Genel
Giriş Tarihi : 24-07-2020 13:56   Güncelleme : 24-07-2020 14:23

Hulusi Şentürk "Türkiye’nin Kurtuluş Reçetesi Büyük Doğu’yu İktidara Taşımak!"

AK Parti Milletvekili Hulusi Şentürk, 15 Temmuz 2016 itibariyle gelişen süreci ve coğrafyamızda yaşanan değişimlerle birlikte Türkiye’nin politikasını değerlendirdi.

Hulusi Şentürk

Şentürk’ün “Türkiye’nin Kurtuluş Reçetesi Büyük Doğu’yu İktidara Taşımak” dediği röportajı alâka ile okuyacağınızı düşünüyoruz.

Bu tarih, Türkiye için bir milat oldu. Belki de Türkiye’yi dert edinen, Türkiye’nin istikbalini düşünen fakat bugüne kadar farklı görüşlere sahip olan insanların gerçekleri görmesinde önemli bir rol oynadı. Çünkü 15 Temmuz, yıllardır içimizdeki hainleri nasıl beslediğimizi ve onların nasıl hak görüntüsü altında ihanet ettiğini bize gösterdi. Bunu sadece bir FETÖ olayı olarak görmeyelim. FETÖ bu hain unsurlardan sadece bir tanesidir. Yıllardır yazdığımız, söylediğimiz gerçekler vardı. Ne yazık ki, Türkiye’deki bazı yapılanmaların ipleri dış güçlerin elindeydi. Biz insanlara bunu anlatmakta çok zorlanıyorduk. Kimisi din kisvesi, kimi insan hakları ve demokrasi, kimi özgürlük ve “hukuk devleti” maskesi adı altında kendilerini gizlemeyi çok güzel başarabiliyorlardı. Bizim söylediklerimiz ise marjinal bir söylem, hatta komplo teorileri olarak algılanıyordu. 15 Temmuz’a doğru Gezi Parkı olaylarıyla birlikte yaşananlar Türkiye’de bugünün gerçeklerinin görülmesine vesile oldu. Hani, “üç tarafımız deniz, dört tarafımız düşmanla çevrili ifadesi”nin aslında çok da abartılı olmadığı, bir gerçeğin farklı yönden açıklanması olduğunu gözler önüne serdi. O güne kadar “kurtuluş”u Batı’nın himayesinde görmeye başlayanlar bile, Batı’nın bize gelecek vadetmediğini, hatta “Batılıların gözünde en iyi Türkiye; zayıf ve ayakları üzerinde zor durabilen Türkiye” tezinin ayan beyan ortaya çıkmasını sağladı.

 

“TÜRKİYE KENDİ KRİTERLERİNİ KOYMAYA BAŞLADI”

Öncelikle bir millî ittifak doğdu. İnsanlar parti veya siyasi düşüncelerini bir kenara bırakarak, Türkiye’nin istikbali için gerektiği yerde işbirliği yapabilmek gibi politika izlemeye başladılar. Bunun içeride ve dışarıda çok ciddi yansımalarını gördük. İçerideki yansımalarına bakacak olursak, birincisi devletin içerisine öyle veya böyle farklı fraksiyonlarla, ama maske kullanarak sızmış hainlerin devletin kadrolarından temizlenmesiyle ilgili ciddi adımlar atıldı, yasal düzenlemeler yapıldı. Herkes takdir eder ki, yasal düzenlemelerin yargı süreciyle belli bir zemine oturması zaman ister. İçtihadların gelişmesini gerektirir. Kimi yanlış yorumlar yapılabilir veya adımlar atılabilir. Önemli olan hedeftir; ilk hedef, Türkiye’nin devlet kadrosu dediğimiz kadrolarının, millete ihanet eden veya bir yerlerden emir ve talimat alan kadrolar olmamasını sağlamaktır. Bu açıkça ortaya çıktı. Batı standartlarını, kriterlerini Türkiye’ye uyarlamanın, Türkiye’nin geleceği için çok farklı şekilde neticeler verebileceğini düşünen liberaller vardı; bizim cenahta da bu düşüncede kişiler vardı. Bu süreç gösterdi ki, Batı standartlarıyla gideceğimiz en iyi yer, Batı’ya “kaliteli taşeron” olabilmek… Hiçbir zaman efendi olmak, işveren olmak değil. Bu çok net olarak anlaşılmaya başlayınca, Türkiye’de henüz adı koyulmadı belki ama bir ara, “İstanbul kriterleri, Ankara kriterleri” deniliyordu ya, Türkiye kendi kriterlerini ortaya koymaya başladı. Bunun ekonomik alanda da karşılığı ciddi olarak görülmeye başlandı. İthal ikameci kolaylığına dayalı bir Türkiye ekonomisi yerine, kendi üretebilen bir Türkiye’ye doğru evrilme kararları alındı. Bunu çok net olarak görebiliyoruz. Son zamanlarda dış ticaretle ilgili bağırıp çağıranlar var. Aslında detaylı biçimde incelendiğinde görülecektir ki, dış ticarete dair atılan adımlar, Türkiye’deki yerli üreticiyi koruma adı altında atılan adımlardır. Bu da bizim uluslararası ilişkilerde en tabiî hakkımızdır. Dünya Ticaret Örgütü, “Bir ülkenin ithal ürünlerinin o ülke pazarının yüzde 15-20 seviyesine ulaşmasını o ülke ekonomisi için ciddi tehdit olarak kabul eder ve bu tehdit altında ülkeler önlem alabilir.” der. Türkiye pazarları neredeyse yüzde 70-80 oranında ithal ürünlerin hegemonyası altındaydı. İşte bu yanlışlara karşı millî ve yerli ekonomiyi güçlendirmek için önemli adımlar atıldı. Geçiş süreci sıkıntıları yaşayacağız ama bunun semeresini orta ve uzun vadede hep beraber göreceğiz. Özellikle bunu savunma sanayiinde çok net olarak göreceğiz. Savunmada Türkiye daha önce yüzde 30’larda olan yerlilik oranını yüzde 70’ler seviyesine çıkarınca neler başarılabileceğini gösterdi. Hem terörle mücadelede, hem sınırlarımız ötesindeki operasyonlarda… Bugün Irak veya Suriye’de terör devleti kurulamamışsa, ABD veya Rusya destekli bir devlet yapılanması sağlanamadıysa, bu Türkiye’nin savunma konseptindeki ve savunma sanayii konseptindeki değişikliklerin büyük bir semeresidir. Aynı zamanda “devlet aklı”nın da Türkiye’nin istiklâl ve istikbali için nelere odaklanması gerektiğini görmesinin sonucudur. ABD’nin, Rusya’nın, Fransa’nın isteklerini değil, Türkiye’nin menfaatini tercih etmesinin tabiî sonuçları…

 

“OSMANLI COĞRAFYASINDA OLMAZSAK KÜRESEL GÜÇ OLAMAYIZ”

Libya’da yaşananlarsa, inanın tarihe geçecek olaylardır. Türkiye’yi Antalya körfezine sıkıştırmaya çalışan Batılı güçlerin ve onların İslâm dünyasındaki -ne yazık ki- işbirlikçilerinin hain plânlarına, şeytani adımlarına karşı Türkiye kendisinden beklenmeyen ataklar gerçekleştirdi. Libya ile yapılan anlaşma ile bunların plânı çöpe atıldığı gibi, doğrudan doğruya, çökmek üzere olan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne verilen destekle birlikte bir anda Libya’da tüm dengeler değişti. Görüyorsunuz; Fransa bile “tarafsız” olduğunu iddia etmek durumunda kaldı. Oysa düne kadar Hafter’e her türlü desteği veren Fransa, Hafter’in rezil olmasıyla beraber, “aslında iki tarafa da eşit mesafedeyiz” gibi komik açıklamalar yapma gereği duydu. Türkiye tüm Avrupa ve Rusya’ya rağmen Libya’ya askeri tecrübesiyle müdahil oldu. Aynı zamanda teknoloji destekli olarak orada konumlandı. İnşallah kısa zamanda da Libya’nın tek ve bütün olarak bağımsızlığını ilan ettiğini göreceğiz. Bu neden çok önemli? Bakın, ben bundan 8-10 sene evvel, “İstikbâl Savaşımız” adlı bir kitap kaleme aldım. Bu kitapta bir şeye çok dikkat etmiştim. Türkiye’nin ihracatta en büyük pazarları Libya ve Irak pazarlarıydı. O dönem Suriye pazarı da en büyük Pazar olma yoluna giriyordu. Onlarca milyar dolarlık müteahhit hizmetleri ile birlikte sattığımız ürünlerin sunulduğu, Türkiye ekonomisi için en önemli pazarların tamamı ne hikmetse ateşe verildi. Irak’ta yaşananlara sadece ABD’nin Ortadoğu politikaları üzerinden bakmayalım. Türkiye için çok önemli olan muazzam bir saha ateşe verildi. Bütün bunların altında yatan sebebin, Türkiye’nin küresel pazarlarda etkin bir güç olmasını engellemek olduğu açıktır. Türkiye hamdolsun bunu bugün gördü. Bakın, tam bağımsız olabilmeniz için: Bir, güçlü ekonomiye sahip olmak; iki, kendi sınırlarınız dışında da sizinle beraber dünya siyasetinde taraf tutabilecek müttefiklere ihtiyacınız var. Tabiî bundan da önemlisi kendi milletinizin buna inanmış olması şart. Devleti, yönetenlerin de buna inanmış olması gerekiyor. 15 Temmuz aslında bize bunu sağladı. Buradan aldığımız güçle, biz eski Osmanlı coğrafyasında var olmadığımız sürece küresel güç olamayız! Bunu hepimiz kabul etmek zorundayız. Türkiye 780 bin kilometrekare alana sıkışmış bir ülke değildir. Biz bir Hollanda, bir Belçika değiliz. Biz, bir medeniyetin temsilcisiyiz. Bu görüş, o toprakları işgal anlamında değildir. Bu, geçmiş çağların kafasıdır. Bugün işbirliği içinde olmaktır önemli olan… Ama oradaki yönetimlerin dar gününde, dünya onları satmışken, onların yanında yer alıp, onları ayakları üzerinde tutabiliyorsanız; işte o zaman siz bu gücü tekrar hayata geçirmeye başlarsınız.

 

“BÜYÜKDOĞU ANLAYIŞINI İKTİDAR KILABİLMEK…”

Türkiye bunu başlatmakla kalmadı; insani yardımlarda dünya rekorları kırmak bir yana, Somali’de, Sudan’da askeri üslerimizle varız. Bugün eğer Katar, ABD kontrolündeki BAE ve Suudi Arabistan’ın girişimlerine karşı ayakta durabiliyorsa, oradaki Türk askeri ve desteği sayesindedir. Türkiye artık kaderine razı olan bir ülke değil. Başkalarının kendisi için yazacağı kaderin sonunda felaket getirdiğini gördük. Şu an Türkiye, kendi kaderi ve kendi kaderiyle birlikte ümmetin kaderini ve mazlum coğrafyaların kaderini değiştirebilmek için mücadele ediyor. Bu hususta bir sürü stratejik analizler yapılabilir, Türkiye’nin imkânları tartışılabilir. Ama unutulan bir şey var; hesapların üzerinde bir hesap var. Allah’ın yardımı olduktan sonra, bütün dengeler Allah’ın izniyle Türkiye’nin lehine dönüşür. Burada bütün mesele bu inancı koruyabilmektir. Anadolu’da bir söz vardır; “minareyi gözden kaçırma…” diye. Köyünden uzaklaştığından, tekrar köyünü bulabilmek için mutlaka köyün minaresini göreceğin şekilde ayrıl, minareye bakarak güven bulasın diye… “Türkiye’nin minaresi” de “Allah’ın rızası olmak” zorunda… Bu minareyi göz önünde bulundurduğumuz sürece, televizyonlara çıkıp ahkâm kesen “jeopolitik üstatlar” var ya, onların hepsini bir kenara bırakın, Sakarya ayağa kalkar. Sakarya inandığında ayağa kalkar ve Sakarya ayağa kalktığında bir coğrafya ayağa kalkar. Sakarya’nın derdini dert edinenlere ihtiyacımız var. Sayın Cumhurbaşkanımızın da söylediği gibi, “Türkiye’nin kurtuluşunun tek bir yolu var; o da Büyük Doğu anlayışını tekrar iktidar kılabilmek…” Dikkat ederseniz, bunun adımları atılıyor. Elbette kimi günlük gelişmelerden dolayı bu adımları istediğiniz gibi atamayabilirsiniz ama genel çizgiye baktığımızda, o özlenen Türkiye için bu adımların atıldığını görüyoruz. Bu arada bazı siyasi hareketlilikler olacak, kimileri farklı yerlere savrulacak; bunlar çok önemli değil. Ana gövdedir önemli olan. Her devirde farklı düşünce ve hareketler belirebilir. Bunların bir kısmı ihanet ve hainlik içinde olabilir. Bir kısmı iyi niyetle de yapabilir. Bunları çok zorlamaya gerek yok.

 

“15 TEMMUZ’A GİDEN SÜREÇ ŞER BİR SÜREÇTİ; HAYRA VESİLE OLDU”

Biz kendimize güveniyorsak, attığımız adımların doğru olduğuna inanıyorsak, Allah’ın izniyle aleyhimizdeki hesapları bozabiliriz. Büyük hesaplaşmanın yaklaştığı bu dönemde Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durması ve kendi gücünü tekrar kuşanması mücadelesidir. Çünkü bu dünyada dengeler yeniden kurulacak. 1940’lı yılların, o ABD-İngiltere-Fransa tarafından kurulmuş, Rusya tarafından desteklenmiş sömürü düzeni yerine, dünyada yeni bir düzen kurulacak. İşte bu noktada mazlum ve mağdur coğrafyanın tek bir aktörü var söylenebilecek, o da Türkiye’dir. Onların hesabı bunun aksine içeride ve dışarıda bize bir sürü oyunlar kuruyorlar ama ne yaparlarsa yapsınlar, Allah’ın izniyle başarmayacaklar. Bu, 83 milyonun istiklâl mücadelesi değil, 1 buçuk milyarlık bir ümmetin ve mazlum coğrafyasının istiklâl mücadelesidir. Türkiye’nin başına en ufak bir sıkıntı geldiğinde Mekke-Medine’de hacılar dua ediyorsa, Kudüs’te Müslümanlar Allahü Ekber nidalarıyla Türkiye bayrakları ile yürüyorsa, Bosna’da, Kafkasya’da, Myanmar’da, Doğu Türkistan’da insanlar bu umutla Türkiye’ye bakıyorsa, Allah bu umudu söndürmez. Hayırda şer, şerde hayır murad edilmiş olabilir; 15 Temmuz ve o tarihten itibaren gelişen süreç şer bir süreçti ama hamdolsun ki, hayra vesile oldu. Şahsıma pay çıkarmak istemiyorum ama Türkiye’de bir avuç insan yıllar yılı bu gerçekleri dile getiriyordu, inandıramıyorduk. Haklı olduğumuz ortaya çıktı elhamdülillah…

 

Kaynak; Baran Dergisi 704.Sayı

Recep YAZGANRecep YAZGAN