Analiz
Giriş Tarihi : 05-12-2019 11:55   Güncelleme : 05-12-2019 11:55

Hakikat öyle aranmaz ey Tâlib, böyle aranır!

Bu senin yaptığına "hakikati" aramak denmez ey sâlik, buna "hakikati karartmak" denir...İnsan kendi hakikatini ararken, niye bu "karartmaya" yeltenir ey tâlib, niye?..

Hakikat öyle aranmaz ey Tâlib, böyle aranır!

-I-

Ben deniz, zât-ı âlinizi bir "hakikati arayan adam" olarak, tanımak, bilmek, görmek isterdim. Kısmet değilmiş. O yüzden fazla da zorlamayacağım. Bir insanın, hakikatden uzaklaşıp, "muasır medeniyet seviyesine yanaşma" (Hakikate en uzak nokta)  ile sonuçlanmış üfürükten bir macerasına, "hakikat arayıcılığı" atfetmek, en başta, bizzat "hakikati incitir..."

Hakikate saygının ilk emâresi, "hakikati" incitmemektir...

"Hakikatin sert bir nefesle bile yırtılacak incecik kanatlarını zedelememek" gerekir...

"Hakikatin hatırını" her şeyden üstün, her şeyden aziz tutmak gerekir...

Gerçek "hakikat arayıcısı" Mutlak arayıcılığında -yaşadığı-yaşaması gereken- hakikat çilesi aşkına, onu -hakikati- her şeyden üstün ve aziz tutar! Onun yanında hiçbir nefs hilesi, hiçbir sahtelik barınamaz! Saf bir hakikat-hikmet sevgisi, bunu zorunlu kılar! Onu diğerlerinden ayıran husus da budur ey tâlib!

-II-

Hakikati aramak

-“Herhangi bir şey üzerinde, hakikati metodsuz-usülsüz aramaktansa, hiç aramamak daha hayırlıdır. Bu tarzda sırasız ve düzensiz tetkikler ve belirsiz düşünceler, şüphesiz tabii ışığı karartır ve zihnimizi köreltir; ve bu şekilde karanlıklar içinde yürümeye alışan kimselerin gözleri nihayet o kadar zayıflar ki, sonra güneş ışığına tahammül edemez olurlar!.. (…)

Metoddan kastettiğim emin ve kolay kaidelerdir. Bu kaidelere tamamıyla riayet eden kimseler, bunlar sayesinde hiçbir zaman yanlışa “doğru” demeyecek ve boş emeklerle yorulmadan, azar azar ilimlerini artırarak, bilebilecekleri bütün şeylerin doğru bilgisine ulaşacaklardır.”

Hülâsa;

Herşeyin başı, usûl-metod; netice onunla elde edilir.

Descartes, hakikati aramak için metod gerektiğini anlamakta gecikmedi." (*)

Şimdi ey tâlip, sen de, her ne kadar kendini "hakikat arayıcısı" olarak tanımlamış olsan da, "Hakikat önünde" ceketinin düğmelerini ilikleyip, saygı ile durmayı bilmediğinden midir nedir, "hakikati karartan" bir tarafın var ve sürekli bir ikilemde bırakıyor insanı, bizi; Gerçek bir "arayıcı" mısın, yoksa kel başa şimşir tarak hesabı, "boşlukta fikir perendeleri" mi atıyorsun?

"Boşlukta fikir perendeleri" atmakla hakikate ulaşılmaz ey tâlib!

Bak doğrudan sana ve benzerlerine söylemiş, "hakikati bulmuş" ehl-i iman;

-"Hakikati metodsuz-usülsüz aramaktansa, hiç aramamak daha hayırlıdır. Bu tarzda sırasız ve düzensiz tetkikler ve belirsiz düşünceler, şüphesiz tabii ışığı karartır ve zihnimizi köreltir;"

Öyle arayacağına, hiç arama daha hayırlıdır ey tâlib! Tabii ışığı karartma, zihinleri köreltme!

-III-

Mutlak arayıcılığında hakikat çilesini çekmiş, hakikati aramış ve bulmuş insan, bak böyle konuşur ey tâlib!

-"Muhal farz… Dünya’da mevcut ne kadar insan varsa inkara sapsa… Hayvanlar, nebatlar, cematlar da dile gelse ve bunlar da aynı inkar sesini bestelese… Fezanın dibi ölçülse ve dibinin dibindeki dipten ilerisinin de tasavvuru kabil olmayan hesabı verilse… Her madde ve her hadise, vücut hikmetini, “niçin” ini, “nasıl” ını ve “neden”ini mutlak bir anlatışla anlatsa ve bütün bunlar inkarı gerçekleştirmek için olsa…

Muhal farz dedim ya, aslında onun emriyle var olan yokluk, var olan varlık gibi dile ve harekete gelsede kendisiyle beraber varlık adına tek şey, tek ümit, tek vücut bırakmasa... Ölüme çare bulsalar, yıldızları bozuk para diye harcasalar, Güneş'i idare lambası gibi kullansalar, mesafeleri dondurup yekpare bir elmas halinde hakimiyet tacına oturtsalar ve bu tacı benim başıma geçirseler... Dilim, hafızam, akrabam, vatanım, hatıram, hiçbir şeyim kalmasa... Benim, evet bizzat benim ayaklarımdan saçlarıma kadar her zerrem kendi aleyhime dönse ve beni yalanlasa...

Ben bende kalacak olan tek ve son bir nokta halinde, sana Allahım ve senin Sevgiline iman eden ve O'nun senden getirdiği her ölçüyü hak bilen biricik insan, vücut, kısım, parça, nokta, zerre olur ve böylece kalırım.

Dedim ya; muhal farz, yokluğu bulup da söyletseler ve ona "benden başkası yok!" dedirtseler ben yine O'nun bildirdiği "var" dan ve O'nda yana kalırım.."

Sen böyle bir "iman ve hakikat" derecesine ulaşabilir misin ey tâlib?

Böyle bir iman-eminlik şuuru içinde konuşan "hakikate aykırı" davranabilir mi? Aradığı-bulduğu hakikati toplumdan gizleyebilir mi? Felsefe geyiği yapabilir mi? O onu demiş, bu bunu demiş dedikodusuna sığınabilir mi?

Söyle tâlib;

Yoksa, "O, onu demiş, bu bunu demiş, şu şunu demiş" diye, amaçsız bir boşlukta "geyik" yapmayı, kendini de "hakikat arayıcısı" diye tanımlamaya utanır mısın? Bilmiyorum...

Gerçi sende utanma olsa;

"Şu dediklerimi yapan İslamcı bulamazsınız; sahilde eşofmanıyla spor yapan, bisiklete binen ve denizde çivileme haricinde dalabilen..." diye cümle kurmazsın!

İslâmı, "sahilde eşofman, bisiklet, denize çivileme" görünürlüğüne indirgemezsin!

Daha, "mücerret" ile "müşahhası" ayırmayan bir "filozof" mu olur ey tâlib?

-IV-

"Hakikati usûlsüz ve metodsuz aramaktansa, hiç aramamak daha hayırlıdır!"

Dinle şimdi ey sâlik...

"Hakikat"e biraz saygın varsa, bir nebze "hakikatin hatırını" gözetiyorsan, "muasır medeniyet seviyesine tırmanma" bataklığına saplanıp kalmayı, bu "hazin macerayı" yaşamış olmaktan utanıyorsan, dinle şimdi;

-"Biricik taktik ve diyalektik olarak, Allah ve Resulüne hakikat dedikleri mevhumelerden değil, bizzat hakikati Allah ve Resulünün emirleri terazisinde tartanlardan olacaksın!

Mantık üstü mantığın şu olacak:

-Doğruyu mu istiyorsun? Allah ile Resulünün bildirdiği!.. Güzeli mi istiyorsun? Allah ile Resulünün gösterdiği!.. İyiyi mi istiyorsun? Allah ile Resulünün öğrettiği. (Necip Fazıl'la Başbaşa, Salih Mirzabeyoğlu, Sh. 12)

Hakikati bulmuş ehl-i imanın bu ifadelerinde, senin görmen gereken şey, "bağlı akılla sonsuza açılan tefekkür", "bulduktan sonra aramanın rejimi olarak İslâm", "aramak ve bulmak aynı anda olmaldır" diyen tasavvufun derinliğidir... İyi, doğru ve güzel, ancak böyle bir "hakikat idraki"nin ortaya koyduğu tefekkür derinliğinden görülebilir! Gösterilebilir, "teklif" edilebilir!

Şimdi anladın mı ey Fuzûlî filozof, ey "hakikati karartan" adam!

-V-

Gölge etme, başka ihsan istemez ey tâlib!

Sen bir "hakikat arayıcısı" değilsin ey sâlik... Hiçbir hakikat arayıcısı, "muasır medeniyet seviyesine tırmanma" bataklığına saplanıp kalmayı, böylesine hazin bir macarayı, felsefe ile de açıklayamaz, hakikat yolculuğu ile de... Hikmet sevgisi ile de...

Hiçbir "hikmet aşığı" böyle, eşofmanla, bisikletle, denize çivileme dalmakla, "İslamcılık" eleştirisi yapamaz, seviyesi buna müsade etmemek gerekir her şeyden önce!

Senin bu yaptığına benzer bir "benzetmeyi" bundan yıllar yıllar yıllar önce, laik-seküler-kemalist, (muasır medeniyet seviyesine tırmanma) çabasındaki bir zavallı Prof. yapmıştı da, yukarıda "hakikati bulmuş adam" dediğimiz Rahmetli Necip Fazıl ona şöyle demişti;

-"Sen nasıl Profesör olmuşsun, hademe bile olamayacak adam! Daha "mücerret" ile "müşahhas"ı birbirinden ayıramıyorsun! İslamiyetin sana emrettiği Namaz bulutlar üzerinde -bulutlar kadar temiz bir satıh üzerinde- kılınan bir namazdır! Senin burnuna gelen o koku, ciğerindeki ufûnetin kokusudur!" cevabını almıştı!

Ama şimdi durum o kadar vahim ki, senin gibi, daha mücerretle müşahhası bile birbirinden ayıramayanadamlar kendilerini "filozof" diye pazarlıyor artık bu piyasada! Kimse de sana; "İslâm ile, o bahsettiğin, eşofman, bisiklet, denize çivileme dalma" koşutluğu oluşmuş olsa, yani isteğin kadar o şekilde yapan "İslâmcı" bulsan, ne diyecektin kim bilir ey Fuzûlî filozof?" diye sormayacak!

-VI-

"İyiden uzaklaşmakta olan bir kötü, kötüden daha kötüdür!"

Dinle şimdi ey Fuzûli filozof, ey hakikati karartan adam!

“İyiden uzaklaşmakta olan bir kötü, kötüden daha kötüdür der” Mirzabeyoğlu…

E peki bu ne demektir dersen ey tâlib, açıklayalım…

Cem Sancar, o “Batı medeniyeti” denilen tek dişli canavarın, içimize doğru sinsice uzanmış “Sol”un o dolambaçlı, karmaşık, kuş uçmaz kervan geçmez yollarında bir nice sefer eyledikten sonra o mübarek Akşemseddin’in “izi”ni bulup, onun peşine düşerken, “Hamd hâlindeyim, o hâlde varım” derken, sen “iyiden” uzaklaşıp, o dayatmacı Kemalizmi yeniden “keşfediyor(!) muasır medeniyet seviyesine tırmanma" bataklığına saplanıyorsun! Bravo doğrusu! Biz bu duruma “tersine tekâmül” diyoruz kısaca… İleriye doğru değil, “geriye” doğru tekâmül…

Ana caddeden sapıp, o karanlık “us'un” abidik gübidik “betimlemelerinde” gençliği zehirliyorsun ey sâlik!...

Bak Cem baba’ya da “tâlib” gör, ey, “Hak’tan gelen talebi” reddeden kör!

O Karl Marks’ın kirli uzun sakallarından, Kemalizmin “idrâkleri iğdiş etmiş” çıkmaz sokaklarından, Ak Şemseddin’in yüzündeki “nura” doğru sefer eylerken, sen nurdan karanlığa doğru dönmüşsün yüzünü!

Görmeyelim mi? Hırs kibir bürümüş gözünü! Görmez olmuşsun özünü! Artık, bil de söyle sözünü!

Ey Fuzûli filozof!

Ey "hakikate" saygı duymayan, "arayıcı..." Teknolojinin "arama motorlarına" dönmüş kafan!

Son söz...

Ey Fuzûlî filozof, lâf uzadı, buraya kadar geldi. Nerden geldi?

Hilal Kaplan'ın "İslâmcı enteller eziklikte yarışıyordu, birinciliği Dücane'ye verdiler" sözündeki "ezikliğin" niçinini izah etmekten...

Eziklik nedir?.. Dev bir medeniyetin çocuklarına 90 yıldır; "Siz gerisiniz, çağdışısınız, "muasır değilsiniz", Cumhuriyet'ten önce, mağaralarda, ağaç kabuklarını kemirerek yaşayan ilkel bir topluluktunuz, hadi bakalım tırmanın şu muasır medeniyet seviyesine, kafanıza şapka geçirir, dilinizi değiştirir, tarihinizi unutursanız, hemen çabucak "muasır medeniyet seviyesine tırmanırsınız, sizin için tek amaç budur!" diyen bir vahşete, bir sömürgecilik vahşetine, "Haklısınız, haklısınız, çok haklısınız, daha bunlar, sahilde eşofmanla gezip, bisiklete bile binmiyorlar" diye temennâ çakmaktır!

İslâm gibi bir hakikatten yola çıkıp, "muasır vahşetin" kucağına oturma sefâletini, hangi "felsefe geyiği" perdeleyebilir ey utanmaz tâlip?..

"Muasır medeniyet" tırmanılması gereken bir seviye değil, tepelenmesi gereken bir seviyesizliktir! Bunu nasıl bilmezsin sen!

Şimdilerde ülkemizi ve coğrafyamızı yağmalayan, yangın yerine çeviren, kasıp kavuran bu "muasır vahşete", muasır medeniyet atfetmek "eziklik" değilse, nedir "eziklik" ey, kel başların şimşir taraklı saç tarayıcısı Fuzûlî filozof?

Bir daha öyle ukula ukala konuştuğunu görmeyeceğim!

Şimdi otur efendi efendi, şu "sormayın, görmeyin, geçin" dediğin, fikir ve dünya görüşünün Mimarlarının eserlerini oku! Hadi bakalım!

Okuma parçası...

"Yaşanmaya değer hayatın sırrı..."

“Tasavvufta şu kaide vardır,

-“Ne akılla olur, ne de akılsız!”

Yine çifte kanat hikâyesi… Zaten bu zevki yitirdiğimiz için kaybettik her şeyi…

Batılı zanneder ki, yalnız akılla olur. Ve tutar akılla-ama hepsi oyuncak- muazzam bir (bonmarşe) yapar. Bir büyük manivela ile maddeyi fetheder, vinç gibi kaldırır: fakat vinç ruh desteğinden mahrum kalınca kopar ve altındakini ezer. Biz de zannettik ki, akılla olmaz! Ruhun her şeyini yerine getirdiğimiz halde, aklın miskin manivelasına kurban gittik. Hani, çamaşır mandalı var ya, onunla burnumuzdan yakaladılar bizi…

İki dünya arasındaki nisbet budur! Ne akılla olur. Ne de aklısız… Bu ölçüyü tutturabilseydik kurtulabilirdik. Anlattık, mütefekkir eksikliği… Şimdi bizim bugün için, bu nükteyi tablolaştırıcı büyük mütefekkiri beklememiz lâzım… Kurtarıcı odur! Başka türlü kurtarıcı yoktur! Büyük mütefekkir… Ve kendi etrafiyle, kademeleriyle gelen…

Bizim idealimiz, biri öbüründe tamamlanacak iki dünyanın terkibi… Hakiki Doğu dünyasını billurlaştırmak ve onun cemiyetini geliştirmek ideali…

Bu yepyeni ve ebedî bir cemiyet idealidir. Bunun şehirlerini, sokaklarını, evlerini, camilerini, mescitlerini su yüzüne çıkarmak lâzım…

Eski bir tabirimdir; fildişi kaldırımlarda, fildişi sokaklarda giden, hiç birbirine çarpmayan, her biri birbirinin emrinde ve Allah korkusu altında, herbiri bugün ölecekmiş gibi iki büklüm ve yine herbiri hiç ölmeyecekmiş gibi dimdik insanların cemiyetini kurmak…

Bu dâvanın tek kefili İslâmiyet… Derinliğine hakikatiyle İslâmiyet… Derinliğine hakikat de tasavvuf…

Bugün İslâmiyeti içeride müdafaa etmek, dışarıda müdafaa etmekten zor hale gelmiştir. Ben bu davayı eğer Avrupa’da, Amerika’da, Afrika’da, hattâ kutuplarda müdafaa etmiş olsaydım belki bir anlayış istidadı, bir “acaba?” merakı olsun bulabilirdim. Burada ise, her şeyin anlaşılmış olduğunu zannetmenin, sadece kabuktan ibaret kalmanın ve böylece her türlü nefs muhasebesinden mahrumluğun düzelmez akameti vardır…

Netice:

Batının, bütün eserini sıfıra indirici eksiği ruh, asıl olarak Doğuda, ahiretin tarlası olan dünya fethine memur akıl da Batıda…

Bu iki kutbu birleştirip bir ark lâmbası parlayışına vücut vermeden, yaşanmaya değer hayatın sırrı ele geçirilemeyecektir.

Daha ne söyleyeyim; hoşça kalınız!..

(Necip Fazıl Kısakürek/ Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu...)

Şükrü SAK – Nabız Haber

adminadmin