahramanlar bütün mahrem ilişkilerini sınırsız bir yaşama sevinci içinde doğada olduğu gibi gizlisiz saklısız sürdürürler. Necati Cumalı’nın Ay Büyürken Uyuyamam adlı kitabı tümüyle cinsel temalı hikâyeler ile doludur. Ve ne kitabın reklamı olsun ne de yazarın diyerek yazıya almadığımız yüzlerce kitap ve yazar var. İbda Mimarı’nın sözü hatırda: “Çirkin şeyi işitmek de çirkindir.”

Bu dönemde ayrıca gelişen bir akım(!) daha vardır; yeraltı edebiyatı. Yeraltı edebiyatı 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında temelleri atılan, aykırı, eleştirel, görece ahlâksız ve otorite tanımaz bir edebiyat(!) akımı. Daha çok alkol, seks, küfür, uyuşturucu, suç, transseksüellik, çarpık ilişkiler, hayvansal dürtüler ve dahası toplum içinde açıkça konuşulmaktan hayâ edilenler bu akımın eserlerinin konusu. Bunlar konuşmadıklarımızı ve/veya konuşamadıklarımızı anlatmaktadır. Daha çok nihilist/anarşist öğeler taşıyan yeraltı edebiyatı sadece dinî ve örfî olanı değil ahlâkî ve hukukî (normal) olan ne varsa her şeyi dışlar. Kendini boyun eğmemenin, başkaldırının, takdir edilmemenin, düzensizliğin, dışlananların, ayıplananların edebiyatı olarak pazarlayan yeraltı edebiyatı yazarları, toplumun içindeki en tehlikeli kanser urudur. Nihayetinde “yeraltı edebiyatı” kelimesi toplumda farklı bir cazibe alanı oluşturup her çeşit pornografinin ve şiddetin ifade edildiği kitaplar olarak yasal hiçbir takibata uğramadan onlarca baskı yaparak okura ulaşmıştır.

Diğer taraftan Cumhuriyet’in ilk dönemleri gibi günümüzde de bu kitaplar kolay para kazanmanın kapısı olarak görülmekte, kimi zaman yazarın asıl ismi ile kimi zaman ise müstear isimle yüzbinlerce basılıp satılabilmektedir. 1970’lerde başlayan bir furya ile “fotoroman” şeklinde kadın erkek arasındaki cinsel ilişkilerin tasviri sözlü olmanın yanında görüntülü olarak da işleniyordu. Sinema ve tiyatroda daha hızlı gelişen bu olgu, edebiyat dünyasının ise hiç peşini bırakmıyordu. Okul kütüphaneleri, kitabevleri, seçkin yayınevleri vs. için artık bu tür öğelerin bulunduğu kitaplar normaldi. Hatta daha fazla “yaratıcılık” adına yeni şeyler isteniyor, beğenilmiyorsa yabancı çevirilere müracaat ediliyordu. Türkiye’nin ilk erotik dergisi Erkekçe 1980 yılında yayınlanmaya başlamıştı. Sonrasında en küçüğünden en büyüğüne kitlelerin elinde, poşetlerin içinde onlarca cinsel içerikli dergi, gazete. İçtimaî çürüme zirveye ulaşmış, cemiyet yüzyıl öncesinden farklı kültürel kodlarına ve anlayışlara sahip olmuştu.

Netice

Edeb bahsi sadece edebiyatla alakalı değil elbette. Fikirde edeb, iktisatta edeb, siyasette edeb, eğitimde edeb, sinema ve müzik gibi sanatın her şubesinde edeb. Edeb ahlâkla iç içe. Edeb kaybolduğu içindir ki dil bozuldu, anlayış bozuldu, ahlâk bozuldu, zihniyet bozuldu. Edeb kaybolduğu içindir ki esaret başladı, kültürel yozlaşma başladı, cinsler arası geçişler hızlandı, aile yapısı çöktü, idarede bulunanlar ehliyet ve liyakatten mahrum kaldı. Bugün yeniden bir edeb hamlesinin gerçekleşmesi lazım. İlköğretimden üniversiteye, kütüphanelerden yayın evlerine, en ücra köyden en merkezi metropollere kadar edeb inkılabının gerçekleştirilmesi gerekir. Ve bunun için de kendini EDEB üzere inşa etmiş bir İdeolocya lazım. İbda bir cephesiyle edeb demek. Hem aynı kökten oluşu, hem de BEDİİ gibi estetikle, nizamla alakalı bir mânâ diliminde oluşu sebebi ile... O halde yepyeni bir edebiyat inkılâbı lazım.

Kaynakça

Enginün, İnci. Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923). İstanbul: Dergah Yayınları, 2006.

Karay, Refik Halid. Memleket Hikâyeleri. İstanbul: İnkılap Kitabevi, 2016.

Süreyya, Cemal. Sevda Sözleri: Şiirler. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2018.

Toprak, Zafer. Türkiye’de Yeni Hayat: İnkılap ve Travma 1908-1928. İstanbul: Doğan Kitap, 2017.

Ercan Çifçi

Aylık Dergisi 170. Sayı

 

adminadmin