Kültür
Giriş Tarihi : 09-12-2018 13:30   Güncelleme : 09-12-2018 13:30

​Emperyalistlerin Ulaşamadıkları Tek Saha Musikî Sahasıdır

Terkib ve İnşâ Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Metin Acıpayam’ın müzik soruşturmasına verdiğimiz cevablardır.

​Emperyalistlerin Ulaşamadıkları Tek Saha Musikî Sahasıdır

Müzik-musikî-vecd münasebeti… Müsbet vecd hâli, şahsın kendinden geçmek suretiyle, “ben” yerine “O” diyebilme hâlidir. “O” ise, marifetinin uçsuz bucaksız olduğu hakiki sevgilidir. Hakiki sevgiliyi fikretme meselesinde, manevî vecd hâlinin bir cihetten bağlı olduğu veçhe; musikî meselesidir. Musikî, aklî ve ruhî dünyamızı, tanzim, tasnif ve terbiye eden muharrik kuvvete sahibtir. İnsan menfi yahut müsbet vecd hâliyle tavrını ve hareketini belirler. İnsanın eşrefi, vecd hâlindeyken mânevî olanla rabıta kurar, helâlinden bir aşk, hüzün ve duygulara garkolur. İnsanın şeytanı, vecd hâlindeyken haram olan duygu ve coşkunluklara kapılır. Şeytanî vecde, edebsiz söz, fiil ve bunalım hâkimdir. Vecdin dünyevî olanını öne çıkaran Batı’nın dinden uzaklaşmış seküler kafası, sanat, şiir, mûsiki ve mistisizmin vecde geçirdiği hâlleri maddî haz hâline getirmiştir. Bu mânada vecd, hissî ve aklîdir. Yâni mukaddes olandan kopuktur. Bu sözlerden hareketle, müzik-musikî-vecd münasebeti hakkında ne söylemek istersiniz?

Öncelikle röportaj için, teşekkür etmek istiyorum. Malûm, artık bir “fabrika alışılmışlığı” hâlinde, eskilerin bir kibrit çöpünden çıkardığı dağ gibi hakikatleri, bizler bugün en önemli görünen hâdiselerden bile çıkarmıyoruz, çıkaramıyoruz. Bu açıdan, bu röportaj da, muhtevasını bir yana koysak bile, benim için büyük önem arzediyor. Ama şunu da belirteyim ki; bu ilk soruda, muhatabınızı kafanızdakilere doğru yöneltme, biraz ifrat hâlde olmuş diyebilirim. Bunu samimi ifadeler olarak alın lütfen. Meselâ, “Batının, dinden uzaklaşmış, seküler kafası” tabiri, hangi din veya bu uzaklaşmanın sebebleri üzerinde konuşmamızın ve düşünmemizin önüne aşılamaz bir duvar örüyor gibi… Johann Sebastian Bach, dindar bir adamdı meselâ, Mozart da öyle… Hattâ ezoterik bir adam olduğu söyleniyor. Yahut Robert Schumann, bir eserine “Rüya Şaşkınlıkları” ismini vermişti; bu da bizim birazdan değineceğimiz “vecd” meselesinde, murâdımıza bitişen bir hâdise, örnekler çoğaltılabilir. Neyse, gelelim “vecd” meselesine; vecd, genel itibariyle ekstaz hâli diyebiliriz. Biliyorsunuz lügat manasını; Bulma ve bulmanın verdiği coşku… Ruhun, dünyanın gerçekliğinden kopması, bir nevi kendinden geçme… Anlatılamaz bir şey, aynı zamanda aklî olarak anlaşılamaz bir şey. Vecd hâlinden ziyade, o hâlin belki de yatağı olan “uyku ile uyanıklık arasında” anlamını taşıyan, trans tabiri üzerinden genişletmek istiyorum. Daha önce müziğin zorunlu trans sağladığından bahsetmiştim. Sanırım Gourmont’ta okumuştum. “Bir müzik eserini dinlediğinizi düşündüğünüz ânda o eseri dinleyemezsiniz.” diyor. Yâni ya o âleme gireceksiniz, veyahut da müziği dinleyemeyeceksiniz. İşte musikî eseri çalınınca, o trans ânında, hangi yönünüze seslenilebiliyorsa, musikî eseri de oraya sesleniyor. Bir nevi, şuurdışınıza hitab ediyor diyebiliriz. Hipnozdan biliyoruz, normal şartlarda yapmayacağınız şeyler telkinlerle yaptırılabiliyor. Bir nevi size baskın gelen bir yere sesleniyor ve ne olacaksa oluyor. Musikî, doğrudan bahsettiğimiz noktaya etki ederek bir nevi rahatlama, neş’e, eğlenme hissi sağlayabilir veya sizin tabirinizle hayatı –belki de suda yumuşatma mânâsıyla- terbiye edebilir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimiz kadarıyla, müziğin “sıkan, darlaştıran” diye bir mânâsı da vardır. Tam da bu noktadan bakıldığında -kendi anladığımız kadarını söyleyebiliyoruz tabiî ki- sizin hayatınızı tanzim edişi, ya bulunduğunuz noktadan hislerinizi “okşayarak” yahut “sıkan, darlaştıran” mânâsıyla bulunduğunuz yerin, durmanız gereken yer olmadığını ihtar etmesiyle oluyor. İkinci maddeden alarak, bir müzik eseri dinlediğiniz zaman, az önce dediğimiz gibi, huzurlu olmayacağınız mânâsına geliyor. Shakespeare’in II. Richard eserinde geçen, kralın ağzından mealen: “Delileri iyi etmesine rağmen beni çılgına çeviren bu müziği susturun!” cümlesi… Herkeste aynı etkiyi yapmıyor demek ki. “Sıkan, darlaştıran” mânâsını daha fazla da genişletebiliriz, elinizdeki sabunu sıkıştırdığınız zaman, sıçrayacaktır. Buna benzer, müzik bir yerde “sıçratmak için darlaştıran, sıkıştıran” mânâsına, müsbet tarafıyla da ele alınabilir. Işık saçan mânâsıyla beraber düşünürsek, yardımcı bir rol oynadığını da görürüz.  Ama o sabunun aşağı doğru mu yukarı doğru mu sıçrayacağı, sizinle ilgili bir hâdisedir. Çift taraflı oluşu hasebiyle, bu da menfi yönüdür. Velî kelâmıdır, şeytan için; “uzak kalmışların sırrı” diyor. Mirzabeyoğlu bu söz için, ilhâmın çift taraflı olduğunu bildiriyor bizlere. Belki bunun en bariz örneği Tartini’dir. Bir eserine “şeytanın ilhâm ettiği şarkı” adını veriyor.  Buradan hareketle, müziğin fonksiyonel tarafı, Nakşîlerin musikîye neden ihtiyaç duymadıklarını da sezdirebilir. Yâni “fonksiyon-işlev” filân diyoruz ya, ihtiyaç kalmamış anlamında… Müziğin aslî olarak verdiklerinin yanında, “Müzik, Büyü ve Hipnotizma” konferansımızda da anlattığımız gibi, dinlenilen müziğin kişiye bakan bir yönü de var. Açalım biraz; Rilke’nin bir sözünü kullanmıştık orada. Meâlen şöyle: “Müzik küçükken beni alır, bilmediğim bir âleme götürür ve orada bırakırdı. Bu âlem BİTMEMİŞ bir âlemdi”. Şimdi, bitmemiş bir âlem demek, insanın muvazenesini bozan ve muhakkak –kafada- bitirilmesi (tamamlanması) gereken bir âlemdir. Bu da şöyle olur; her kim isen o ol, kafandaki şablonlardan başka bir şey kullanarak o BİTMEMİŞ ÂLEM’i bitiremezsin -normal şartlarda tabiî-. Örnek olarak söyleyeyim, kahramanlık-saldırı tarafı ağır basan bir konser düşünelim. Bu konsere bir komünist ve bir kapitalistin gittiğini farzedelim. İşte konserde marşlar, şunlar bunlar çalındı. Haydi sözsüz olduğunu da farzedelim bu konserin. Çıkışta bu konseri dinleyen komünist, müzikten aldığı tesirden ötürü saldıracağı yeri bir bankamatiğin camı olarak belirlerken; kapitalist, rekabet hâlinde olduğu başka bir kapitaliste saldıracaktır. Yâni vecd dediğimiz şeyde de kişiye bakan bir yön mevcut. Bu yüzden, Ahlâk-Sanat İlişkisi’ni olmazsa olmaz görüyoruz.

Klasik musikîmiz, zihnî ve kalbî dünyamızı marazlardan temizleyen tedricî ve sükunetli hâliyle, tefekkürü tetikleyen ruhanî bir sanattır. Buradan hareketle, musikîmizi dinî bir zevk olarak görüyor musunuz?

Başlı başına musikîyi, ilahî olandan ayıran biri olmadığımı söylemeliyim. Ama tabiî ki, musikîmizin bende çok derin izleri mevcuttur. O kültür içinde yetişmiş olmamın buna etkisi bir tarafa, bir ney sesini duyup da etkilenmedim demek, taş yahut odun olmayı gerektirir. Hattâ cansız diye tabir edilen varlıklarda bile müziğin etki bıraktığı biliniyor artık. Platon da aynı fikirdedir. Yâni musikînin, ‘kalbî dünyayı’ marazlardan temizlediği hususunda… Meselâ eskiden lir, insanî yapının gizli bir sembolü olarak görülürdü. Enstrüman insanı, teller sinirleri ve müzisyen de ruhu temsil ederdi. Ruh, sinirleri çalarak, normal beşerî fonksiyonun harmonilerini doğururdu; insan kirlendiğinde, bunlar harmonilerini yitirirlerdi. İnancın sembolleşmiş hâli olarak bakılabilir buna… İsteyen bu cümleden arzu ettiği hakikati çıkartabilir, ben hüküm vermeyeyim. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim; bugün, klasik musikî dinleyip ruhunu marazlardan temizleyebilen çok az insan tanıyorum. Musikînin “kendinden” etkisi ayrı olarak, köprüleri attığımızı söylüyorum. Bunu birazdan, daha da açalım arzu ederseniz.

Müzik, cismanî mi olmalıdır? Ruhanî mi? Niçin ruhanî? Niçin cismanî?

Kasdınızı anlıyorum, fakat kafa karışıklığına mahal vermemek için belirtmeliyim. Bir adam yürüyorsa, ayakları var demektir. Ayakları yoksa, bulunduğu yerden ileriye gitse bile o adama yürüyor denemez, belki sürünüyor denir. Bunun gibi, bir şeye müzik diyorsanız, o sizin tabirinizle “ruhanî”dir. Bunu böyle belirlediğimize göre, yine bu kıstasa nisbetle “güzel müzik eseri” veya “daha az güzel müzik eseri” tabirlerini kullanabiliriz. Kötü müzik eserleri için, Üstad Necib Fazıl’ın da kullandığı ve aslen bir Batı ıstılahı olan “kakofoni” tabirini kullanabiliriz. Benim de bir parçam olsun deyip hakiki bir müzik eseri yapılamaz. Bu da terkib içinde kendini belli eden bir şey, yoksa elimizde bir müzik eserine “iyi” yahut “kötü” demenin kıstasları yoktur. Düşünce olarak yâni… SÖZSÜZ bir müzik eserine şu şu sebeblerden dolayı kötüdür, derseniz, ben de size, aynı sübjektif argümanlarla şu şu sebeblerden dolayı iyidir diye rahatlıkla mukavemet edebilirim. “Sol notası güzeldir” kaziyesi ne kadar abes ise, “kötüdür” de o kadar abestir. Hattâ son zamanlarda gürültünün bile müziğin unsurlarından bir unsur olabileceği söylenirken; âhengin bir unsuru olarak, yoksa âhengi bozmak mânâsında değil tabiî… Bunu ancak üstün his sahibleri belirleyebilir –ki bu aynı zamanda, halk arasına çıkması uygun olup olmayan müzik eserlerini tesbitte vazgeçilmezdir-. Böyle olmadığı zaman her şey izafileşir, bugünkü çorba durumunu alır. Gelelim NİÇİN’e… Sanatın ahlâktan ayrı bir mesele olmadığını söylemiştik. Herkes kendi dünya görüşüne nisbetle, sanatı da düzenlemek zorundadır. Meselâ, Protest Müzik anlayışının çıkması rastgele değildir. Bir dünya görüşü çerçevesindedir. Burada mesele, hangisinin hakikat olduğudur. Bu durumda bir müslüman olarak tabiî ki “has” olanı isteyeceğimiz ve yapmaya gayret edeceğimiz açıktır. Ruhanîlik meselesine gelince, bizim görüşümüze göre müzik eseri, ahengin ses ile suret bulmuş şeklidir. Ve bu iş, tâ en başından beri makrokozmosun, mikrokozmosta tecellisi diye ele alınır. 4 telin 4 unsuru, 7 notanın 7 göğü, 24 terkibin 24 saati vesaire temsil edişi, bu işi Batılının Hermes’ine, bizdeki İdris Aleyhisselâm’a kadar götürür. Uzun ve kitablık çapta bir bahistir elbette.

Musikîyi; akıl ve kalbin daha derinlerinde olan zevk-i selîmde mi aramak gerekiyor?

Güzel noktadan yakalamışsınız. Önce “musikî” kavramını etimolojik olarak açalım. Mus-ique diye ayırmamız, sanırım dilbilim açısından yanlış olmayacaktır. Bazı kaynaklarda bunun Yunancadan geldiği ve Arabçadan Türkçeye geçtiği söylenir. Bazı kaynaklarda da Fransızcadan Türkçeye geçtiği bilgisi vardır. Filolog olmadığım için tam bilemeyeceğim. Ancak, “ique” Fransızcada sahiblik bildiren ektir. “Mus” ise Grek mitolojisinde dallara konup şarkılar söyleyen ve söyledikleri şarkılarla insanları ve hayvanları BÜYÜLEYEN yarı tanrı, yarı insan bir varlıktır. Bu durumda musique yâni musikî tabiri, Mus’a ait olan olarak karşımıza çıkıyor. Burada hep, musikî sanatı üzerine yoğunlaşılmış olmasına rağmen, ben büyüleyici yâni insanı sarhoş eden, ancak kavrayışla çözülebilen şeyler üzerine de düşünüyorum. Yine Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimiz mânâları verelim: Muzi: Meydana çıkaran, açığa vuran… Muzi’: Gayb eden… Bu kelimelere, müzik kelimesine yakınlığı bakımından bakılmalıdır. Bu durumda, genel mânâsıyla herhangi bir şeyin SURET olarak açık edilmesiyle MÂNÂ olarak gayb olmasına musikî olarak bakılabilir. Musikîde bu durum, kesin bir ses (nota) ile tesbit edilmiş, meydana çıkmış, oluşturduğu etki bakımından da hissettirdiğini bir o kadar gayb etmiştir. Bir şiirde de musikî vardır meselâ. Burada Alman şair Novalis’in mısraını sanırım zikredebiliriz: “… Genel belirsiz her cümle, bir parça MUSİKÎ ihtiva eder.” Burada da musikî sanatı ile ilgili derinleşilebilecek mânâlar devşirilebilir. Şimdi gelelim sorunuza; anlattıklarımız çerçevesinden bakacak olursak, zevk-i selîmin yüksek “tat, lezzet” demek oluşu gereğince, yalnızca doğrudan alınabilen bir mânâsı çıkar. Yâni tam kavranamayan ancak hissî bir şekilde alınabilen şeyi, BÜYÜLENME yahut yine musikînin insanda oluşturduğu sarhoşluk mânâsıyla düşünürsek; musikîyi zevk-i selîm’in zaten merkezine oturmuş bir hâlde görürüz. Ki, mitoloji üzerinden bir misâl verirsek, Orpheus’un “geriye baktığı ânda kaybolan gölge”si gibi, müzik de düşündüğümüz ânda ortadan kaybolan ve ancak zevken idrak edilebilen bir nitelik belirtir. Geçenlerde Süleyman Seyfi Öğün’ün bir yazısına denk gelmiştim. Çok hoşuma gitti. Şöyle diyordu mealen; Modern sanatçı eseriyle övünür ya; hani ben yaptım, tam oldu mânâsına… Oysa ‘eser’ kelimesi başlıbaşına eksikliktir. Hani ‘eser miktarda’ filân diyoruz … Bunları şunun için anlattım; yaşadığımız çağda aç-bitir eserleri, insanı çıldırtacak derecede tam görünüyor. Başladığı bittiği tahmin edilebilen, hemen hissî coşkunluk veren eserler…  Alışverişi hızlı yapmamız için yahut komut vermek için yapılmış gibi. E verdiği zevk ve -biz de dahil- ortaya çıkardığı insan tipi malûm…

Bir buçuk asırdır medeniyet kaosu yaşıyoruz. Kaosun içinde olan medeniyetimiz değil, bizleriz. Tahrib olmayan müessesemiz kalmadı. Lâkin, gerek oryantalistlerin, gerek emperyalistlerin ulaşamadıkları tek saha musikî sahasıdır. Buradan hareketle, ne söylemek istersiniz?

Kaç asırdır yaşıyoruz bilemeyeceğim ama bir medeniyet kaosu yaşadığımız doğrudur. Ne o taraftan ne de bu taraftan hesabı, kıvranıyoruz. Musikîyi oryantalistlerin ve emperyalistlerin ulaşamadığı saha olarak görmediğimi, üzülerek söylemeliyim. Bir yemeği bozmazsınız da ağzın tadını bozarsınız, ulaşmak istediğiniz yere ulaşırsınız. Sanırım anlatabildim. Bu bakışla “karşı taraf” diye tabir ettiğimiz kesimin ne yapmak istediğini kestirmek lâzım. Yâni bu adamlar fetişist değiller, onu söyleyeyim. Batı müziğini ele alın meselâ, öyle sandığımız gibi şehirlerinde klasik müzik falan çalınmıyor. Tâ ki 18. yüzyılın sonlarına doğru, Mozart’la bu kitle genişlemeye başladı. Uzun bir zaman aldı, çünkü zevk hassası yeni yeni oluşmaya, klasik musikînin kodları yeni yeni çözülmeye başlıyordu. O da sınırlı kaldı. Bazı kesimler tarafından o kodlar çözülemedi. O kodlar da genetik olarak aktarılmadığına ve muhakkak orta seviyede de olsa bir kültür gerektirdiğine göre, ortada sapasağlam duran bir musikîden bahsetmek mümkün mü hâlâ? Ha, eğer biçim olarak bir zarar görmedi diyorsanız, size kısmen katılsam da bir örnek vererek ve üzülerek tekrar karşı çıkmış olacağım. Itrî ve Bach arasında 45 senelik bir zaman dilimi var, biliyorsunuz. Yâni aynı dönemin müzisyenleri sayılırlar. Şeyhülislam Esad Efendi’nin kitabında, Itrî’nin 1000’i aşkın musikî eseri olduğu yazar. Yine aynı şekilde Bach’ın da 1000 tane eseri vardır. Bach’ın hemen tüm eserleri günümüze kadar gelmiştir diye biliyorum. Peki Itrî? Sadece 42 veya 43 tanecik. Haydi diyelim 43 eser tatmin edici! Itrî’nin hayatına dair o kadar şaibeli şeyler mevcut ve o kadar bir bilgi karmaşası var ki, neredeyse geçen konferansta da söylediğim gibi, hayatını eserlerinden çıkarmamız bekleniyor. E hayatına dair kaba hatları bilmeden de derisine nüfuz olmuyor, malûm. Divan’ı var imiş bir tane de. O da kayıb! Kendi musikimiz için şunu söyleyebilirim: “Bağlamından” koparılmış bir sanat dalıyla karşı karşıyayız.

Bu konu önemli, onun için izninizle biraz uzatacağım. Bugünkü semah gösterilerini biliyorsunuz zaten… En cicili bicili –pembe, mor- renklerle dönüyorlardı semazenler, ney eşliğinde. Korumacı bir psikolojiyle, bir iki cılız ses yükseldi, o kadar. “Niçin karşı çıkıyorsun?” denildiği zaman, herkes kaçacak delik aradı. Bu işin bir yönü… Bir de Urmevî’nin sistematize ettiği “Edvar” tabiri var. Bunu Urmevî “Makam” mânâsında alsa da, ben murâdıma uygun olarak “Devirler-Zamanlar” diye aldım. Buradan hareketle şunu açık olarak söyleyebilirim ki; müzik statik bir yapıda değildir. III. Selim, sanıyorum 5 tane yeni makam buluyor ve 64 civarında YENİ eser veriyor. Hâkezâ, IV. Murad’ın 12 eser verdiğini biliyoruz. Yine Dede Efendi’nin bulduğu makamların adlarını say deseniz, uzar gider. Süs olsun diye bulunmadı o makamlar, değil mi? Sürekli değişen hayata, dolayısıyla insanlara, yeni musikî eserleri sunmak, yeni formlarda… Ama makam demek, eski musikîyi atmak değil, eskiye yeni nefes üflemek… Bunu böyle belirttikten sonra, gelelim Nietzsche’nin “Wagner Olayı” eserinde söylediği hakikate; şöyle diyor: “Yetişmesini bilen bitkiler arasında EN SON YETİŞEN BİTKİ MUSİKÎDİR.” Yâni demek istiyor ki; kültüründen, hayatından, giydiğin kıyafetten içtiğin suya kadar, her şeyin musikî ile münasebeti var. Tarih hafızam zayıftır. Ama musikî ile bağlantılı olduğu için hatırımda kalan bir hâdise: Dede Efendi’nin “Yine Bir Gülnihal” bestesi, vals ritminde bir eserdir. Bu eserin de en önemli özelliği, Batı tarzı olan vals ritminin ilk defa kullanılmış olması… Dede Efendi’nin bu parçayı istemeye istemeye yazdığı söylenir. Abdülmecid’le beraber Batı tarzı müziğin sarayda etkisini göstermesiyle beraber, “bu işin tadı kaçtı” diyerek izin isteyip hacca gidiyor ve orada vefat ediyor. Bu şimdi basit bir hâdise gibi görünse de, o dönüşüm içerisinde halkın artık o dağ gibi musikîye sırt çevirdiğini, bir nevi hafıza kaybına uğrayıp basit ve eğlencelik olana yöneldiğini görüyoruz. Değişen neydi? Musikî mi? Her zaman söylediğim bir sözü tekrar söyleyip bu faslı da kapatmış olalım. “Altın çamura düştü, onu çıkarmak için, el sokmak şart…”. Bence konuşulması gereken, elin nasıl en az çamura bulanarak çıkacağı…

Kadîm İslâm medeniyetinin tababet (tıb) tarihine bakıldığı vakit görülecektir ki, müslüman tabibler musikî ile tedavi usulünü başarmışlardır. Bugün buna benzer çalışmalar yapılabilir mi?

Evet, özellikle psikolojik rahatsızlıklarda çokça kullanılagelmiştir ve hâlâ kullanılmaktadır. Tabiî başka bir forma dönüşerek. Hipnomüzik, bugün kullanılan bir çeşit olarak karşımıza çıkıyor. Müslüman tabibler kullanmışlardır, evet, daha doğrusu en sistemli şeklini müslümanlarda görüyoruz. Fakat bu iş milattan önceye kadar da dayanır. Meselâ Tevrat’ta geçer. Kral Saul’a “şeytanî ruh” diye tabir edilen şey musallat olunca, Davud Aleyhisselâm’ın onu çaldığı arp ile iyileştirdiği yazar. Hattâ ilkel diye tabir edilen kabilelerde bile görürüz. Kenya’da Mola kabilesi meselâ; gerçi onlarda dans daha ön plânda… Geniş bilgi için Haşmet Altınölçek hocanın müstakil bir eser olarak basılan “Müzikle Tedavi” adlı -doktora tezi sanırım- çalışması var; arzu edenler açıp bakabilir. Eski Çin’de de vardır meselâ o; şiddetli “gong” sesinin kötü ruhları kovduğu söylenir. Kötü ruh filân derken de yanlış anlaşılmasın. Neticede bir rahatsızlık giderilmiş oluyor. Hattâ mitolojiye göre, kendisinden hastalıklar için yardım istenen Apollon -tıb tanrısı biliyorsunuz-, lir adında bir çalgıyı armağan ediyor insanlara. Mitolojik karakterleri de okumaya çalışıyorum şu aralar. Hikâye filân diye gözden kaçırıyoruz ama önemli bilgiler mevcut. Apollon diyorduk, zamanında yaşamış bir tıb bilgininin, sonradan mitolojik karakter hâline gelmesi diye bakılabilir belki, bilemiyorum. Yâni kısaca, her dönemde müzikle tedavi, kendisini bir şekilde göstermiş. Hem de katı kurallarla… Kiliselerde meselâ, şarkılardaki bir değişiklik, tanrıya yapılan küfür sayılıp cezalandırılırmış. İnsana etkisi bakımından, iyileştirici olduğu kadar, öldürücü olduğunu da anlıyoruz bu örnekten. Eskiler bunun farkında. Hipokrat da tedavi etmek için hastalarını bahçeden tedavi yerine götürürken şarkı eşliğinde götürüyormuş. Tabiî mevzuya vakıf adamlar tarafından yapılıyor bunlar. Hangi “form”un hangi hastalığa iyi geldiği biliniyor. Hangi günlerde ve günün hangi saatinde, hangi formda eserlerin çalınacağına kadar, ince düşünülmüş hâdiseler… Gelelim müslüman tabiblere; Ebu Bekr Razî var; 10. yüzyılda vefat ediyor. Melankoliye yakalanmış hastalar için müziğin nasıl kullanılması gerektiğinden bahsediyor bir eserinde… Farabî’de makamların ruha olan etkilerini görüyoruz. Rast makamı, diyor meselâ Farabî, insana sevinç verir; Rehavî makamı, insana sonsuzluk düşüncesi verir, vesaire. Birçok örneği var, çoğaltılabilir, ama benim en çok ilgimi çeken isim, Şu’urî Hasan Efendi. “Ta’dilü’l-Emzice” diye bir eseri var. Müzik usullerini bilmeyen bir hekimin, teşhis ve tedavilerde başarılı olamayacağını söylüyor. Ben de buradan müzik ve tıb ilminin bitişikliğine dair bir ipucu vermiş olayım. Bugün yapılabilir mi? Tabiî ki yapılabilir, ama bir doktorun 70 milyon hastaya bakması büyük bir yük bindirecektir. Şaka bir yana, gerekli altyapı çalışmalarından sonra yapılmasını arzu ederim. Hep tekrar edilen bir şey var; söylemesi gerekenin, tâ ne zamandan beri söylediği, sonra tekrar edenlerin de söyleyenin çilesine ortak olmaya yanaşmadan, yapılması için söyleneni, boşlukta yankılanıyormuş gibi tekrar ettiği, böylece yapılması gerekenin söylenip, hiçbir şeyin yapılmadığı bir söz… Meselelerin, bir dünya görüşüne BAĞLILIKLA ortaya konulması gerektiğinin zarureti… Bunu müzik üzerinden değerlendirecek olursak, günübirlik, eğlencelik müziğin, sanki insanları rehabilite ediyormuş gibi lanse edilmesi… Yukarıda da bahsettik. Bu da bir dünya görüşüne tâbidir. Hayatı, –bize göre- yaşanılması gereken krizleri ve “rahatsız edici düşünceleri” savıp “MUTLU OLMAK” –ki bu bile sonuna kadar götürülürse doğruya vardıracaktır; bu yüzden mutluluk derken küçük hazlar anlaşılmalı- olarak görenlerin, yine kendi dünya görüşlerine göre bu müziği önümüze sürmeleri… Biraz oradan, biraz da buradan gibi bir başıboşlukla oluşturulmaya çalışılan müzikle tedavi, ancak ısırmasın diye köpeklere uygulanabilir. Buradan Batıyı elimizin tersiyle itmiş gibi olmamak adına söyleyeyim; müziğin bir mesele olduğunu dahi kendisinden öğrendiğim Salih Mirzabeyoğlu’nun Batıya bakışıyla, diğer bir deyişle “İlim mü’minin yitik malıdır, nerede bulsa alır” hikmetini billurlaştıran bir bakışla, –nasibimizce- binamızı inşâya devam edeceğimizi bildirmek isterim.

Tekrar teşekkür ediyorum.

Mehmet Ali Demir / Akademya Dergisi

adminadmin