Kültür
Giriş Tarihi : 09-04-2019 11:55   Güncelleme : 09-04-2019 11:58

Gençliğime Giydiğim /Elbise/ Şiir Veya İsmet Özel

Gençliğime Giydiğim /Elbise/ Şiir Veya İsmet Özel

Üniversite yıllarında şiire meraklı, lakin daha önce Necip Fazıl’ın, kelimeleri o metafizik gerilime ulaştırdığı yerde şiirin tadını bulan ve diğer şairlerden de -bahse konu haksızlığa aldırış etmeden üstelik- bunu isteyen genç bir şiir meraklısıydım. Doğrusu birkaç yıldır dilime ve damağıma uygun gelecek bir şiir arıyordum desem yalan olmazdı. Evet, kaldırımları gençliğine sarıp sarmalayıp yola düşüyordum o vakitler, lakin içselleştirdiğim bir şey vardı ki, kaldırımların asıl dekoru geceydi. Gece ise gençlik yılları açısından bakıldığında, -her ne kadar önemli bir zaman aralığına denk gelse de- taşradan yeni çıkmış ve kendine sessizliğin dilinden başka bir dil arayan benim için, kendimi ifade etme açısından her şeyiyle ‘belirgin’ bir yerde durmuyordu. Beğeni ve estetik algı açısından ilk gençlik yıllarımı biraz muğlaklık, biraz loşluk üzerinden tanınmış olabilirdim. Lakin biraz daha aydınlık, biraz daha itiraz ettiğim bu dünyayı karşıma alarak ona daha hırçın, daha pençeli, daha belirgin sözlerle bir şeyler söylemek isteyen tarafım da alev alev yanmaya başlamıştı. Artık, romantizmden delikanlılıkta edindiğim yere kadar var olan aralıkta lisanımdaki sertliği kuşanmamın zamanı gelmişti. Doğrusu bunu ne kadar biliyordum veya bu bilişe beni ulaştıran kelimelerin taşıdığı hangi özelliklerdi, doğrusu kendim de pek ayırdında değildim.

Edip Cansever gibi, Cemal Süreya gibi, Arif Nihat Asya gibi, Asaf Halet Çelebi gibi başka şairler okuyordum okumasına ama beni tatmin edecek, içimdeki o adamı, yeni taşındığı bu dünyada anlamlı kılacak bir ifadeyi bulmakta zorlanıyordum bu şairler arasında. Bir gün, mimarlık öğrencisi olmamın yanında işbu deneysel okumalarımın hasılasıyla olacak ki, dilimin ucunda bir iki uçarı cümle fark ettim. “Düşündüm yaslanarak şehrin kasıklarına, düşündüm kafa kemiklerimi eritinceye kadar” evet, dilime dolanan cümleler kısa bir süre sonra gönlümü eyleme davet eden bir yere oturmakta hiç gecikmedi.

Aslında ilk önce akla aitliği vardı cümlenin, düşündüm diyordu mesela. Lakin işin içine şehrin kasıkları girince mevzu betondan abes bir noktaya doğru taşınmıyor da değildi doğrusu. Ama yaslandığım yer de orasıydı, hem benden cisim olarak ayrı düşecek kadar soğuk ve hem de anne kucağı şefkati yakınlığında kelimeler. Üşüyordum, yaslanıyordum, okşanıyordum ve bütün bunları düşüncenin şemsiyesi altında yapıyordum. Dahası kendi asimetrik geometrisinde düşüncemin, bir yüzünde betondan bir üşümeyle ürperirken, diğer yüzünde kafa kemiklerimi eritinceye kadar ısıtan kelimeden bir vasata eriyordum.

Sesli harfler/im/in ziyadesiyle (kendime ve öteki olana) bağırmaya yöneldiği şiir denen bu ifade biçiminde; varlık bulduğu yapı içinde salına salına gezip kendini dışarı dünyaya atan ‘a’ vokali, ayrık bir unsur olarak derin bir etki bıraktı bende. Kendimi başkalarının cümlelerinde ağız dolusu ayrıksı ve başkalaşım bir unsur olarak görmek istiyordum. Dahasında sonsuzca ve sonrasızca bağırmak istiyordum. Bağırmaya uygun bir ‘a’ ile, ‘a’ya uygun bir bağırmaya çağrılmak, olmadık bir biçimde sarıyordu beni. Necip Fazıl’ın metafizik bir ürperti olarak kurulduğu iç dünyamı dışarı açmak, mesafeyle tanımlı metalik bir tınının ucunda kılıç kalkan kuşanıp, kah başkalarıyla, kah kendimle çala genç, çala delikanlı cenge tutuşmak istiyordum. Karanlıkta anlattığım şeyleri aynada yüzüme karşı da anlatmak, yüzümü kendimden çıkarıp başkalaştırmak istiyordum. Onun için bana ilk etapta bağırmanın, patırtı yapmanın harfleri gerekliydi. ‘A’ gerekliydi mesela ‘o’ gerekliydi falan. Hem “çocuk ‘e’ harfine yaslanıp uyuyordu” değil mi efendim. E çocuğu döşeğe ve uykuya çağırıyordu erken vakitlerinde insanın, a ve o ise yaş almaya başlayınca kavgayı ve meydanı getiriyordu karşımıza.

Sesler, o güne kadar bu denli farklılaşmışlar mıydı kulağımda tam hatırlamıyorum, ama belki de o ayırt edici sesi buluncaya kadar bunun farkında değildim. İçinde bulunduğum halde, bazen bir cümleyi yerinden etmeye çalışan bir kelime, bazen bir kelimeyi devirmek isteyen bir hece ve bazen bütün bunları söylem değerleri üzerinden sırtlanmaya çalışan bir harfin olduğunu görmek benim için oldukça heyecan vericiydi. İşte İsmet Özel şiiriyle bana olan ve belki de belirgin vasfı bazı başka şeylerde açığa çıktığı için, bahsi geçen hususu üstü örtülü bıraktığından olacak şimdiye kadar başka şairlerin şiirlerinde görmediğim şey buydu.

Evet, edindiğim bu tecrübeyle beraber anlıyordum ki; harfler öyle sanıldığı gibi renksiz, karaktersiz, kişiliksiz şeyler değildiler. Onların da kendilerine ait bir sığası, durdukları bir yer, aldıkları bir pozisyon ve kendilerine özgü bir algı dünyaları vardı. Genelde bütün harflerin özelde ise bazılarının, gerek dimağımızda ettikleri yer, gerek dildeki konumları açısından olacak, içimizde bulunan farklı anlam alanlarını kışkırtmalarıyla beraber, ayrı ayrı müzik, ayrı ayrı şiddet değerlerine ulaştıklarını görüyordum. Belki de Özel, modern olandan duygu, duruş, eda ve hal olarak ayrılan insanını ‘soğuk bir uzay parıltısıyla’ modern olmanın da ötesine bir yere çekiyordu. Belki de kelimelerin ucunda işaretlediği bu insan Türkiye coğrafyası açısından bakıldığında henüz yeni yeni başlayan modern insanın arkasında kalan şeyi imliyordu bize. Yani başlayıp bitenin Özel’cesini dilime taşımanın verdiği bütün hazzı tam anlamıyla özümseme vaktimdi sığındığım.

Özel şiiri insanda iki katlı bir etkiye sahip olur; her hal ve karda sizi sarsmaya ayarlı olsa da bu etkilerin birisi kişiliğinize bakar, diğeri ise sizden açılan bir pencereyle dışarı dünyaya. Bahis konusu şiir, bir şeyleri gizlemez, aksine belki de bulanık olanı daha bir açığa çıkarır, bu sizi yerinizde mukim hale getirse de sizden başkasına doğru yönelimleri ifade olarak daha bir görünür kılar. Lakin Özel şiiri ile başkalarına yönelttiğiniz şeyin kendinize ayırdığınız şeyle aynı şey olduğunu düşünürseniz aldanırsınız. Özel şiirinin bilmece çözücü tarafı kendi hanenize düşer ve bu yönüyle de üstü örtülü bir hal alır, böyle biline.

Fark edişlerimin beni soğuk, beni uzaysal, beni formülasyonlara bağlı bir dünyanın kapısına getirdiğini daha net bir şekilde hissediyordum. Metal soy hayatımızın hiçbir döneminde bu çağdakinden daha baskın bir hale gelmemiş, varlığımıza bu denli yaklaşmamıştı. Bize karşı bazı şeylerde mesafesini koruyor olmasına rağmen metal, diğer bazı şeylerle aramızdaki ilişkiyi daha bir tarife ulaşmamış, daha çekilmez bir hale getiriyordu. Metal çağı, insanla insanın arasında da bir fark, bir ikilik vasatı bularak oraya kendini yerleştirdi. Bugüne kadar olmadık olan ve fakat ilk defa olan bu şeyin elbette tanınmamış olmaktan da kaynaklanan bir iticiliği olacaktı. İşbu çağ, metalle birlikte insanoğlunun diğer bazı şeyleri de farklı kavramasına neden oldu. Hayatının bu kadar sert etkisi olan bir unsurla baskı altına alındığını hisseden insan bu metalik görüntünün altında bulunmakla birlikte, farkına yeni yeni vardığı metalik baskıdan kurtulmak istiyordu.

İşbu kavşakta, bahse konu olan bu görev duygusu, uygun bir şair bulunduğunda hissiyatımızın öncü kuvveti olan şiire verilebilirdi pekala. Ben bunu İsmet Özel’de bulmuştum. O bu karşı duruşunu; çağa ve yaşanılana karşı net tavır vermiş, olup bitene mesafeli bir aralıkta durumu şiirlerinde karşı bir metalik tını kullanarak ortaya çıkarmayı başarmış şairdi. Ben bu algılayışın vermiş olduğu fark ediş yetisiyle, kendimin de olmadığı gibi yanımda yöremde dolaşan insanların neden kitaplarınki kadar sıcak olmadıklarını kavrıyordum.

Lakin İsmet Özel şiirinin metalik tınısı ve bütün parıltısıyla beraber kuşandığı hırçınlık, beni gençliğimin önünde farklı bir şekilde sahaya sürebilirdi. Artık gündüzleri hayata bağırabilecek bir cesarette hissediyordum kendini. “Bıkmadım / koyu renkler kullanıyorum hayatımda / koyu mavi, acıyı anlatırken” militan bir kendi insanı ne kadar da kışkırtıyor değil mi, hem de boynundan ta ayaklarına kadar.

Neyi itiraf ediyorum ki, o günlerin kendine özgü şartlarında unutmak için dua ettiğim, olur da içeri düştüğümde dayanamadığım bir işkence sonrasında, adlarını zikretmeyeyim diye aklımdan düşürmeye çalıştığım ve unutmanın o bakir doğasında saldığım, günün bildik o şeylerini, “ve saçlarım hakaretlerle okşanırken, koyu bir itiraf sarıyor beni” dizesiyle bendeki yerlerinde koyultuyordum. Evet, bastırılmış da olsa bir tür açığa çıkmak için fırsat gözeten sivrilmiş duygularım vardı. Şiire sarmıştım bir kere; ağlamanın ve kavganın gövdesinde her ikisine birden sahip olarak var olmanın bendeki ayrıcalığını şiir taşıyabilirdi ancak ve ancak bu ikisinin doğasını cem edip tek başına öyle çıkabilirdim kaybettiğimi her gün biraz daha fazla hissettiğim o kendimi aramaya. Bunun bilgisine, bunun hissiyatına varmıştım bir kere. Doğrusunu söylemek gerekirse işbu ayrıcalığımın beni akranlarımın olmadığı bir yerde mukim kıldığını hissediyordum. Bu yanılmış olsam bile güzel bir şeydi. Ne de olsa “ütülü bir pantolon kadar tedbirli” olan bendim ama “tarihi bir gerçek kadar sıkılgan” olan kaşıma aldığım ne varsa onlardı ve şimdi bunun ayrıcalığı vuruyordu sahillerime.

İsmet Özel şairimdi, taşradan üniversite şehrine gelen ve orda bütün müktesebatını, içini imar etmekle tahkim eden bir genç olarak, sokakların o soğuk yüzünü güne ve güneşe doğru çekip, yaşanılan şeyin daha bir uzaysal boyutta var olduğunu fark etmek beni o güne değin hiç olmadığı kadar ilgilendiriyordu. Şimdiki şairimin bana tanıdığı imkan, beni kendisinden koparttığı sıradanlık biraz da buydu. Adeta beni kendimden başkalarına, başkalarından yine kendime doğru savuran kelimelerin arasında kaybolup kaybolup yeniden kendim oluyordum. Hem de hiç kimsenin beni tanıdık bir eski haline getirmesine gereksinim duymadan, anında yapıyordum bütün bunları. Tanıdık bir eski olmanın bende, ‘eski kısmı’ o zamanlar yadsınırdı ‘tanıdık kısmı’ bir tür rayiha ile birlikte gelince insanın kendi bilinmedik tarihinden izler alırdı ki, bu beni başka bir boyuta kanatlandıracak kadar güçlü kılardı. Bir tür hayatın imgeleme dönüşmesiydi bu ve genç yaşta beni oldukça ilgilendiriyordu doğrusu. Kendimi, her ne kadar yuvanın ve tanıdık olanın ötesinde, benliğin keskin ve sivri uçlarında bir şeyler aramanın erdemini yaşamaya davet etsem de “Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! / Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön! / Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön! / Eve dönmek / kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? / orada, arada bir beni yoklar / intihara ayırdığım zamanlar” deyip şiirle birlikte kendime ve başkalarına açılıp kapanmanın zıt kutuplarında dönenip duruyordum.

Sonra benimkine benzeyen bir hikayesi vardı şairin, bende gençliğimin ilk dönemlerinde Marksizme gönül vermiştim ama benim hayata o kadar koyu düşecek bir rengim olmamıştı. Daha bir softum veya rengi koyultacak yaşa henüz gelmeden ben, rengime ton bulaşmadan daha, detaylanmadan, fikre dahil ne varsa hiç birine bakmadan makas değiştirmiştim. Bir de o yaştaki çocuğun paylaşabileceği ne olabilirdi ki neyini başkalarına versindi, sosyalizm adına? Bunu hayatın neresine yazmıştım bilmiyorum ama böyleydi işte. Bir kere bir renk çalındı mı üzerine, sonradan çıksa da, tam anlamıyla koyultulmamış dokuya etki eden bir rayihası her zaman kalıyordu. “yürek elbet acıyor esvap değiştirirken” her şey, değişiyor, her şey dönüşüyordu bir başka biçimde, çünkü “otların sarardığı yerlerde güneş / kurşunun değdiği tende heves kalmıştı”.

İtiraf kabilinden bir şeyler daha söylemek gerekirse o günlere dair; İsmet Özel şiirinde benim o güne kadar bilmediğim, doğrusu o zamanlarımda tam idrak edemediğim kadar bir işçilik vardı. Bu hayatımda nereye denk gelirdi tam bilmiyorum ama derslerine hiç ilgi göstermeyen, çalışmayı hep ertesi bir güne bırakan öğrenci olarak ben, tam tersi bir şekilde kendi adıma işçilik yapıp kelimeleri değiştirerek yazdığım şiirden faklı olarak başkalarında bir kerede çıkan ve hiç müdahaleye ihtiyaç duymayanını daha önemsediğimi hatırlıyordum. Bu; şiiri yazdığı gibi yayınlamayıp demlenmeye bırakan ve bazı onarımlara gereksinim hisseden Özel ile arama ufak tefek tarafından da olsa bir mesafe koymuyor değildi. Ben kendime yakıştırdığımı Özel’e de bir türlü konduramıyordum doğrusu. Öyle ya kendi yazdıklarını bekleten, şiirinde bazı kelimeleri tashih etmek için ses ve anlam avcılığına çıkan bir şair olarak Özel’i anlayamıyordum. Kendim için bazen günler, bazen haftalar veya aylar alan bu bekleyiş, beğeninin saflarında kendini gösterinceye kadar damıtılan ‘iyi’ veya ‘güzel’, bende doğru olanı imlese de, İsmet Özel’de iyi duymuyordu. Bunu nasıl çıkarsadığımı bu gün anlamakta güçlük çekmiyor değilim.

Özel, aslında şiirle pek de barışık olmayacak diğer yerlerde, denemelerde, öykülemede, anlatıda varlık sahibi olmayı oldukça önemsiyor ve bu bağlamda şiirindeki ifadelerin kendisini ilerleyen zamanlarda da bağlayacağını çok iyi biliyordu. Onun için hayata tevil edemeyeceği bir şeyi söylemek, elbette hiç şık olmayacaktı. Nasıl olsa bir bilgi formundan bahsediyordu, şirinin üzerinde dururken. Bilgi de öyle imajın dalgalanmalarına bırakılmayacak kadar düzgün bir vasatı gerekli görüyordu. İşte tam da bu yüzden hayalle gerçeği barıştırmak gibi bir zorunluluğu vardı İsmet Özel’in. Girdiği bu yolda ona eşlik edecek olan farklı doğaların ürünleri şeklinde görülebilecek olan; kelimeler, hayal akıl ve gerçekti. Hayatın yakasından tuttuğunda önünde duran şeyin günümüz şartlarında “kaldırımlarda demokrat / otobüslerde dindar” olduğunu sosyolojik bir gerçekliğe varıncaya değin iyi biliyordu. Ve insanın bilim tarihine altın harflerle yazılacak bir şekilde “insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” diye ekliyordu ardından. Ben, işte böyle diyerek aştım Özel’le aramda anlaşmazlık içeren ne varsa onların yekûnunu.

Üniversite hayatı, kendime davet ettiğim benlerle, o benlerde çoğalmayı işaretleyen başkalarına vaziyet etti. Lakin diğer taraftan bahsi geçen çoğalmayı, beni kendi orijinime nispetle yabancılaştıran bir vasatta buldum ve bütün derinliğiyle hissettim. Bu husus kendimle olan çekişmeye dahil edebileceğim konuların arasında olmakla beraber ontik olandan çok epistemolojik olanı imliyordu. Evet, cismani olmasa da fikir ve düşüncede büyüdüğümü hissediyordum. Ve tabi ki dönüşüyordum. Her yeni şart başkasını yerinden ederken kendi çevresinde de tanımadık unsurlar bulundurmayı ihmal etmiyordu doğrusu. “geçiyorum bir yakıcı maviden derinleştirilmiş mora / geçiyorum ayaklarım altında kumları hıçkırtarak”

İsmet Özel şiirinde, genelde yabancıyı tanış kılma gibi bir uğraş devamlı olarak kendini göstermekte herhangi bir sakınca görmez. Hatta Özel bazen şiirinin imtiyazlı taraflarını bizatihi bu unsura yaslar ve anladığım kadarıyla şiire bu aralıktan bakmayı önemli bulur. Bu meyanda kendimi geliştirmek, başka mecralara açılmak için bana yardımı dokunur belki diye Özel şiiri yanıma aldığım en önemli yardımcılardan biriydi. Benim onun şiirinde yakaladığım yabancıyı tanış kılma, onu kendine yaklaştırmakla ilgili bir şey olsa gerek. Özel başkalaşım duyguların peşinden giderek, o ayrıksı duygulanımı halkın içine çekmek ve toplumun bütün hücrelerinin dokusuna uygun hale getirmek demek olan toplumcu gerçekçi şiiri yazarak, benim kendimi topluma açmadaki pozisyonumu estetize etmemde yararlık sağlıyordu. Üstelik bunu o güne kadar yapanların mekân tuttuğu yerleri yadsıyarak yapıyordu. Halkın sıradan algısının yanına, -bütün zorluklarına aldırmaksızın- ayrıksı unsurları getirmek belki de onun şiirinin an ayırıcı vasfı olarak görülebilirdi. “Su içtiğim tas bana merhaba dedi, duydum / duydum yağmurların gövdemden ağdığını” metafizik bir örtü altına, şiirin geçmişinden elan geldiği noktaya değin aldığı kıvam bize bunu söylemeyi imkanlı kılar.

İsmet Özel’de şiir; bir tarafıyla yığınlara bir şeyler söylemenin çoğul karakteri, diğer tarafta şiirin istediği birinci tekil şahıs denen yalıtılmış benlikle birlikte temayüz etmiştir diyebilirim. Bu cümle yıllar sonra kurduğum bir cümle. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de kendimde işaretlediğim tarafımla, görücüye çıkarttığım bu yönelişleri kendimde ilk kez bu kadar yoğun bir şekilde kavrıyordum. Bendeki haliyle bu iki zıt kutbun bir bileşkesi olmalıydı şiir veya ben buna yakın bir şeyler söylemeliydim şiir adına. Evet, onun şiiri ‘ben’ denilen yere vardığında o ‘ben’i ‘biz’ yapan bir duruma erişiyordu nasılsa. Bu kadar paylaşımlı olan bir benlik, nasıl bir gerilime tabi tutulmalıydı. Belki de soru, bu gerilimin adı ne olmalıydı şeklinde değiştirilse yeriydi. İsmet Özel onun için çok tehlikeli bir yol seçti. Gitti okunurken anlaşılabilir olan düz yazının yanından ifadeler devşirerek onları, şiirsel olmanın uzağından dolaştırıp şiire katmayı becerdi. Mayınlı alanlarda dolaşmayı sevmek bu desek yeriydi, yaşadığı olumsuzluklar karşısında kullandığı kavgacı karakter, onu imge kurmanın akraba olma potansiyeline sahip, henüz bir araya gelmemiş olan kelimelerini ne kadar uzak coğrafyalarda arayıp bulduğunu gösterdi bize. İşte bu aralıkta kelimelerin arasında kurduğu ünsiyet onu, Türk şiirinde o güne kadar görülmeyen bakir alanların şairi yaptı. Herkeslerin şairi değildi elbet ama benim gün görmemiş kelimelerim ve söylenmemiş duygularımın şairiydi ve bu yirmili yaşlardaki mimarlık öğrencisine yeterdi. “Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir / kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa / yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa / o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir” ben bu dizelerle kaç derste yan baktım hocalarıma, kaç kere sakladım kendimi kelimelerde.

Sonuç olarak okumak ve ferahlık içeren değişik ifadelerle birlikte, gelip hayatın kapısında durmak için farklı bir şiirin peşine düşmüştüm, benim okumak için girdiğim bu çaba Özel şiirinde yazım açısından görünür haldeydi. Nasıl olsa o da farklı olanın ardından gitmişti bütün kelimelerini terkisine alarak. Benim, şair özelinde yansımasını gördüğüm şiir, gerçeğin hayale uğrayıp ondan sonra tekrar kendi doğasına dönmesiydi. O doğa mı neydi haydi canım sız de…

Onun için şiir; farklı bir dönemeçte, paylaşılabilirlik adına kadim öncülerinin yaptıklarının yapılabileceği bir vasatı imliyordu. Bizim dediğimiz ve kendisinin de dediği gibi şiir, diğer özelliklerinin yanında bir bilgi formuydu. Kısacası bilgi alanında da onunla iletişime geçilebilir, kullanılabilirdi. Eğer İsmet Özel Şiirine aşina biriyseniz bazı dizelerini ezberinizde tutuyorsanız, her daim bir şölenin ortasında olmakla beraber, bir gün birine bir şeyler anlatmaya yekindiğinizde bir de bakarsınız ki söylemek istediğiniz şeyi, bir İsmet Özel dizesinin arkasına saklayarak ifade etmişsiniz. Ve bu sizin meramınızı arzu etmiş olduğunuz yere ulaştırmış ve hatta orada da kalmamış karşınızda bulunan kişide farklı alanlar açmaya, farklı derinlikler oluşturmaya yaramıştır. Evet koltuğumun altına yerleştirdiğim bu kadar şiirle artık okula gidebilirdim.

Mustafa Karaosmanoğlu

adminadmin