Kültür
Giriş Tarihi : 11-03-2018 12:00   Güncelleme : 11-03-2018 12:03

İçtihat nedir? Şartları nelerdir?

İçtihadın Tarifi:

İçtihat nedir? Şartları nelerdir?

İçtihadın lügat manası; meşakkatli, külfetli, zor bir işi vücuda getirmek için bütün gücünü sarfederek cehd ve gayret göstermektir.

Istılahî manada ise içtihad; kesin ve açık delillerle sabit olmayan zannî ve fer’i hükümleri şer’î delillere uygun olarak istihraç ve istinbat hususunda bütün güç ve takatini sarfederek çalışmaktır. Yani, Kur’an, hadis ve icma ile sabit olan şer’î delillerden hüküm çıkarmaktır.

Kur’an-ı Kerim, ezeliyete bakan ve ebediyetten haber veren bir ummandır; sonsuz bir feyiz ve rahmet hazinesidir. O’nun hikmet ve esrarı nihayetsizdir. Her asrın âlimleri idrakleri nisbetinde ondan hisselerini almışlardır ve kıyamete kadar da alacaklardır. Ümmet-i Muhammed (a.s.m.) onun bereketine mazhar olmuşlar, maddeten ve manen Kur’an’dan istifadeler etmişlerdirve edeceklerdir.

Kur’an-ı Kerim, mücmel ve ince nüktelerle doludur; birçok prensip ve kaideleri, esas ve usulleri ihtiva eden zengin bir hazinedir.

Cenâb-ı Hakk bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

“Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübindedir.” [1]

Bediüzzaman Hazretleri bu âyeti şöyle tefsir eder:

“Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve

kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor.

Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre

ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.” [2]

Bu İlâhî hazinede beşeriyetin kıyamete kadar karşılaşacağı bütün meseleler sarahaten yani açık ve net olarak bulunsaydı, mevcut Kur’an’ın bin misli kadar bir kitap olması gerekirdi.

İmam-ı Şa’rânî’nin buyurduğu gibi,

“Eğer Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kur’ân-ı Kerimdeki icmalleri (toplu, öz olarak bir arada bulunan ilimleri) açıklamasaydı, Kurân-ı Kerîm icmali üzere kalırdı. Aynı şekilde, müçtehid din imamları, Sünnette bulanan icmalleri açıklamasalardı, sünnet kendi icmali üzere kalırdı.” [3] Malumdur ki, Cenâb-ı Hakk nazarında en makbul olan amel güç olanıdır.

“İbadetlerin en faziletlisi zahmetli olanıdır” [4]

Hadisi-i şerifi de bunun bir delilidir. İçtihat da zor bir araştırma ve derin bir incelemeyi icap ettiren yüksek bir ilim ve ehli için mukaddes bir vazifedir. İnsanların bütün hal ve hareketleriyle alakası vardır. Buna mazhariyet ise kuru bir iddia ile değil, Peygamberimize (a.s.m.) kemaliyle vâris olmakla mümkündür.

İçtihadın Meşruiyeti

İçtihadın meşruiyeti Kur’an’ın şu âyeti ile sabittir.

“Onlara emniyet ve korkudan bir haber geldiği zaman onu ifşa ederlerdi. Eğer onu Peygambere veya aralarından re’y sahibi olanlara arz etselerdi elbette ki, o re’y sahipleri (hal ve maslahata göre) içtihat ve istihraç ederlerdi.”[5]

Medine’ye hicret eden müslümanlar, kısmen emniyete kavuşmakla beraber, bütünüyle rahat değillerdi. Her an Mekkelilerin saldırısına uğrama ihtimalleri vardı. Halk arasında zaman zaman “geldiler, geliyorlar” şeklinde dedikodular yayılmaktaydı. Üstteki âyet, böyle durumlarda yapılması gerekeni ders vermektedir.

Hamdi Yazır, bu âyetten şu hükümleri çıkarır:

1. Olayların hükümleri içinde, doğrudan nass ile malum olmayıp, istinbat (içtihat) ile bilinecek olanlar da vardır.

2. İstinbat da bir delildir.

3. İstinbata ehil olmayan avamın, olayların hükmünde ehl-i

ilme müracaatı ve taklidi vaciptir.

4. Resûlullah da istinbat ile mükelleftir. [6]

Ebu Zehra’nın da buyurduğu gibi, “Olaylar sonsuzca meydana gelir. Mevcut nasslar ise mahduttur. O halde mevcut nassların ışığı altında hakkında nass bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir

zarurettir.” [7]

İşte bu âyet-i kerime kıyas ve İçtihadın edille-i şeriyeden (şer’î deliller) olduğunun en büyük delilidir. Zira yeni bir vakayı istinbat ve istihraca ehil olan ulemaya havale etmek, onların içtihat etmelerini ve kıyasta bulunmalarını istemek demektir. Çünkü, hakkında sarih hüküm olan hâdiselerde içtihada zâten gerek yoktur.

Fahreddin-i Razî bu âyet-i kerimenin üç şeye delalet ettiğini beyan buyurur:

Birincisi; âyetin sarahatiyle bilinmeyip de içtihat ile bilinenlerdir. İkincisi; içtihat ve istinbatın şer’î delil olmasıdır. Üçüncüsü; avam-ı nasın, ulemayı fer’î amellerde taklid etmelerinin vacib olmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk, bu âyetiyle yeni hâdiselerin hükümlerini bilmeyenlerin, bu hükümleri şer’î delillerden çıkarmaya ehil olan kimselere müracaat etmeleri gerektiğini beyan buyurmuştur.

Cenab-ı Hakk şu âyet-i kerîme ile de ehil olanların içtihat yapmalarını emir buyurmaktadır:

“Ey ilim sahipleri, (âyetlerimizi) tabir edin” [9]

Şu halde Kur’an-ı Kerim’de kat’î hükümler yanında açık olarak ifade edilmeyen fer’î hükümler yani teferruattan sayılacak ikinci derecede hükümler de mevcuttur. Bu gibi hükümlerde zan ile amel etmeyi Cenâb-ı Hakk caiz kılmıştır. Avamın bu hükümleri Kur’an’dan istihraç etmesi mümkün değildir. Onlara düşen vazife âlimlere tabî olmalarıdır. Böyle bir taklit, avam için vaciptir.

Evvela içtihat yapmak büyük bir ilim ve ihtisas işidir, herkesin kârı değildir.

Çünkü şer’i hükümler binlerce hatta onbinlercedir. Bunların delilleri ise gayr-ı mahduttur. Bütün bu hükümleri o sayısız delillerden çıkarmak herkes için mümkün olmaz. Diğer taraftan, bütün Müslümanların içtihat

yapacak derecede alim oldukları farz edilse bile bunların içtihat için çalışmaları halinde dünyevî hiçbir meslek icra edilemez olur. Bu iki mühim sebepten dolayı avam, müçtehitleri taklit etmekle mükelleftir.

Cenâb-ı Hakk içtihada ehil olanları içtihat ile emreylediği gibi sair müminleri de bunlara ittiba etmeğe şu âyet-i celile ile emr buyurmuştur:

“Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun” [10]

Bir Müslümanın Allah-û Teâlanın rızasına uygun ibadet yapabilmesi ancak müçtehitlere uyması ile mümkündür.

Şeyh Abdullah Diraz taklidin vacip ve zaruri olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“Kendisinde içtihat yapma ehliyet ve yetkisi olmayan kimse, karşısına fer’i bir mes’ele çıktığı zaman, ya esas olarak hiçbir şey yapmayacak ve kulluk görevini aksatacaktır. Bu ise icmâya aykırı bir davranış olur. Ya da birşeyler yaparak, kulluk görevini yerine getirmeye çalışacaktır. Bu da ya ortaya

çıkan yeni mes’eleyle ilgili hükmü tesbit eden delili bulup, ona bakarak hareket etmek, ya da bir müçtehidi taklid etmek suretiyle olur. Birincisi (karşılaşılan her yeni mes’elenin delilini bulup bu delilden hüküm çıkarmak) herkes için kat’iyyen mümkün değildir.

Çünkü bu yol, hem yeni durumlarla karşılaşan kimse, hem de bütün insanlar hakkında, hâdiselerin delililerini arayıp bulma zorunluğunu doğuracağından, insanların geçim çabalarını engelleyecek, her türlü san’at ve tekniği durduracak, ziraat ve benzeri bütün faaliyetleri tatil suretiyle dünyanın harab olmasına yol açacaktır. İşte bu sebeple taklidin re’sen kaldırılması son derece tehlikelidir. Görülüyor ki, geriye taklidden başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır. Böyle bir durum karşısında tek yol bir müçtehide tabi olmaktan ibarettir.” [11]

Bu hususu Salibi şöyle ifade etmiştir: “Bir müçtehîde göre şer’i delil ne ise, cahil bir insana göre de bir müçtehidin verdiği fetva odur.” [12]

İşte müçtehitler Kur’an-ı Kerim’de remzen, işareten, mevcud olan fer’î hükümleri istihraç ederek insanlık aleminin istifadesine sunmuşlardır.

Nitekim kâinat kitabında bulunan gizli ve perdeli hakikatlar da, ilgili fen alimlerince keşfedilmişlerdir. Bu zâtlar da kâinat kitabının müfessirleri ve müçtehitleri hükmündedirler.

Bir fende ehil olmayan kimselerin o fennin ilim adamlarına ittiba etmeleri ve onların ortaya koyduğu eserlerden faydalanmaları aklın gereği olduğu gibi avamın da Kur’an-ı Kerim’den istinbat edilen hükümlerde müçtehitleri taklid etmeleri vacibtir. Aklı başında bir insan “ben ancak kendi yaptığım

uçağa binerim, yahut kendi yaptığım bilgisayarı kullanırım,” diyemeyeceği gibi “ben müçtehitleri taklid yerine Kur’an ve hadisden kendim hüküm çıkarırım” da diyemez.

İçtihadın Önemi:

İçtihat, Cenâb-ı Hakk’ın bu ümmete en büyük lütuf ve ihsanıdır. Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’an-ı Kerim’de te’vile açık olan hakikatleri, işaret ve remizleri ümmetin alimlerine bırakmasının birçok hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hakk tevile açık hükümleri eğer kesin bir şekilde bildirseydi, füruata ait bütün

meseleler, farz ve vacib olurlar ve onlara muhalefet edenler helakete düşerlerdi. Diğer bir hikmet; Cenâb-ı Hakk içtihat müessesini açmakla âyet ve hadislerden şer’i hükümlerin çıkarılmasında akla da bir hisse vermiş, böylece ümmet-i Muhammedi ve ulemasını şereflendirmişdir.

İlahî hediyelerin en müstesnası akıldır. Akıl, eşyanın hakikatini, kainatın sırlarını keşfeden İlahî bir nurdur, lâtif ve şerif bir cevherdir. Kur’an-ı Kerimin en derin mana ve hakikatleri o cevherle halledilir. Evet, akıl insana Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve inâyetinin, fazl ve kereminin son mertebesidir.

Bununla beraber insanlar akıl ve ilim noktasında aynı seviyede değildirler. İlmin mahiyeti bir olsa bile anlaşılması başka başkadır. Binlerce insan bir alimden aynı dersi aldıkları halde her birinin aldığı feyz ve irfan farklıdır.

Kabiliyetler farklı olduğu için herbiri kendi istidadı nisbetinde feyz ve marifete mazhar olur.

Aklı zayıf, fikri mahdut insanlar en açık şeylerden bile bir şey anlamazlar.

Perdeli sırlara ve hakikatlere nüfuz etmek akl-ı kâmilin vazifesidir.

Bu sırları akıl ve şuurla keşfedemeyen insanın kazandığı malûmatlar kâfi derecede bir ilim olmaz; görüşlerinde, tefekkür ettiği şeylerde noksanlık olur. Evet, ümmet-i Muhammed içinde her ilim dalında bir çok alimler, nice mütefennin, mütefekkir, mütekellim ve mutasavvıf yetiştiği halde içtihat

mertebesine ulaşanların sayısı çok azdır. İçtihada ait marifet ve ilmin sahası ve muhiti pek geniş ve pek derindir. O, her gavvasın dalamayacağı bir deryadır. Her basar etmekle ve basiret sahibinin idrak edemeyeceği bir çok hakikati ihtiva eden bir ummandır. Onun hakiki mahiyetini her akıl keşfedemez.

İçtihat, zor bir mes’ele ve derin bir sırdır. Her istidadın, her akıl ve zekânın, cevelan edebileceği bir saha değildir.

O ummanların derinliklerinden inci gibi kıymettar pırlantaları ve cevherleri çıkarmak ancak ve ancak müçtehit imamlara ve bilhassa dört imama mahsusdur.

İslâm dini en mükemmel bir dindir. Nitekim Cenâb-ı Hakk da;

“Bugün sizin için dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım” [13]

buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim’de, gerek itikad, gerek ibadet ve muamelata dair açık hükümler bulunduğu gibi, kıyamete kadar zuhur edebilecek yeni hâdiseleri çözmeğe kâfi kanun ve prensipler de mevcuttur. Bunlardan hüküm istihraç etmek ise ancak içtihat ile mümkündür.

Evet, İslâm dininde İçtihadın mevki ve ehemmiyeti pek mühimdir. Müslümanların birçok ihtiyaçları bu müessese sayesinde karşılanmıştır. Malumdur ki, zamanın değişmesiyle yeni yeni hâdiseler ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara cevap verebilecek temel kaideler, ulvî esaslar Kur’an ve hadislerde

mevcuttur. Ama bu derin ve perdeli manaları herkesin anlaması mümkün değildir. İşte müçtehitler, Kur’an’dan ve onun birinci tefsiri olan hadislerden bu gibi fer’i hükümleri istinbat edip insanların müşkillerini halletmişlerdir.

Evet insan, ancak Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyyenin tayin ettiği yolu takib etmekle hatadan kurtulabilir. Çünkü bu iki kaynak, insanların felahı için taraf-ı İlahîden vaz’ ve tesbit edilmiş bir hidâyet meselesidir.

Esasen şer’i hükümlerin ekserisi, Kur’an ve hadislerin nassı ile tesbit edilmiştir. Bu kısım Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle; “Kur’an veKur’an’ın tefsiri olan sünnetin malıdır. İçtihada ait meseleler altın ise bunlar birer elmas sütundur” [14]

İşte müçtehitler, bu iki hazineden azami derecede istifade ederek “Allah, hikmeti istediğine verir” [15]

âyet-i kerimesine hakkıyla masadak olmuşlardır. Peygamber Efendimiz’de (a.s.m.) İçtihadın ehemmiyetini ve müçtehitlerin kıymet ve derecelerini şu hadis-i şerifleri ile en güzel bir şekilde ortaya koymuşlardır:

“İçtihat eden kimse isabet ederse iki sevab, etmezse bir sevap alır.” [16]

Hadis-i Şerifteki hatadan yani isabet etmemekten murat, efdaliyetin terkidir. Muhammed bin Hazm bu konuda, “Buradaki hatadan murad, delilin isabet etmemesidir. Sahibini şeriatten çıkaran hata değildir. Zira onunla şerîatten çıkmış olsaydı, onunla kendisine sevab verilmezdi.” [17] demektedir.

Ancak şu hususu önemle belirtelim ki içtihada ehil olmayan bir kimse verdiği hükümde hata ettiği taktirde mazur olmaz, günahkâr olur. Bedir Gazasında alınan esirlere ne gibi bir muamele yapılacağına dair henüz bir vahiy nazil olmamıştı. Fahr-i Kainat Efendimiz (a.s.m.), kendisine

bildirilmeyen her hususu ashabıyla istişare ettiği gibi bu meseleyi de istişare etti. Hazret-i Ebu Bekr esirlerin bedeline fidye alınması ve serbest bırakılması görüşündeydi. Hazret-i Ömer Efendimiz ise esirlerin hemen öldürülmeleri fikrindeydi. Ashab-ı Kiramın bir kısmı Hazret-i Ömer’in, bir

kısmı da Hazret-i Ebu Bekir’in İçtihadından yana oldular. Aralarında ihtilaf çıkınca Hazret-i Resûlullah (a.s.m.), Hazret-i Ebu Bekr’in İçtihadını tercih etti ve onun muktezasıyla hüküm icra edildi.

Lakin bu hususda itab-ı İlahîyi celbeden şu âyet-i kerime nazil oldu:

“Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Hâlbuki AlIah (sizin için ebedi olan) âhireti istiyor.” [18]

Bu âyet-i kerime, Hazret-i Ebıı Bekr’in İçtihadını bozmamakla beraber, Hazret-i Faruk’un fikrinin daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki, birbirine muhalif iki fikir de tasvip edilmiştir. İşte bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, her ehl-i içtihat reyinde isabet etmektedir. Eğer, Hazret-i Ebu Bekr Efendimizin fikri hata olsaydı; hüküm icra olunmadan evvel âyet nazil olurdu. Demek ki, bu hususda nazil olan ilahî itab azimet ve efdaliyetin hilafını tercihten dolayıdır.

Hazret-i Ebu Bekr’in maksadı, esirlerden alınacak fidyeyle Müslüman askerini düşmana karşı silahandırıp kuvvet kazandırmaktı. Hazret-i Ömer’in maksadı ise, bunlarda ıslah emaresi olmadığından vücudlarını ortadan kaldırmakla yeryüzündeki fesadı önlemekti.

Şer’î Hükümlerin Kısımları:

Şer’î hükümler; itikad, ibadet, muamelat ve ahlâk olmak üzere dört kısma ayrılır. Bunlardan itikada ait hükümlerde içtihat caiz olamaz. Çünkü bu hükümler Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyenin açık nasslarıyla sabittir ve aklî delillerle de teyid edilmiştir. Bunlar şüphe ve tereddüdlerden müberradırlar.

Bunlar hakkında zan değil, yakîn ve kat’iyyet muteberdir. Onlar ne artar, ne eksilir, ne de değişirler.

İbadete taalluk eden hükümlere gelince, bunlar da Kur’an-ı Kerim ve hadislerin açıklamasıyla tesbit edilmişlerdir, değiştirilmeleri mümkün değildir. Bunlara, olduğu gibi iman ve itikad etmek gerekir. Bu gibi hüküm- lerde de içtihadın cerayan edemiyeceği açıktır. Çünkü namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler taraf-ı İlâhîden kesin ifadelerle nazil olmuş ve Sünnet-i Nebeviye ile tamamlanmıştır. Bunlar hakkında içtihat yapılamaz. Meselâ: namazın rükünleri, rek’at adetleri, vakitleri hususunda içtihada asla mahal yoktur. Aynı şekilde, şirk, katl, zina, haram, içki gibi kesin yasaklar da zamanın teğayyürü ile tebbeddül etmezler. Bunlarda içtihat yapmak, bunların mahiyetlerini değiştirmek asla caiz görülemez. Böyle bir cüret, eğer cehalet eseri değilse, mukaddesata karşı bir su-i kasd demektir.

Hakkında tevile ihtimal olmayan sarih âyet ve hadis bulunan bir konuda müçtehitlerin içtihatlarına din cevaz vermez. Bu gibi nasslara muhalif olan içtihatlar ile amel edilmez.

Kur’an ve hadis ile sabit olan namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi katî hükümlerde içtihat yapılamayacağı gibi icmâ ile sabit olan hükümlerde de içtihat cereyan etmez. Bunlar şer’i hükümlerin yüzde doksanını teşkil ederler. Kıyas ve içtihada mevzu olan fer’i hükümler ise yüzde on kadardır.

İçtihat; ibadet ve muamelat ile alakalı zannî ve fer’î mes’elelerde, yani hakkında kesin hüküm olmayan sahalarda yapılabilir.

Bir Soru: Acaba içtihat yolu açık olduğu halde, büyük fıkıh alimlerineden dolayı içtihat yapmak yerine bir mezhebe tabî olmayı ve o mezhebin hükümlerini yaymayı tercih ettiler? Onları bu yola sevk eden sebep nedir?

Cevap: Evvela; fıkıh alimlerimizin bir kısmı içtihat kudretini kendilerinde göremediklerinden, büyük müçtehitleri taklid etmeyi tercih ettiler.

Diğer taraftan; 11. asırda müçtehitler her tarafta çoğaldılar. Bir müçtehide tabî olan ve arkasından giden mü’minler diğer müçtehitleri noksan görmeye, hatta ifrata giderek onlar hakkında şanlarına yakışmayacak sözler sarfetmeğe başladılar. Zamanla bu konuşmalar mücadele şekline girdi.

Birbirlerine karşı hasmâne tavır takındılar. Mü’minler arasındaki muhabbet ve hürmet, yerini kin ve nefrete terketmeye başladı. Bundan dünyevî ve uhrevî zararların doğma tehlikesi başgösterdi. Buna mani olmak için dört imam dışındaki müçtehitler ve onlara tabi olan alimler kendi içtihadlarından

vazgeçip dört imamın arkasından gitmeyi tercih ettiler. Bu sayede müsiümanlar arasında birlik ve beraberlik te’sis edildi.

Usûl-ü fıkıh âlimlerinden Muhammed Seyyid Efendi, Medhal adlı eserinde bu mes’ele hakkında geniş izahatta bulunmuştur. Bu izahların kısa bir özetini bu günün Türkçesiyle aktarmakta fayda görüyorum.

Fukaha-i kiramın içtihada girmemelerinin sebepleri:

1. Fukahanın şer-i hükümleri Kur’an ve Hadisten doğrudan istinbat etmeye muktedir olamamalarıdır.

2. Bazı mes’elelerde içtihada muktedir olsalar bile bütün mes’elelerde içtihat yapma gücüne sahip olmadıkları için bu mes’elelerde de içtihattan vazgeçip büyük imamlara tâbi olmuşlardır.

3. Ulema arasındaki rekabet ve ihtilaf sebebiyle mü’minler arasındaki birlik ve beraberliğin bozulmaması için bazı zâtlar içtihattan vazgeçmişlerdir.

M. Seyyid Efendi bu noktada İmâm-ı Gazali Hazretlerinin şu ifadelerineyer verir:

“Teşvîş-i ezhandan (zihinleri karıştırmaktan) başka bir

faydası olmayan ve hakikati tenvirden ziyade fikirleri yanıltan, karıştıran bu gibi münakaşalara meydan vermemek için ekser fukaha içtihadı terk ile dört imamı taklid yolunu tercih ettiler.”[19]

[1] En’âm Sûresi (6), 59

[2] Sözler

[3] İmam-ı Şârânî, Mizanü’l-Kübra. Berekât Yayınevi, İst. 1980, s. 70

[4] Keşfu’1-Hafa, 2-155

[5] Nisa Sûresi (4), 83

[6] Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Matbaa-i Ebuzziya, İstanbul, 1935, c.

II, s. 1403-1404

[7] Ebu Zehra, İslamda Fıkhî Mezhepler Tarihi, Hisar Yayınevi, İst. 1976, s. 19

[8] Bkz. Fahreddin-i Râzi, Tefsîr-i Kebir, Akçağ yay., Ankara, 1990, c. VIII, s.186-191

[9] Haşr Sûresi (59), 2

[10] Nahl Sûresi (16), 43

[11] el-Buti, M. S. Ramazan, Mezhepsizlik , (Ter; Durmuş Ali Kayapınar), Sebat Basımevi,

Konya, 1976, s. 165-166

[12] Şâtıbî, El-Muvafakat, c. 4, İz yay., İst.-1999, s. 296

[13] Maide Sûresi (5), 3

[14] Sözler,

[15] Bakara Sûresi (2), 269

[16] Buhâri, İ’tisam, 21; Tirmizi, Ahkâm, 2

[17] Şârânî, s. 76

[18] Enfâl Sûresi (8), 67

[19] Muhammed Seyyid, Medhal, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1333, s. 262

Yazar: Mehmed Kırkıncı

adminadmin