Kültür
Giriş Tarihi : 13-08-2017 15:00   Güncelleme : 13-08-2017 16:28

Hayat nasıl da geçiyor, zaman hiç geçmezken?

Uzaklara gittiğimde seni çağırıyorum, kaybolduğumda beni bulmanı, düştüğümde elimi tutmanı istiyorum.

Hayat nasıl da geçiyor, zaman hiç geçmezken?

 Elli yaşımı devirdim, anamı ve babamı toprağa verdim. Dostlarımın kimi erken ölümlerle ötelere sırlandı. Kaç yılım kaldı bilmiyorum, bir göz açıp kapaması kadar bir hayatta bilmem kendime, Rabbime, değer ve ülkülerime ne kadar sadık kalabildim? Annemin dizine başımı koyduğum günleri hatırlıyorum, babamla tatlı bir sohbete tutuştuğumuz anları, daha dün güç bela taşıdığı çantasıyla yatılı okuldan ana babasının sevincine koşan bir çocuktum.  Ne ara büyüdüm ben, saçı sakalı ağarmış bir adama döndüm?  Ne kadar sürer bir saat? Bir doktorun muayenehanesinde sıramızı beklerken, bir ambulans beklerken, bir sınavı beklerken hep aynı ölçüde mi sürer bir saat? Sevdiğimizin gözlerinin içine bakarken aynı mıdır? Bilinç kendi zamanını oluşturuyor. Bir saat, bazen bir dakika bazen bir ay sürer. Ruhumuzun nabzı, içsel zamanımızda atar. Gördüğümüz, hissettiğimiz ve düşündüğümüz her şey onunla ölçülür.  Varlığın kendi ritmi var, bitkilerin bile kendilerine mahsus bir içsel zamanı: Mimozalar her gün aynı saatte yapraklarını güneşe kaldırır. ‘Hayat nasıl da geçiyor, zaman hiç geçmezken?’ demişti ustamız Cahit Zarifoğlu.

Hatırlamak, yaşamaktır. Unutmak ölmek. Dünyada var olmayan kişi belleğimizde yaşamaya devam eder. Yolda yürürken uzun yıllardır görmediğiniz birine rastlarsınız, a o da ne? Nasıl da yaşlanmış böyle? Geçen zaman sanki bize hiç uğramamışçasına onun yaş almasına hayret ederiz. Oysa çoktan sizin de saçınız ağarmış, yüz çizgileriniz derinleşmiş, zaman hükmünü icra etmiştir. Hayatımızın bir döneminde bize eşlik etmiş insanlar sonra görüş ve ilgi menzilimizden çıkar, birbirimizi aramaz sormaz oluruz. Ara sokaklarında hayatın kim bilir kaç dostumuzu kaybettik?  Zihnimiz başka insanların sadece biz onları gördüğümüzde, onlara dokunduğumuzda, onları duyduğumuzda veya en azından onları düşündüğümüzde var olduğunu söyler. Oysa onlar hayatın başka mahallelerinde ıstırap çekmeye, çalışmaya, keyif almaya veya hastalanmaya devam eder. Bir süreliğine yollarımızın kesiştiği, yarenlik ettiğimiz insanları gün gelir unuturuz. Belki de kendi benliğimizin bir tarafını unuturuz, belki de birlikte düş kurduğumuz insanları biz o düşten gerisin geri yürüdüğümüzde kaybederiz. Kendimizi mühim saydığımızda, kendimizi mühim saymadığımız zamanların hatırası solar, o zamanların ateşin düşleri ilkel ve çocuksu bir zamanın arkaik kalıntıları haline geliverir. Unutmak için hızlanıyoruz. Hızlandıkça unutuyor, öleceğimizin bilgisini bilincimizden uzak tutuyoruz. Zamanımızın baskın ruhu hayatı hızlandırıyor, duygular sığlaşıyor ve ilişkilerde çabuk tatmin ortaya çıkıyor. Arkadaşlık da ‘menfaat dünyası’ndaki bütün öğeler gibi kısa vadeli çıkara tahvil edilebildiğinde değer buluyor. İnsan ilişkilerinde, kullan-at modeli. İhtiyaç duymadığımızı bir köşeye atıveriyoruz.

Bizden ilgi bekleyen herkese dikkatimizi veremeyecek kadar meşgul ve telaşlıyız. Her gün yeni uyaranlar tarafından baştan çıkarılıyor ve bugünü, her seferinde ihtiyaçlara binaen yeniden inşa ediyoruz. Her şey çok kısa ömürlü, saman alevi gibi bir anlığına yanıp sönüyor. Öyle ki kendimizle bile temasımız kayboluyor, insanın kendi öyküsüne, ideal ve kimliğine sadakati dahi aşınıyor. Elli yaşımda, yirmi yaşımdaki samimiyetime ne kadar sadık kalabildim? Pek çok insan, çölde kaybolmuş kimseler gibi, tutarlı bir kimlik ve anlam duygusu geliştiremiyor, kendine yakışacağını sandığı bir kimlik edineceğim derken bukalemun gibi renkten renge giriyor. Pastiş kişilikler. Bukalemun benlikler. Geçmişimizdeki noktaları birleştirerek bunu tutarlı bir anlatıya dönüştürmek, hepimizin ortak arzusu. Anılarımız, hayatta öğrendiğimiz dersler, üstesinden geldiğimiz güçlükler, başarı ve yenilgilerimiz, tanıdığımız insanlar: Hepsi hayatımızın parçası, hepsi bizim kim olduğumuzu bilmemize yardım ediyor.

İnsanoğlu kendi tarihini durmadan yeniden yazar, geçmiş bugünün verileriyle yeniden inşa edilir. Bellek bir yandan da toplumsal tutkaldır, bizimle ortak anıları olan insanlara kendimizi daha yakın hissederiz. Kendi tarihimize değebiliyor ve yolda karşımıza çıkan güçlüklerle barışabiliyorsak, ayaklarımız yere daha sağlam basar. Kimilerimiz geçmişin zindanından bir türlü çıkamaz, esenliği o karanlıkta debelenmekte bulmuşlardır. Mazi, durmadan bugünün  mezarını kazar. Geçmiş hiç yaşanmamışçasına onu yok saymak da bizi ilk fırtınada uçup gidecek köksüz bir ağaç gibi çaresiz bırakır. Kök salmak, varlığı sağlam ve dik tutar. Kökünü bilen insan, daha gerçek insandır. Bir kökü olan, gökyüzüne uzanır.

Uzaklara gittiğimde seni çağırıyorum, kaybolduğumda beni bulmanı, düştüğümde elimi tutmanı istiyorum. Sana dostum dediydim, bir tas suyunu içtim, seninle aynı safta durdum, bir çorbayı bölüştüm. ‘Ben uyuduğumda, kapanan senin gözlerindi’. O yüzden aynı rüyayı gördük.

Geçmişte biliş olduğumuz her insan, bir parçasıyla bizde yaşamaya devam etmektedir. Bize bir derinlik katmış, bizden bir şey onun ruhuna bir renk çalmıştır. Sevdiklerimiz içsel zamanımızda soluk alıp verir. Uykuya yatar, uykudan uyanır. Bizimle sofraya oturur, sarp yokuşu tırmanır. Nezaket sadakatle başlar. Ahde vefa, dosta vefa. Sadakat elbette risk içerir:  Ya güvenip de sırlarımı emanet ettiğim o kişi bana ihanet ederse? Ancak bu riski almaz ve dostluğa kendimizi adayacak cesareti gösteremezsek, sığ sularda boğulur gideriz. Sadakat, bir telefon zırıltısının o ana adanmış dikkatimizi çelmesine izin vermeksizin, orada olmak/onunla olmak demektir. Bütün engellere rağmen neyin daha değerli olduğunu gösterebilmektir. Dostluk, sevdiğimiz insanı,  yargılamadan ve bir talepte bulunmadan kalpte tutmaktır. Dostluk tutunmaktır, hatırda tutmak ve hatır tutmaktır. Zor zamanda dosta vefa, insanlığımızın miyara vurulduğu bir ölçüdür. Sadakat, nezakete cevher ve güç verir.  Vefa, özensiz ve darmadağınık bir dünyada, paha biçilemez bir değerdir.

‘Ben başkalarının günahları için de ağlıyorum’ diyor karşımdaki adam. Karşıma bir hasta olarak oturmuş ama  konuştukça, erdem timsali bu ruh karşısında gözlerim kamaşıyor. Sizden şifa arayan, bazen size şifa vermeye gelir. ‘Bana bir kötülük yapanı affetmeyi nasip et Allah’ım, ki senin karşında af dilemeye yüzüm olsun’ diye niyaz ediyor. Kaldı mıydı böyle sadıklar yeryüzünde? Hayır, bu kadarı gerçek olamaz.  Antidepresanın dozunu artırıyorum.

Kemal Sayar

http://www.gercekhayat.com.tr

 

adminadmin