Analiz
Giriş Tarihi : 07-08-2017 14:13   Güncelleme : 07-08-2017 14:13

FETÖ Tarafından “Kandırılma”nın veya “İstismar” Edilmenin Sünni-Ortak Psikolojisi Ve Teolojisi Üzerine

Kilise, ortaçağlarda samimiyetle veya Allah rızası için yani bu motivasyonla akıl almaz cinayetler işledi. Bizdeki “Hariciler” de öyle. Bu örgütün yaptığı da benzer bir olaydır.

FETÖ Tarafından “Kandırılma”nın veya “İstismar” Edilmenin Sünni-Ortak Psikolojisi Ve Teolojisi Üzerine

Diyanet tarafından hazırlanan “Kendi Dilinden FETÖ(Örgütlü Bir Din İstismarı)” raporunun sonuçları 26 Temmuz günü Basın toplantısı ile medyadan duyuruldu. Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez şöyle bir cümle kullandı: “Bu örgüt, insanların zihinlerine, gönüllerine ve değerlerine sızmıştır.” Sayın cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan da daha önce: “Allah affetsin; kandırılmışız.” demişti.

Benim temel iddiam şu: Bu “zihinlere, gönüllere ve değerlere sızma” veya “kandırılma-İstismar edilme”nin ortak ahlaki psikolojisi ve teolojik kodları analiz edilmeden, sökülmeden, ortaya çıkarılmadan bu örgütle mücadele etmek imkânsız olduğu gibi; yenilerinin oluşmasının önüne geçmek de mümkün olmayacaktır. Bu sökme ve analiz etmenin ucu kendimize, kimliğimize, değerlerimize, kodlarımıza, mezhebimize, meşrebimize dokunacağı için, bu olay üzerine yazıp çizenler, konuşanlar, olguyu bizden uzaklaştırmaya, dışarı atmaya, marjinalleştirmeye, ötekileştirmeye, şeytanlaştırmaya çalışıyorlar. Bu tutum, entelektüel anlamda körlüktür; ahlaki anlamda ödlekliktir, sahtekârlıktır, ikiyüzlülüktür. Eğri oturup doğru konuşalım. Kandıran ile kandırılan, istismar eden ile edilen, aynı-müşterek ahlaki-vicdani-itikadi ortak paydaya sahip olmazsa, kandırma ve istismar gerçekleşmez. Uzun süreli, gönüllü birliktelikten sonra sonunda bir “zorlama” ve “ihanet” olayı vuku bulmuştur. Gönüllü birliktelik süresince var olan ortak duygudaşlık, psikoloji ve akaid aynılığı sorgulanmadan, “zorlama” veya “ihanet”in nedenleri üzerine sağlıklı olarak konuşulamaz.

Bu Cemaat’in 45 yıl boyunca ülkemizde ve dünyada yaptığı “doğru” işler olduğu gibi; “yanlış” işler de vardı. Örgütün veya cemaatin laik veya muhafazakâr kesimlerden ilişkiye girmediği neredeyse bir Allah’ın kulu yok. 19.5 milyon aileden 14 milyonu ile ilişkileri olmuş. Cemaatin üyeleri, muhafazakârların kardeşi, bacısı, amcası, yeğeni, eniştesi, oğlu, kızı….dır. Cemaatin yaptığı “doğru” işleri(örneğin: kaliteli eğitim verme, TUSKON ile yurt dışına ihracat yapma… vs) vatandaşlarımızın onaylamasında bir sorun yoktur. Fetullah başta olmak üzere, cemaatin üyelerinin kâhir ekseriyetinin dini manada “samimiyetsiz/sahtekâr” olduklarını söylemek de abestir. Doğru teşhis, “istikamet”lerinin yani Tasavvuftan gelen -Hanefilik ve Maturidilikten değil- teolojilerinin sakatlığıdır. “Ameller, niyetlere göredir” hadisini diline pelesenk eden Sünnilik, “Ameller, sonuçlarına göredir” meşhur hadisini hiç hatırlamamıştır. Kilise, ortaçağlarda samimiyetle veya Allah rızası için yani bu motivasyonla akıl almaz cinayetler işledi. Bizdeki “Hariciler” de öyle. Bu örgütün yaptığı da benzer bir olaydır.

Türk Sünniliği’nin Hanefi-Maturidi rasyonel teolojik çerçevesi sağlamdır; fakat geliştirilmeye muhtaçtır. Ancak Türk Sünniliğinin muazzam zayıf karnı “Tasavvuf” boyutudur. Tasavvufun, Türklerin seciyesine uygun merhamet-hoşgörü tarafı olduğu gibi; itikad, ahlak ve siyaset alanlarında ciddi handikapları da mevcuttur. Bu “teosofi” –teoloji değil- sökülmeden hiçbir şey yapılamaz. Tarikatlar ve cemaatler, Türkiye’nin tarihsel, sosyolojik-kültürel-dini gerçekliğidir; bu doğru. Ancak, ahlaki ve teolojik bağlamda çürümüş-eskimiş ve hastalıklı bir gerçeğidir de. Rahmetli Mehmet Akif’in “Safahat”ına bakanlar, bu yapıların, Osmanlının çöküşündeki rolünü görür.

İslam’ın doğuşu, Hristiyanlıkta olduğu gibi, yeraltı örgütü veya heretik “fırka” olarak değil; toplum(Cemiyet/Sevadu’l-Azam) olarak doğmuştur. “Tarikat”, dördüncü yüz yıldan itibaren, bidat olan Tasavvuf’un inkişafından sonra Selçuklular ve Osmanlılarda ortaya çıkmıştır. Bunu da dürüstçe görmek gerekir. Dini ve toplumsal bağlamda yaptıkları doğru işler olduğu gibi; toplumları çürüten, aptallaştıran, miskinliğe götüren işlevleri de olmuştur. Dini saiklerle cahil bırakılmış insanların “şeyh” olarak isimlendirilen kişilere sorgusuz-sualsiz bağlanmaları, İslam’ın “Ulema” geleneği ile çelişiktir. Fukaha ve Mütekellimlerin kuru akılcılıkları ve katı şekilcilikleri sorgulanmadan bu “Tarikat” kurumunun ortaya çıkışının psikolojik-sosyolojik nedenleri anlaşılamaz. Şeriatın/Ulemanın, o günkü katılığı-kuruluğu, hatta bağnazlığı, insanları nefes almak için “meczup”luğa itmiştir.

Türkiye’nin, bir “kültür devrimi” ile kurulması, Osmanlı’da çökmüş olan Tarikatların Cumhuriyet döneminde yeraltında devamını sağladığı gibi; buna ilaveten bir de “Cemaat”lerin(Nurculuk-Süleymancılık-Işıkçılık-İsmailağa…) ortaya çıkmasını doğurmuştur. İki binli yıllardan itibaren, devlet kültürel bağlamda normalleşmeye başladıktan sonra, bu yapıların “kültürel mağduriyet” mazereti kalmamıştır. Kaldı ki, çok daha öncesinden itibaren bu yapıların iktisadi birer “holding”e dönüştüğü de bilinmektedir.

Fetö’ye gelecek olursak, sorun, cemaatin, daha doğrusu Fetullah’ın muazzam büyüklükte bir ütopyayı yani Dünya’nın müslümanlaştırılması için kendinde “Mehdilik” misyonu ve müritlerinde de “Temsil” misyonu görmesindedir. Kur’an ve Sünnette, ehlinin “Tebliğ” yani vaaz ve irşad sorumluluğu olduğu halde; “Temsil” inancının Tasavvuf menşeli olması gerekir. İkinci sorun, bu gayeye ulaşmak için, gerekirse, Kitap Ehli ile uzlaşmaya girişmenin teolojik kodları da Tasavvuf aracılığı ile Sünnilikte mevcuttur. Vahdet-i vücut teorisi, her türlü uzlaşmaya ahlaki-teolojik zemin hazırladığı gibi; “Allah, isterse, kendi dinine Kafirler aracılığı ile de yardım ettirebilir” hadisi, Sünni kaynaklarda mevcuttur. Ayrıca Sünniliğin “Kader” teorisi, başta Fetullah olmak üzere, cemaatin bütün müritlerine, sağlanan başarıda kendilerinin hiçbir payı olmadığı; kendilerinin sadece “vesile” oldukları kanaatini vermiştir. Amaca ulaşmak için vasıtaların da doğru olması gerektiği, Kur’an ve Sünnette gayet açıkça vazedilmiş olmasına rağmen; Fetö’nün bir sürü aleni-gizli ahlaksızlığa başvurması da, mevcut Sünnilikteki “Daru’l-Harp”, “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” geleneğinden kaynaklanmıştır. Tasavvufi epistemoloji, ilhama/sezgiye(Batınilik) dayandığı için; bu bilgi yolunun, Kur’an’ın akıl-mantık ve gramer kurallarına dayanan “Beyan”ı ile çelişen tabiatı reddedilmeden; “Bunlar, Tasavvufu istismar ettiler” açıklamasının hiçbir anlamı yoktur. Mistik tecrübenin dünyada bin bir çeşidi olduğu gibi; bir dinin içindeki versiyonunda da bin bir çeşidi bulunabilir. Müslüman toplumlardaki Yesevilik ve Nakşiliğin bazı kollarında “Şer’î(Hukuki-Siyasi)” bir çerçeveye ihtimam gösterildiği halde; başta Vahdet-i vücut doktrini olmak üzere “Batini” tasavvufta bu ihtimam yoktur. “Erdebil Tekkesi”, Safavi devletine dönüştüğü gibi; “Melami/Kalenderi” meşrep Baba İshak ve “Vahdet-i Vücutçu” Şeyh Bedrettin, Osmanlı’ya isyan ettiler. “Tapınak Şövalyeleri”nde de olduğu gibi, Mistik tecrübe, tarih boyu “siyaset”ten hiç de uzak durmamıştır. Dolayısıyla, tarikat ve cemaatlerin siyasi genetiği, onları, modern birer “sivil toplum” örgütleri olarak görmeyi engeller. Meşru siyasi otorite tarafından daima kontrol altında tutulmaları gerekir. Yapıp ettiklerinin/faaliyetlerinin, yasal çerçeveye kavuşturulması ve şeffaf bir şekilde denetlenmesi şarttır.

Fetö ile Türkiye’deki diğer tarikatların ortak kesişim kümesinin elemanları şunlardır: 1-İlham’ın Allah’tan geldiği inancı(Oysa, ilham, kişinin kendi içinden gelir: “Ayı’nın kırk türküsü varmış; kırkı da ahlat üzerine.”). 2-Rüyayı dinde bilgi kaynağı kabul etme. 3-Mesih-Mehdi-Kutup-Gavs inancı. 3- Şeyhe/mehdiye/lidere kesin-koşulsuz itaat. 4-Denetimsiz ticaret. 5-Müritlerin istismar imkânı. 6- Devlet bürokrasisine ve siyasete sızarak kendilerine “özerk” alan oluşturma çabası. 7-Tarikat-Siyaset-Ticaret’in aynileşmesi.

Öz-eleştiriden korkan bazıları, bu çelişki ve yanlışları görüp ortaya çıkarma ve ortadan kaldırma yerine; yapılan eleştirileri. “Tarikatlara-Cemaatlara vuruyorlar, amaçları İslam’ı çökertmektir” yollu beyanlarda bulunuyorlar. Oysa bizim niyetimiz, İslam’ın mantık ve gramer kuralları ile vuku bulmuş sözlü(vahy/Kur’an-Sünnet) ve düşünce-duygu-davranıştan oluşan öz-doğasına tarihi süreç içinde halklar ve değişik kültürler tarafından eklemlenmiş fazlalıkları gerekçeli olarak(dogmatik değil) temizlemektir. İçtihat/yorum ile yapılmış update ve tecditlere bir diyeceğimiz yok. Bugün de aynı şeyi biz yapmalıyız.

İlhami Güler / İslami Analiz

adminadmin