Kültür
Giriş Tarihi : 22-09-2019 13:30   Güncelleme : 22-09-2019 14:00

İdeal Fert ve Cemiyet İştiyakı

İdeal Fert ve Cemiyet İştiyakı

Kâinatın, dolayısıyla dünya ve insanın yaratılış yahut varoluşu hakkında her din ve felsefe, her ideoloji ve ilmî doktrin; bunlara mensub olan hikmet ehli ve feylesoflar, fikir ve ilim veya bilim adamları, murakabe ve keşifte bulunmuş, kafa yormuş, araştırma ve çeşitli tecrübeler-deneyler yapmış, bu çerçevede de fikir ve kanaatlerini beyan etmişlerdir. Neticede, İBDA Mimarı’nın tesbitinden mülhem, herkesin “hakikat” olarak bildiği kendine, benzerine…

İslâm dininin bildirdiği üzere İlk insan-Âdem, ilk peygamberdi; ve insan cemiyetleri, meâlen; “Hanginizin ameli daha iyi olacak, sınanasınız, bilesiniz” için, Cennet’ten çıkartılarak dünyada belli bir müddet ikâmet etmek zorunda bırakılan bu ilk insan-Âdem ve eşi-Havvâ’dan meydana geldi, on yıllarca aile hayatı yaşadı, yüzyıllar sonra kabile, derken cemiyet, millet, devlet ve medeniyet inşa ettiler.

Eski Ahit-Tevrat (tahrif edilmiş muhtevasıyla), Âdem’in (a.s) oğullarının “Kudsî Yasa”ya ve Resûl babalarına başkaldırmasından bahseder. Bu hâdise Bâbil’de (bâbil; karışıklık demek) meydana gelmiştir. Âdemoğulları, babalarını ve O’na taraf olanları öldürmek istemişler, ancak her biri ortak lisanını unutmuş, ayrı bir lisan ile konuşmaya başlamış, dolayısıyla anlaşamamışlar ve bu katl girişimleri neticesiz kalmıştır.

Nuh Tufanı akabinde de insanlık Nuh’un (a.s) oğulları “Ham, Sam ve Yafes”den dünyaya yayılmış, neticede yüzyıllar sonra çeşitli milletler meydana gelmiş, çeşitli kültürler inkişaf etmiştir. Bugün itibarıyla dünya, bu milletlerin; din, dil, gelenek, siyaset vb. her sahada kapışmasına sahne olmaktadır…

Hâkim olmak ve inancını diğer milletler üzerine hâkim kılmak isteyen bütün milletler, gerçekleştirmek istedikleri gaye ve idealin referansını ya bir din yahut felsefî, ideolojik veya ilmî bir doktrin’den almaktadır. Ki, bu iştiyakları harekete geçiren âmil, her fırkanın kitabında belli usûl ve kaideler hâlinde izah edilmiş olarak –din’de “sonsuzluk iştiyakı” kayıtlı- “ideal toplum inşa etmek” kasdından mülhemdir.

Ehl-i imanın gaye ve ideali: Nefsini, itikadı çerçevesinde terbiye etme mükellefiyetiyle birlikte, Hakk’ın emir ve nehiylerini dünyanın en ücra köşesinde dahi hâkim kılma mücadelesi vererek, Allah’ın rızâsına nâil olmak ve ebedî olarak cennette ikâmet etmek, orada her türlü keder ve endişeden, kavga ve ahlâksızlıktan, kısaca, hayvanî nefsin her türlü arzu ve isteklerinden kurtulmuş olarak, mutmain bir nefs ile Rabb’in huzurunda olabilmek ve O’nun “Likâsı”na bakabilme imtiyazını elde etmektir. Diğer bir ifadeyle; Eşref-i mahlûkat veya İnsan-ı Kâmil olarak “sonsuzluk kervanı”na kabul edilme şerefine nâil olabilmektir.

Ehl-i inkârın gayesi: Meâlen; “Âdem’e secde edin!” emrine isyan ettiğinden dolayı huzurdan kovulan ve ebedî olarak lânete uğrayan Şeytan’ın “sinsi vesvese”sinin kurbanı olarak; “hayat, dünya hayatından ibarettir!” avuntusuyla “âhireti” inkâr, dolayısıyla “barış ve âdalet tesis etmek” gibi bahanelerle “ötekiler”e zulmederek dünya nimetlerinin üzerine abanmaktır.

Ehl-i iman olsun, ehl-i inkâr olsun, aralarında şu kadar şubelere ayrılır; ayrı bahis.

Şimdi: “İdeal” şudur, “gaye” budur tefrikinden âzade olarak, adam çıkmış, bir ev almak için ömür tüketiyor veya işyeri kurmak istiyor ve bunu “ideal” olarak yorumluyor; materyalist bir dünya kurmak istiyor, adına “ideal” diyor. Kiminin de aklına Eflâtun’un “idealar dünyası”ndan başka bir şey gelmiyor. Ezcümle; istisnalar her daim olmak kaydıyla, ekseriyet her kavramı kendi fikri, mizacı ve husûsiyetine göre anlıyor, hevâ ve hevesine göre târif ediyor, dolayısıyla büyük bir kavram kargaşası yaşanıyor. Bazı kavramlar ciltlere sığmayan eserlere mevzu olurken, bazı kelimeler kafaları bulandırmaktan başka bir şeye yaramıyor.

O hâlde, zarurete binâen, “ideal” kavramını ve bu çerçevede bazı “idealleri” mevzubahis edelim.

İDEAL KAVRAMI VE DÂVA ADAMI

İdeal: Sâdece düşüncede var olan… En kusursuz, güzel ve olgun örnek; mükemmel… Ulaşılmak istenen gaye; ülkü, mefkûre…

İdealizm: Fikir dışında objektif gerçeğin olamayacağını ileri süren felsefî doktrin… Maddî âlemden başka bir de mânevî âlemin var olduğunu kabul eden, varlığı fikre dayandıran; mücerret fikircilik… Fikircilik, mefkûrecilik, ülkücülük; bir ideale, dâvaya, ülküye bağlanarak, onu hâkim kılmak için mücadele vermek…

Gaye: Maksat, hedef. Netice…

Tam burada İBDA Mimarı’na dikkat kesilelim; “Başyücelik Devleti” adlı eserinin takdiminden okuyoruz:

– “İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen bir fikrin belirttiği hasret, iştiyak, hayâl ve plândır; ve eğer ideolocya bir beyin ise, ideal de bir kalbdir… Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet plânında ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır… Her ideal bir gayedir; fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez.”

Bu çerçevede; “ideal” dediğimiz, ülkü-mefkûre iştiyakını haiz olmayı da gerektiriyor, dolayısıyla, akıldan başka rehber, bilimden başka mürşid tanımayan çevrelerın harcı olmasa gerektir “ideal”. Zira insan aklı sınırlı. Bilim ise, tecrübe-deney alanına tâbi olan madde yahut enerji çerçevesinde –mutlak kesinlikte olmamakla beraber- bir hüküm verme sahası. Üstelik, “aklî” olarak vasatın üzerinde olan fertler tarafından araştırma ve deney neticesinde eşyayı ve kısmî olarak hâdiseleri tahlil etmek için bir “vâsıta” olan bilim, insanlığa hiçbir zaman mânevî değerler sunmamış, ancak, bir taraftan fikrî-mânevî değerlerin şemsiyesi altında bazı hakikatlerin ifadecisi olurken, diğer taraftan da materyalist ideolojilerin şemsiyesi altında bazı hakikatlerin inkârcısı olmuştur…

İlk çağ felsefecilerinden, “hümanizm” rüzgarının estiği dönemlerdeki natüralist-materyalist ideolojilerin her birisinin, kendi fikir ve mizaç husûsiyetleri çerçevesinde ürettikleri kanaatleri bir “değerler levhası” hâlinde sunarak bir “ideal” olarak tâbir etmeleri de bir hakikat. Madem ki böyle tâbir etmişler, onların “ideal” tâbir ettikleri “değerler levhası”na kaba bir şekilde mukabelede bulunmak abes. Meselâ Eflâtun’un idealar dünyası; “görünen dünyanın ötesinde daha mükemmel bir dünya-hayat var!” hayâlinden mülhemdir. Hâlbuki Eflâtun bu hayâlini İlâhî bir “din”in bildirdiği bir hakikat olarak ifade edebilseydi, iman ehli nazarında gerçek bir idealist olarak görülürdü. Zira, Üstad’ın târifinden anladığımıza göre, hakiki bir “ideal”, İlâhî bir “din”den; din’in bildirdiği “değerler levhası”ndan ilhâm almak zorundadır.

Hakiki fikir, gayeye ulaşmak için sâdece bir araç mevkîinde değil, aynı zamanda bütün çağları peşinden sürükleyen bir “ideal”dir.

İçtimaî âsâyişin berkemâl veya târümar olduğu bütün cemiyetlerde “ideal toplum inşa edebilme” ve sonsuz bir hayat iştiyakıyla kavrulmuş olan insanlık, bu gayesini “toprak seviyeli” olarak hiçbir zaman gerçekleştirememiş, fakat umutlarını da hiçbir zaman yitirmemiştir. Misâlen, İslâmın fetihleri karşısında sürekli gerileyen Hıristiyan Avrupa’da inançlılar, karanlık katedrallerde dualar mırıldanarak “gökyüzü krallığı!” veya “kaybolan cennet!” gibi iştiyaklarla acılarını dindirmeye çalışmış; Hindistan’da ise, binlerce “kast”dan müteşekkil olan cemiyet içerisinde, insan yerine dahi konmayan “parya” kast’ı dahil olmak üzere yüzlerce kast, “reenkarnasyon; ruh göçü; ruhun bir başka bedende yeniden hayat bulması!” hayâliyle, yüzyıllarca bu “kast sistemi”ne başkaldırmadan tahammül etmiştir.

“Semâ merkezli” olarak ise, bütün Peygamberler insanlığın acılarına merhem olduğu gibi, bu umutları bizzat yeşertmişlerdir: Kimi Peygamberler hem dünya hem âhiret, bazıları da dar bir cemiyet fakat âhiret mutlak… Zülkarneyn, Davud ve Süleyman Peygamberler gibi, İki Cihan Sultanı Efendimiz (a.s.v.), bu toplumu devlet çapında inşa ederek, insanlığın hakiki temsilcisi ve sonsuz hayat iştiyakının müjdecisi olmuştur. İrfan Sultanı’nın kaleminden meâlen nakledersek; “O, insanoğlunun yenilikte ve ilerilikte kemâl ufkudur; sahabeler kadrosu da, ideal ve örnek, en ileri toplum…” olarak, kendinden önceki çağların şahidi ve hakemi olma liyâkatına ermenin mükâfatıyla birlikte, bir hâkim edâsıyla kendinden sonraki çağları peşinden sürükleyerek, ebediyete doğru akmaktadır.

CEMİYETİ İDEALİZE ETMEK İSTEYEN BAZI KAVİMLER, DİN VE İDEOLOJİLER

Her milletin ahlâkî, siyasî ve iktisadî kanaatleri, ferdî ve içtimaî hayat biçimleri, ya dininden yahut felsefî veya ideolojik doktrinlerinden zuhur etmiştir. Hâsılı, en ibtidaî kavimlerin; helâk edilen Ad ve Semud kavminin, Eyke ve Mütefika ahâlisinin vb. dahi gerçekleştirmek istedikleri bir mefkûreleri vardır. Meselâ Yemen’in Aden Sahrasında inşa edilen İrem şehri bir mefkûre; bir “ideali” gerçekleştirmek için inşa edilmiştir. Hükümdar Şeddat; “Ben, cennetin benzerini elbette bina edeceğim!” diyerek İrem şehrini yakut, altun, gümüş vb. kıymetli taşlarla, üç yüz yılda tamamlatmıştır. (İrem şehri, “seslerin şiddetiyle” helâk edildi.)

En eski yerleşim birimlerinden biri olan Mısır’da Kıpti’ler, 3000 yıl kadar hüküm sürmüştür. Kıptî’lerden günümüze kalan en meşhur eser “Piramit”lerdir. Bunun yanısıra Firavunların mezarları âdeta bir sarayı andırır. Yerin altında bir hayat olduğuna inanan Kıptî’ler, ölülerini sahib oldukları eşyalarla birlikte gömer, hattâ Firavunlar mumyalanır, kadınları ve köleleri diri, her türlü levâzımatı yeni ve tâze olarak Firavun’un mezarına indirirlerdi. Çünkü, Kıptî inancına göre Firavun “Râ”dır; Tanrı’dır; Tanrı’nın yeryüzündeki soyudur. Mısır’da 3000 yıl boyunca Kıptîleri “idealize” eden bu soydur; bu soyun inanç ve hayat tarzıdır.

Onlarca medeniyete beşiklik etmiş olan Mezopotamya’da ise, âdeta bütün insanlığın “ideali” gömülüdür: Bâtıl kutubta, bin yıl yaşadıktan sonra “Tanrı”lık taslamış, fakat bir sineğin musallat olmasıyla ölümü kendisinden savamamış olan Nemrut’lardan, cihanı pençesiyle inleten Buhtunnasar’lara kadar, Hakk kutubta ise Peygamberler atası İbrahim’den (a.s.), Cihan Hükümdarı Süleyman (a.s) gibi “Mihrak Şahsiyetler”e kadar nice ehl-i iman, dâvaları bâki, bedenleri bu topraklarda medfundur.

Süleyman Peygamber’in dâvasına ihanet eden Yahudilerin “ideali” ise Siyonizm’dir. Yeruşalim’de (bugünkü Kudüs) bir tepenin adı olan “Siyon”, mecazî anlamda “Tanrı’nın konutu, Tanrı’nın halkı” demektir, Kutsal Kent, Ariel diye de tâbir edilir. Siyonizm; Arz-ı Mev’ud; vaad edilmiş topraklarda, yâni iki nehir (Fırat ve Dicle) arası Mezopotamya’da bütün Yahudileri biraraya getirerek, “Siyon Dağı” üzerine meşhur “Süleyman Mâbedi”ni yeniden inşa ettikten sonra “Davud’un Krallığı”nı ilân ederek buradan bütün milletleri tahakküm altında alma gayesi güder. Hâsılı Siyonizm; Yahudi Cihan Hâkimiyeti “ideali”nin ifade edildiği bir kavramdır.

Tahrif edilmiş muhtevasıyla, Yeryüzü Krallığı’ndan değil de “Gökyüzü Krallığı”ndan bahseden “İncil”e rağmen Hıristiyan topluluk, “İznik Konsili” ile “devlet olmanın” imtiyazını elde etmiş, daha sonra Katolik Kilise’nin hükümranlığında halka hükmetmiş, hattâ, “aforoz etme” tehdidiyle Krallara bile baş eğdirttiği dönemler yaşamıştır. Bununla birlikte Hıristiyan topluluklar, Kilisenin Papazları tarafından Cennetten (!) satılan arsalar, Engizisyon mahkemeleri ve Haçlı seferleri ile “idealize” edilmiştir. Tâ ki, 1789 Fransız Devrimi’ne kadar.

Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa için ufukta beliren yeni “ideal”, revize edilen Eski Yunan aklı ve Roma Nizamı’na paralel olarak, seküler anlayışlara yataklık eden Hıristiyan ahlâkının terkibiyle inşa edilen Parlamenter Demokrasi Rejimidir. Bu dildâne ile Avrupa, on yedinci yüzyılda İngiltere’de “Liberalizm” adı altında kanat çırparken, 1783 yılında tam bağımsızlığını ilân eden ABD ile birlikte bütün milletleri “idealize” etmek istemiştir. Liberalizm, yâni “dinî özgürlükler, insan hakları, barış ve hoşgörü” gibi mefhumların peçesine sığınan Hıristiyan Avrupa, diğer taraftan, kendinden olmayan milletlerin üzerinde emperyalist emellerini bu “ideal” ile gerçekleştirmiştir. Netice; Kızılderililerin hür bir şekilde yaşadıkları topraklarını işgal etmişler, insanlarını hunharca katletmişler, kara derili insanları ise “beyaz adam”a köle yapmışlar, diğer taraftan Patani’den Afganistan’a, Eritre’den Irak’a kadar nice mazlum milletlerin topraklarını işgal etmişlerdir. Hâsılı, barbar Batılıların -bütün kültürleri tahrib etme, bütün insanları katletme pahasına da olsa- milletleri tahakküm altına alma mefkûreleri (!) apaçıktır.

Bu arada, Avrupa’da Renan’ın “Hümanizm”inden Comte’un “Pozitivist Kilisesi”ne, Nietzsche’nin “Üstün İnsan-Ubermen”inden Freud’un “Libido Nazariyesi”ne kadar türlü türlü ideolojiler türemiş, her biri insanlığa “ideal” olarak takdim edilmiştir. Meselâ Renan’a göre Hümanizm; gizli remzleri, tapınakları ve rahibleri bulunmayan, yâni seküler-arz merkezli; özgür akıldan başka kılavuz tanımayan “ilim”, insanlığı yüksek ufukta kanatlandıracak biricik “ideal”dir.

Aynı şekilde, Stirner’in “İnsan biriciktir” felsefesinden mülhem olarak Tanrı dahil bütün otoritelere “isyan bayrağı” açarak tüm insanlara “özgürlük” vaaden Godwin, Bakunin gibi Anarşistlerin devlet’i ortadan kaldırma teşebbüslerinin referansı, (bir zamanların ketum anarşisti) Tolstoy’un tâbiriyle; “en iyi ideal anarşidir” sloganından mülhemdir. Marks ve Engels ise; sosyalizm ve komünizmin nihâî neticesi olarak devletin ortadan kaldırılmasını taleb etmekle birlikte, geçiş döneminde bir proletarya diktatörlüğü ile devletin yönetilmesi gerektiğini dikte ederek anarşistleri dahi fikir mihrakları etrafında “idealize” etmeye bakmışlardır. Şakirtleri Lenin, Stalin ve Mao gibi komünist liderlerin ise, “sınırsız ve sınıfsız proletarya diktatörlüğü” döviziyle milyonlarca insanı katlederek gerçekleştirdikleri “devrim” ve sonrasında halklarını “idealize” ettikleri bir vâkıadır… Faşist diktatör Mussolini, İtalya’yı “Yeni Roma İmparatorluğu” hayâliyle “idealize” etmiş, Führer Hitler de “Nasyonal Sosyalizm (Nazizm)” hareketinin temel prensiblerinden birisi olan “Âri Irk” projesi ve “Alman Cihan Hâkimiyeti” sevdâsıyla halkını “idealize” etmiştir. Netice itibarıyla her iki diktatörün icraatı da aynen komünist diktatörlerin icraatı gibi, milyonlarca cana mâl olmuştur.

Farslar’ın Zerdüşt, Hürmüz ve Ehrimen’i, Hindliler’in Brahma ve Şiva’sı, Çinliler’in Konfüçyus ve Tao’su, Japonlar’ın Mikado’su, Kızılderililer’in Büyük Ruh, Ulu Manitu’su, câhiliyye Arablarının Lât ve Uzza’sı, bazı eski Türk kabilelerinin Şaman-Kâm’ları, ilkel kavimlerin canlı veya cansız, görünür veya görünmez çeşitli varlık ve şekilleri gibi, hepsinin Senem-Putları veya putlaştırılan insanları ilâh adderek, kendi zamanları içerisinde toplumlarını “idealize” etmeleri de tarihi bir gerçek.

Bilindiği gibi, Endülüs İslâm Medeniyeti, 1490 yıllarını müteakib Haçlı Orduları Komutanı ve İspanya Kralı Fernando tarafından tarihe gömülen bir medeniyettir. Aynı biçimde, en son kırıntılarına kadar yağmalanarak bugünkü Batı Medeniyetini inkişaf ettiren bir medeniyet. Kolomb’un 1492 yılında Amerika Kıtasını işgali ile Batı cebhesinde kasırga gibi esen Batı medeniyeti, o tarihten itibaren Doğu cebhesinde de “Oryantalizm-Doğubilim” -Cemil Meriç’in tâbiriyle “Sömürgeciliğin Keşif Kolu” ile- Doğulu milletlere tahakküm etmiştir. Bugün, Batı’yı diğer milletlerin üzerine hâkim kılan en kayda değer hâdiselerden birisi, Oryantalizmin fetihleridir: Öyle ki, güya oryantalistler Doğu’ya seyahat yapmasalardı, Doğu muhteşem ve gözalıcı tarafıyla dahi hiçbir zaman kendini takdim edemeyecekti. Doğulular, “miskin ve donuk”tular, dolayısıyla Doğu, Batının takdimine muhtaçtı.

Zencisinden Çinlisine kadar bütün ırkları iğdiş eden, Budizminden Caynizmine kadar bütün dinleri asimile eden, edemediğini de -İslâm dini- “ılımlı”laştırmaya çalışan, hattâ buradakine “Yoga” öte taraftakine de “İbrahimî din-ler” (!) dağıtan Batı’nın, bütün insanlığı harab ettiği son argümanı “Post-Modernizm”dir. Ve maalesef bugün, bütün milletleri “idealize” etmek isteyen Batı’dır, Batı düşüncesidir, Batı düşünce ufukları altında kanat çırpan yerli işbirlikçi anlayışlardır. Ancak, devlet olmanın “izzet ve şerefi”nden mahrum olan, fakat “kendi” kalabilmek için “kökler”ine inmek gerektiğini idrak eden fikir soyluları hâriç.

Ezcümle; idrak ehlinin mihrak şahsiyeti olan İrfan Sultanı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun meâlen ifâdesiyle; dünyada idealize edilecek ve gösterilebilecek bir sistem mevcut değildir; fert ve cemiyetlere “idealize” edilecek BÜYÜK DOĞU-İBDA fikriyat-külliyatı ve rehberliği müstesnâ.

ŞAHSİYET VE REMZ ŞAHSİYET

Şahsiyet: Ferdin kendine has görünüş, düşünüş ve davranışlarının tamamı; şahsî varlık, kişilik, personalite. Değerli, kabul gören kimse… Sanatkârın eserine yansıyan kendine has husûsiyeti…

Karakter: Bir kişi veya topluluğun ayırıcı mânevî vasıflarının tamamı, seciye; huy, tabiat, ahlâk düzeni… Bir eserde rol oynanan kişi…  Bilvesile:

– “Karakter, fert açısından görünen bir ahlâk düzenidir. Karakter sahibi insanlar mensup oldukları topluluğun şuurudurlar.” (Salih Mirzabeyoğlu)

Çeşitli kabile, kavim, cemiyet ve milletlere mensub olan fertler, mensub oldukları toplulukların mânevi vasıflarını (az veya çok) taşımakla beraber, her fert mensub olduğu topluluğun diğer fertlerinden ayrı olarak bir şahsiyettir. Yâni fert, “kaval dinleyen sürü” değil, şahsî mizaç ve husûsiyet olarak diğer fertlerden bir bakıma ayrılan veya “bir alanda” diğer fertlerden ileri olandır.

Cemiyet ise, her biri bir diğerinden farklı şahsiyetleri bulunan fertlerin “birlik” olmasından teşekkül etmiştir. Bugün, “kitle” tâbir edilen insan cemiyetleri, toplum mühendislerinin tâbir ettikleri gibi “sokaktaki adam” yahut “sürü” değildir, fakat hâkim zümreler tarafından daha kolay güdülmek için “sürü”leştirilmekte, yâni şahsiyetsizleştirilmektedir.

Meramımızı yerinden işaretlersek; insan haysiyetini zedeleyici bütün edâ ve tavırlara, bütün düşüncelere karşı mücadele veren Üstad Necib Fazıl’ın “Büyük Doğu” dâvasındaki dokuz umdeden birisi de, “ideal” bir cemiyet inşa etmenin temeli olan “Şahsiyetçilik”tir. Ki, Üstad’a göre; “cemiyeti temsil hakkı, bu en üstün şahsiyetlerindir.” Şahsiyeti; “Her insanda bütün etkilere rağmen kaybolmayan bir şey vardır ki, şahsiyet odur.” şeklinde târif eden Üstad; “Şahsiyet bir şey olmaktır…” der. Bu çerçevede İrfan Sultanı; “İnsan “şahsiyet” olarak hem başkasındadır, hem başkasından farklıdır. Başkası olmadan kendini bulamaz, başkasından farklı olmadan da kendi olamaz.” dedikten sonra daha neler ve neler der ki; fert, “sürü”den biri olarak telâkki edilemez. Fert, İrfan Sultanı’nın “Şahsiyetler Topluluğu” diye tâbir ettiği cemiyette bir âzâdır; belli bir katkısı bulunan bir iştirakçidir.

Seciye ile karakterin de kastedilmesine nazaran; “Seciye; zaman ve mekân bakımından belirli şartlar altında kazanılan husûsî özellikler” olarak da târif edilir. Şahsiyet ve Karakter arasındaki ince nüans farkına binâen, ferdin karakteri, içinde yaşanılan cemiyetin şartları dolayısıyla dumura uğrayabildiği gibi, yine cemiyet şartları dolayısıyla zirveye çıkabilir. Daha da önemlisi, bazı fertlere bu “seciye”, İlâhî bir lûtuf olarak bahşedilebilir. İşte bu “zirve şahsiyet”ler, Mütefekkir’in dediği gibi; “topluluğun şuuru” olurlar.

Günümüzde fertlerin, hattâ cemiyetlerin karakterleri süratli bir şekilde değişiyor; hâkim zümreler ve baskı grubları tarafından değiştirilmek isteniyor; fert ve cemiyetler kötüye, çirkine ve yanlışa sevkediliyor, dolayısıyla alelâde insanlar ahlâk ve âdaba aykırı olan fiillerini “insan hak ve özgürlükleri” adı altında cemiyete “şirin” gösterme sevdâsına düşüyor. Bu “bireyler”, yabancı ve yabancılaşan adamlar ve başta bir kısım medya olmak üzere bazı kurum ve müesseseler tarafından destekleniyor; “bu ülke”nin asıl sahiblerinin değerlerini ayaklar altına aldıkları hâlde alkışlanıyorlar.

Şahsiyet ve karakter fertte teşekkül ettiğine göre fert ne, nasıl olmalı?

Her ferdin kendine has mizaç ve özelliklerini; söz, tavır, düşünce ve fiillerini bir bir işaretlemeye çalışmak neticede şuna denk gelir: Ferdin nasıl bir “keyfiyet”i olması gerektiğini, bütün fertleri bir bir inceledikten sonra, her ferdin üstün özelliklerini bir araya toplamak ve neticede; “ferdî keyfiyet böyle olmalı!” demek; abes. O hâlde ne yapacağız? Kısaca, külliyattan işaretleyelim.

İrfan Sultanı Salih Mirzabeyoğlu, “İnsan keyfiyetinin hakikati ancak ferdî oluşlarda aranabilir” dedikten sonra, “topluluk keyfiyetinin de ancak ferdin hakikatinde toplu” olduğunu söyler. Ancak Mütefekkir’in nazarında bu fert, alelâde bir fert değil, “Remz Şahsiyet”tir ki, O; “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber”dir. Bütün insan hakikatinin kendisinde mevcut olduğu, bütün insanların örnek alacağı ve kendisine tâbi olacağı “Hakikat-ı Ferdiyye” O’dur. Bu hakikate binâen “ferdî keyfiyet” ancak, O Nur’un vesâyet ve nezâreti altında ve O Nura vâris olan şahsiyetlerin kanatları altında kazanılabilir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi “ideal fert ve cemiyet” ancak “mihrak şahsiyet” yahut “remz şahsiyet” diye tâbir edilen kâmil insanların nezâretinde vücuda getirilebilir. Bu “Remz Şahsiyet”, her ân acılarla kıvranmasına rağmen yarasını dağlayan, her ân fikir çilesiyle hemhâl olarak daima bülûğ ıstırabı çeken ve her türlü tenakuzu şahsiyetinden defeden ve aynı zamanda cemiyete “içtimaî şuur” aşılayıp mahzun gönüllerde taht kuran bir Fâtih’tir, bir İrfan Sultanı’dır, bir Mâna Kahramanı’dır. Nasıl ki bir mimar projeyi çizer; ustasıyla, kalfasıyla, çırağıyla; duvarcısı, sıvacısı, boyacısı, marangozuyla diğerleri bu projenin tamamlanmasını mimar nezâretinde çalışarak gerçekleştirirse, cemiyet de âmiriyle, âlimiyle, hâkimiyle, hocasıyla, talebesiyle, avamıyla, diğer fertlerin her birisinin görevlerini toplum mimarı olan “Remz Şahsiyet” nezâretinde ifâ etmesi neticesinde sevk ve idare edilir. Hâsılı, doğrusuyla yanlışıyla, iyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle bütün buluş ve oluşların, bütün kültür ve medeniyetlerin mimarları bu “Remz Şahsiyet”lerdir.

İrfan Sultanı hani; Bekri Mustafa da “remz şahsiyet”. Neyin? Kafa çekmenin! der ya meâlen…

FERDİYETÇİ VE ÖZGÜRLÜKÇÜ AKIMLAR

En ibtidaî zamanlardan Aydınlanma Çağı denilen Rönesans dönemini tâkib eden yıllara kadar cemiyet hâlinde yaşanan fertler, -bazı istisnalar hâriç- bir kişilik buhranı yaşamaz, bir “kimlik” sıkıntısı çekmezlerdi. Aksine, her fert mensub olduğu kabile-klan, millet ve bu içtimaî hayatın içerisinde varolan cemaat, meslek loncaları, kast vb. herhangi birisinin üyesi olarak doğar, yahut üyesi olur, böylece bir yere “azâ” olmanın aidiyeti içinde; din ve törelerin, hukukî müeyyidelerin, ilke ve prensiblerin gölgesinde hayatlarını idame ettirirlerdi. Ancak, kendi içlerinde yahut kendinden olmayanlarla da elbette bir çatışma hâlinde, bir hâkimiyet mücadelesi içerisindeydiler.

Mısır yahut Hind, Yunan yahut Roma, Fars yahut Turan gibi kavimlerin hepsi, bazen bir kasırga gibi şaha kalkan cins atlar üzerinde, düşmanın kanına susamış şövalyelerle akından akına, fetihten fetihe koşar, bazen de bu gayeyle üzerlerine gelen düşman karşısında müdâfaada bulunurlardı. Yâni bu toplumlar bir nevî askerî-siyasî toplumdu. Bireyler bu topluluktan olmaya ve liderlerinin emrine âmade olarak, vatan-millet ve din adına kendilerini fedâ etmeye hazırdılar. Yalnız, bu “fedâ”yı; “Birçok canlı her ân, tabiat tarafından başka canlılar uğruna fedâ ediliyor”, dolayısıyla “… birçok ferdin fedâ edilmesi lâzım!” diyen “Öjenizm” akımıyla karıştırmamak gerekir.

Diğer taraftan Eski Yunan ve Roma’da “asil”ler, tarla-sapan yahut demirci-bakırcı gibi işlerde çalışmaz, bu işleri köle ve serfler yapardı. Asilzâdeler ise fikrî çıtalarını yükseltmek için “akademya”larda filozofları dinler, sofistler gibi birbirleriyle münâzaralarda bulunur, savaş ve devlet yönetme sanatında ustalaşmak için çaba harcarlardı. Bunun yanısıra, arenalarda arslanlara parçalatılan köleleri ve “gladyatör savaşları”nı büyük bir zevkle izler, akşam vakitlerinden sabahlara kadar da içki-çalgı âlemleriyle vakit geçirirlerdi…

Ve daha neler ki, ferdiyetçiliğin tek başına bir “ideolojik kimliğe” bürünmesine, ekseriyeti “köle ve serf” olan Batı toplum tarihinden başlamak gerek. Kısaca şöyle ki; onsekizinci yüzyılın başına kadar Batı’da “sürü” tâbir edilen ferdin hakkı ve hürriyeti yoktu; “hürriyet”, sâdece kilise ve aristokrat sınıfın imtiyazıydı. Roma Sezarlarından, Bizans Kayzerlerine kadar Kral, Derebey ve Şövalyelere ilâveten Katolik Kilisesinin Papaz ve Rahiplerine şahsiyetleri fedâ edilen toplum, -“topluluğun şuuru” olan bazı fertler sayesinde- nihâyet bunların “hâkim sınıf” olduğunu kabul etmekle beraber, alelâde bir fert olduğunu yahut kendilerinin de onlar gibi olabileceğini idrak eder ve “Rönesans”tan sonra ufukta, “bireyselcilik” diye bir isyan bayrağı dalgalandırır. Bu bayrağın altında da onlarca ideoloji üretilir.

Kısaca “Ferdiyetçilik”; ferdin üstün değer olduğunu kabul eden doktrindir. G. Tarde ise sosyal olayların son izahının bireyde bulunduğu teziyle Durkheim’in sosyolojisine karşı bu akıma “psikolojizm” adını vermiştir. “Tek Bencilik” akımı ise; “Ben”den başka bir şey olmadığını iddiaya kadar gitmiştir…

Demokratik Cumhuriyet ve Liberal Demokrasi tâbirleri hakkında bir sürü târif bir tarafa; demokrasi, “halkın kendi kendini yönetmesi” veya “yöneticiyi seçmesi” şeklinde târif edilir. Dolayısıyla bu rejim, ferdin de bazı hakları olduğunu ve buna riayet edilmesi gerektiğini söyler, o kadar. Yâni bu rejim, ideolojik mâhiyette “ferdiyetçi” değildir. Ancak, Liberâlizmin ilkesinde “keyfî otoriteyi red ve ferdî özgürlük” temel düsturdur. Zaman içerisinde Liberal düşünce sâdece iktisat’la sınırlandırılmıştır…

Batıda “bireyselcilik”in mihrak şahsiyetlerinden birisi Stirner’dir. Stirner’e göre “birey biriciktir, bir partinin üyesi değildir.” Yâni, bireyin her türlü özgürlük iradesinin bir parti yahut bir din veya ideoloji tarafından bloke edilemeyeceğini söyleyen Stirner, “tam bir egoist” olmayı kabul eden bireylerin “kendiliğinden birlik” olabilecekleri fikrine de hayır demez…

Fransız devriminden sonra “bireyselcilik”i âdeta sosyal bir ideoloji hâline getiren “Anarşizm”dir. Anarşizmi ideolojik bir doktrin hâline getirenler ise İngiliz Winstanley ve Godwin’dır. Rusya’da Kropotkin, Bakunin ve Tolstoy, Fransa’da Proudhon, İspanya’da Sebastien Faure gibi şahsiyetler ise Anarşizmin hem teorisyenleri, hem de kavî ve ketum birer pratisyenidirler.

Anarşizm nedir? Meselâ Hales’e göre Anarşizm; “bireycilik anlamına gelir ve bireycilik toplumun var olan biçiminin, yıkmak istediğimiz biçiminin temelidir. Anarşizm kolektivizmle uyuşmaz.” Yâni Kilise Din’in, Demokrasi halkın, Tiran keyfiliğinin egemenliği için nasıl mücadele ediyorsa, Anarşizm de “kişinin egemenliği” için mücadele eder. Proudhon’un daha açık bir ifadesiyle Anarşizm; “bir efendinin, bir hükümdarın olmadığı bir toplum biçimidir.” Sebastien’e göre; “Her kim ki otoriteyi yadsır ve ona karşı savaşırsa, o bir anarşisttir.” Fakat Anarşist, dar anlamda nihilist değildir.

Yâni ne “nihilizm dalgasının yükseldiğini görüyorum!” diyen Nihilist Filozof Nietzsche, ne “birey kalkınca, ortada topluluk diye bir şey nasıl kalır?” diyen Durkheim ve ne de Proletaryayı “ferdi şahsiyet” olarak değil, “bir yığın” olarak gören ve “herkesten kabiliyetine göre almak, herkese ihtiyacına göre vermek” gibi bir teori sahibi olan Marks da, Anarşizmin târif ettiği mânada “bireyselci” değildir…

Naturalist Henry David Thoreau’nun “Sivil İtaatsizlik” tezinde esas fikrin “fertlerin devlet için değil, devletin fertler için varolması” olması ve teorisyenlerin “yasayı çiğneyin!” şeklindeki sloganları yahut Gandhi’nin “en güçlünün silahı” olarak tâbir ettiği Satyagraha’sı, her ne kadar “sivil hareket” olsa, yahut ferdî hakların müdafaasını ihtiva etse de, ideolojik mâhiyette bir “ferdiyetçilik” akımı değildir…

Batı’nın Fâtih’i, Doğu’nun belâsı olan Oryantalistlerin nazarında ise üç tip insan vardır: “Vahşiler, yâni Afrikalı’lar; kara, soğuk ve ilgisiz, Asyalı’lar; sarı, melankolik ve katı, Avrupalı’lar; öfkeli, medeni ve dürüst.” Oryantalistlerin ve Sömürge Vâlilerinin ekseriyeti “bireysel hak ve özgürlük”ten bahseder ve bütün insanlığa “adâlet ve ideal” dağıtmanın sâdece kendilerine has bir keyfiyet olduğunu iddia ederler. Koskoca Amerika kıtasını kana boğmalarına, koskoca Afrika kıtasının kara derili insanlarını prangalara vurarak mitralyözlerle kana boğdukları topraklara taşımalarına rağmen. Hattâ, “barış ve demokrasi” adı altında nice vatanları işgal edip, “ya onlardansınız ya bizden!”vâri tehditlerle bütün milletlerin oluk oluk akıttıkları “kan”ına rağmen…

Kitle psikolojisi üzerine kafa yoran, eser veren fikir adamlarına göre zaten; “kitle psikolojisi” mefhumu ferdî karakteri siler, atar. Teorisyenlere göre “Kitle içinde fert, ayrıntıyı kavramaktan âciz, ilkel bir yaratığa benzer”. Dolayısıyla kitle yahut kollektif şuurla hareket eden fertte “aklî yetenekler ve kişilik” silinir.

Madem ki Modern çağın belâsı kitle, o hâlde gelsin Post-Modernizm.

Kendinden önceki bütün din ve ideolojilere meydan okuyan Post-Modernizm, yirminci yüzyılın sonlarına doğru insanlığı idealize etmek isteyen “bireyselci” bir ekoldür. Habermas’a göre; “Bütün bireylerin gruplar tarafından temsil edildiği söylenemez ve edilenler de eksik bir biçimde temsil edilirler.” Hâlbuki “Post-modern bir çağda herkesin kendi kişisel deneyimine dayanan kendi hakikati vardır. Geriye kalan sadece bireysel kanı ve yurttaşı tecrit etmeye hizmet eden isimsiz, yabancılaştırıcı kitle siyasetidir.” Dolayısıyla Hıristiyanlıktan Marksizme, Budizmden Eflâtunculuğa, Faşizmden İslâma, Hümanizmden Pozitivizme kadar ilim-bilim ne varsa hepsinin insan hak ve özgürlüklerini kısıtladığını iddia eden Post-Modernizm, şimdiye kadar hiçbir çağda görülmemiş olan kütübhanesi, medyası, operası, şarkısı vesair birikimi ve en etkili haberleşme ağı olan interneti ile faşist, kömünist, hıristiyan, müslüman vesair takımdan veya o kılıklarla görülen bir kısım insanı da kadrosuna alan “bireyselci” bir akımdır; yeni çağın Anarşizmidir.

Dünyanın en güçlü devlet ve organizasyonlarına; askerî, sivil, siyasî ve kültürel örgütlerine sahib olan Batı medeniyeti, bu vâsıtalarla bir taraftan bütün milletlerin üzerine abanırken, diğer taraftan yeni çağın Anarşizmi olan Post-Modernizm ile bir din, kavim yahut bir ideolojiye mensub olan insanları, “evrensel” değil, “mahallî”siniz diyerek dışlamaktadır. Yâni Batı, “bireyselcilik; bireysel hak ve özgürlükler” adı altında fertleri, “azâ” oldukları din-millet, cemaat gibi “kökler”inden, dolayısıyla kimliğini bulacağı müesseselerden koparıp, bir başına sokağa atmaktadır. Bu tavrıyla Batı, sâdece diğer milletlerin insanlarının değil, kendi insanlarının da kanına girmekte, cemiyetleri toplu intihara sürüklemektedir. Ki, ruhî-mânevî değerleri hiçe sayan; ruhî-mânevî olarak intihar eden fert ve cemiyetlerin bedeni ha yaşamış ha yaşamamış; ne fark eder?

“Kökler”ini, kimliğini kaybeden fert artık “mutfakla helâ arası” gelip-gitmeyi gaye ve ideal (!) olarak telâkki eder ve “sürü” olur. Hâlbuki insan ferttir. Gayesi ise, “şahsiyetini muhafaza” ile birlikte cemiyet olarak terakki etmektir. Ötesi, “sonsuzluk iştiyakı” taşımaktır.

FERT GAYESİZ YAŞAYAMAZ

Her ferdin herhangi bir gaye ve ideal sahibi olmasında, doğup-büyüdüğü cemiyetin rolü önemlidir. Çünkü, ferdin içinde bulunduğu cemiyetteki içtimaî hâdiseler, -cemiyete göre- ya din vesâyetinde yahut çeşitli doktrinler vesâyetinde cereyan eder. Bu cereyan ediş bazen cemiyetin inkişafı bazen de izmihlâli şeklinde neticelenebilir. Aynı şekilde bir cemiyette çeşitli din ve doktrinler seslendirilebildiği gibi, kültürlerin bir “içiçe geçmişliği” de sözkonusu olabilir. Böyle cemiyetlerde içtimaî hayat ve hâdiseler gayet normal de olabilir, bir karmakarışıklık da arzedebilir. Diğer bir ifadeyle, cemiyeti yöneten hâkim, otoritesini bütün grublar üzerinde sağlayarak içtimaî bir âsâyiş de temin edebilir, yahut hâkimin muktedirsizliğinden doğan otorite boşluğu düzeni alt-üst de edebilir. Bütün bunlar ferdin ideal ve gaye sahibi olmasında rol oynar, zira her fert bir taraftan kendi hayatını yaşarken, diğer taraftan cemiyet hayatına iştirak edicidir.

Diğer taraftan, hangi fert olursa olsun, fikrî ve siyasî faaliyetlerden tutun da global ve “hobi” tâbir edilen sinema, futbol vesair faaliyetlere yahut dernek, parti, cemaat vesair herhangi birisine bizzat iştirakçi olarak katılarak, “gaye ve ideal” sahibi olabilir.

Tarihçi ve içtimaîyatçıların araştırmalarına göre, neredeyse ondokuzuncu yüzyılın başlarına kadar her milletin kendine has ve husûsî bir karakteri, bir gaye ve ideali vardı. Her milletin gaye ve ideali, ahlâkı ve içtimaî hayatı, mensub olduğu din ve vesâyetindeki örfler nezâretinde devam ediyordu. Fert ve cemiyetler kendilerini “Millet” yapan bu “gaye ve ideal” için her ân kendilerini fedâ etmeye hazırdılar. Her milletin müşterek değerleri ve kurdukları nizam, fertlerin şuurlu bir şekilde “idealize” edilmesini sağlıyordu. Kısaca, “gaye ve idealin ne?” diye sorulan her fert, bu soruya ancak sözkonusu müşterek “kıymetler” çerçevesinde cevab veriyordu.

Bu “kıymetler” tablosu ister monarşik, ister demokratik ve isterse faşist veya komünist olsun, her devlet nizamının vazgeçilmezidir. Totemci kabilelerde “senem-put”, Monarşide “buyruklar”, demokraside “vasat insan”, komünizmde “emek-proletarya”, faşizmde “devlet”, anarşizmde “bireysel haklar” vesair, her topluluk bağlı bulunduğu “kıymetler tablosu”nu vatandaşlarına; “gaye ve ideal bu!” diye takdim eder.

Bu çerçevede, “İlâ-yı Kelimetullah ve Nizâm-ı Âlem” gayesi güden İslâm cemiyetinde doğan her çocuk “insan fıtratı” üzerine yetiştirildiği için, cemiyetin hiçbir ferdi ne “kimlik” bunalımı çekmiş ne de “gaye”siz bir şekilde yaşamıştır. İslâm cemiyetlerinde bu hâl, yâni “kimlik” bunalımı ve “gaye”sizlik, 1683 mahut Viyana bozgunundan sonra başlamış, Osmanlı medeniyeti ile Batı medeniyetini uzlaştırmaya çalışan Tanzimat ile devlet kadrolarında gedikler açılmış, Osmanlıya kafa tutan II. Meşrûtiyet ile şaha kalkmış ve Osmanlıyı tepetaklak devirdikten sonra Batı medeniyetine entegre olan Cumhuriyet ile bir kasırga gibi esmiştir.

Günümüze, “post-modernizm” diye tâbir edilen olguya; her türlü “değerler levhası”nın terkedildiği ve eşcinsel ilişkiler dahil, alabildiğince “serbest yaşam” özgürlüğünün topluma empoze edildiği çağımıza gelirsek, bu empozeyi kabul etmeyen ve her türlü başkalaştırma ve yabancılaştırma akım ve akınlarının karşısında “kıymetler tablosu”yla bu hayasızlığa “set” oluşturan şahsiyetler müstesna, “modern” tâbir edilen birey, şahsiyetini hayvanî arzuları uğruna fedâ etmiştir. Dolayısıyla bu bireylerin “gaye ve ideal” (!) addettikleri şey de ortadadır. Şu da var ki, dibe vuran; en çürümüş cemiyetlerde en kâmil insanların zuhur etmesi de az vâki değildir. Dolayısıyla bu akışı tersine çevirerek her ferdi gaye ve ideal sahibi yapana kadar mücadele etmek ve “yeni dünya düzeni”ni kurmak, her ehl-i iman ve irfanın boynunun borcudur.

CEMİYET VE HÂKİMİYET

En basit mânasıyla cemiyet, fertlerin toplamıdır fakat bu “toplam” Müfefekkir’in ifadesiyle; kişilerden müteşekkil “sürü” veya “kalabalık” değildir. Cemiyet, birbirleriyle sürekli etkileşim hâlinde olan fertler tarafından meydana gelir. Bu etkileşim, maddî ve mânevî kıymetlerin alış-veriş ve miras-tevârüs gibi belli ölçüler içerisinde el değiştirmesi yahut intikâl etmesi şeklinde olabileceği gibi, gasp ve hırsızlık, tahakküm veya iknâ gibi; haksızlık, dayatma ve kabul şeklinde de olabilir. Bütün bunlar, insan cemiyetini hayvan topluluklarından-sürüsünden ayıran en önemli hususlardır.

Özellikle belirtmekte fayda var: İnsanların cemiyet hâlinde yaşamaları, sâdece “geçinme hususlarında birbiriyle yardımlaşmak ve nefislerini korumak için” değildir. Zira, bazı hayvan sürüleri, hattâ bazı vahşi-insan toplulukları da hem birbirleriyle yardımlaşmakta, hem de nefislerini korumak için birarada yaşamaktadırlar, fakat gelecek nesillere miras bırakacak, dolayısıyla onları inkişâf ettirecek hiçbir birikimleri olmadığı gibi, medeniyete hiçbir katkıları da yoktur. İnsan ise, “fıtrat üzere” medenî yaratılmıştır.

İçtimaî hayatın tezâhürü olan etkileşim sayesinde, en ibtidaî göçebe veya yerleşik kavimlerden, bir medeniyet inşa eden en mütekâmil kavimlere kadar her kavim, kendisinden sonra gelen nesillere bir miras bırakmıştır. Din ve vesâyetinde örf ve ahlâk, dil, kültür-sanat ve bunların sayesinde iktisadî, askerî ve siyasî vesair topyekûn müesseseler, insanı, hayvandan ayıran meziyetlerdir. Diğer taraftan her cemiyet, içtimaî hayatı sevk ve idare eden mânevi birikim ve müesseselerin kendi münevver ve hâkimleri vâsıtasıyla intikâl ettirilmesi ve yönetilmesine taraf olur. Ki, netice; “Cihan Hâkimiyeti”ne kadar gider.

En ibtidaî cemiyetlerden en medenî cemiyetlere kadar, içtimaî hayatın nizam ve intizam içerisinde devam etmesi ve modern tâbirle “globalleşme”si için, bazı fertler o “topluluğun şuuru” olurlar. Yâni cemiyet ve medeniyet ancak “topluluğun şuuru” olan bu “Remz şahsiyet”lerin, topluluğu bir gaye etrafında “idealize” ederek sevk ve idare etmesiyle gerçekleşir. Diğer taraftan, başka cemiyetlerde dehâ ve kabiliyetler, yeni bir buluş sahibi bilim adamları, siyaset ve savaş ustaları, hünerli zanaatkârlar, esnaf ve tâcirler vesaire, hepsini bu şahsiyetin nezâretindeki “ideal cemiyet” cezbeder ve bu şahsiyetlerin her biri bu ideal cemiyetin bir “azâ”sı olmak için vatanlarını bırakıp göç eder. İsterse bu medeniyetin harcı, mazlumların kanıyla karılmış olsun, farketmez. İkinci Dünya Savaşından sonra Amerika’ya “beyin göçü”, buna dair bir misâldir.

Daha genel bir ifadeyle, bütün cemiyetler -içtimaî hayat biçimlerine göre- siyasî bir idare tarafından sevk ve idare olunurlar. Toplumun diğer fertleri, bu siyasî idareye tâbi olmak zorundadır. Fertler bu siyasî idareden hoşnud değilse, yine herhangi ayırıcı vasfı olan bir şahsiyet vaya siyasî bir teşkilât etrafında örgütlenerek, hoşnut olmadıkları idarenin değişmesi için mücadele edebilir, idareyi değiştirebilirler de.

Ezcümle; bütün beşer cemiyetlerinde toplumun sevk ve idaresi, bir hâkim ve nezâretindeki âmirler tarafından yürütülür. Bu “yürütme”, ister belli hukukî müeyyideler ve isterse keyfîlik adı altında olsun, farketmez. Hâsılı, her cemiyet iyi veya kötü, zorba veya âdil idareciler tarafından yönetilir. Muğlak yahut mükemmel “Nizam” da, ancak bu şekilde temin edilebilir…

BATI CEMİYETİNDE TEKÂMÜL VE HÂKİMİYET

Yüzyıllar boyunca imtiyazlı sınıflar tarafından sevk ve idare edilen Batı toplumu, eşitsizlik ilkesi üzerine kurulmuş bir cemiyet olduğundan dolayı cemiyete hâkim olan sınıf ve zümreler ile bunlara tâbi olan diğer sınıf ve zümreler sürekli olarak birbirleriyle çatışmış, bazen bu çatışma ortamlarından yeni sınıf ve zümreler zuhur etmiştir. Oswald Spengler’e göre bu hâdise; “yeni bir toplumsal oluşum, “güç”ün bir biçim değiştirmesidir. Uygarlık bu biçim değişmesine uğramış “güç”ün bir birikmesinden başka bir şey değildir.”

Netice itibarıyla Batıda “dinî, feodal, endüstriyel, komün vb.” şeklinde bir sürü cemiyet tasnifi vardır ve her cemiyetin “esas”ını teşkil eden temel özellikler birbirinden farklıdır. Meselâ Dinî panteon veya Feodal esaslı tâbir edilen toplum savaş, yağma ve talana, Endüstri veya Kapitalist tâbir edilen toplum istihsal-üretme, pazarlama ve sömürü egemenliğine, Komünist toplum da sınıfsız cemiyet ve üretimin ihtiyaçlara göre dağıtılması plânına dayanır.

Sürekli çatışma hâlinde olan Batı toplumu, dinî panteon ve feodalite-derebeylikten aristokrasi (asil) ve en üst biçimi olan monarşi’ye (kral), daha sonra liberal-burjuvaziden demokrasiye geçiş yapmıştır. Putperest yahut Hıristiyan cemiyet ise, kurulan her yeni rejime entegre olmuştur. Batıda yaşayan Yahudiler ise, her ne kadar bu rejimlere “entegre” olmuş gözükse de, kendi içlerinde “Kitab-ı Mukaddes ve Talmud”a; “Kutsal Yasa”ya itaat esastır. Bu cemiyetlerden -sistem olarak- sâdece herhangi birisinin insanlığın mutluluk ve refahını sağladığını iddia eden fikir adamları olduğu gibi, insan tabiatına aykırı olduğunu iddia eden fikir adamları da vardır. Meselâ Voltaire’e göre, “demokrasi vasat insanın rejimidir”. Dolayısıyla bu idare “dâhi”ler için bir zindandır. Vasat insana verdiği yetki sebebiyle “demokrasinin insanlığı harap ettiğine kâni olan” Gobineau’ya göre ise, “cemiyette dört sınıf vardır. 1- Hayvanlar, 2- Aptallar, 3- Herifler, 4- Kral çocukları” Dolayısıyla Gobineau’ya göre en iyi yönetim biçimi “Aristokrasi-Monarşi”dir…

Rönesans’tan sonra Batıda açılan çığırın önü-ardı kesilmez, nice fikirler üflenir, nice yeni cemiyet projelerinin altına imza atılır. Bunlardan belli başlılarını kısaca işaretleyelim:

“Toplum geniş bir atölyedir. Sosyal gerçek, faaliyettir, üretimdir, kollektif emektir.” diyen Saint-Simon, D’ Eichthal’e göre “Dünya kilisesi”nin ilk müjdecisi, Katolik kilise ve Sezar’ın saltanatını yerle bir eden bir dehâ idi. Simon’un şakirdi Comte ise, üstadının aksine, toplumu “üreticiler ve asalaklar” diye iki sınıfa ayırıyor, toplumun organizesinin “Pozitif Papaz”lar nezâretinde yürütülmesini istiyordu. Comte’nin şakirdi Renan, insanlığın sâdece “akıl, ilim ve sanat ışığında tekâmül edeceği” iddiasıyla “hümanizm”i insanlığın dini olarak takdim etti ve müreffeh bir toplumun hümanizm ile kurulabileceğini savundu. Marks ise, her din, felsefe ve ideolojiyi “toplumu uyuşturan bir afyon”, insanlık tarihini de bir “sınıf savaşı” olarak değerlendirdi. “İnsan insanı üretir” diyen Marks’ın nazarında sâdece istihsal-üretimin paylaştırılması bir değer taşıyordu. Dolayısıyla, istihsalin, proletarya tarafından “herkesten yeteneklerine göre taleb edildiği ve herkese ihtiyaçlarına göre dağıtıldığı” ve nihâyet “devletin büsbütün söndüğü” toplum, müreffeh bir toplumdu. Malûm, Anarşizm, “hiçbir efendinin olmadığı bir toplum!” kastından mülhem.

Ve daha ne akımlar ki, her akım, teorisyen ve mensubları tarafından insanlığın umudu, karşı teorisyen ve mensubları tarafından da insanlığın izmihlâli olarak değerlendirildi. Nihâyet, bugüne hâkim olan Batı medeniyeti, “demokrasi” rejimiyle bir taraftan diğer ideolojileri (diyelim) bir bir yıkarken, diğer taraftan da yıktığı her ideolojiden bir fayda devşirerek bütün insanlığın sevk ve idaresi görevini üstlendi. Ayakta kalmak için direnen din yahut ideolojilerin bir kısmını ise bir taraftan varını-yoğunu harcıyarak yok etmek istediği gibi, diğer taraftan yok edemediği din ve ideolojileri “insan hak ve özgürlükleri, barış ve demokrasinin bekâsı” gibi idealler (!) adı altında, toplu katliam dahil her türlü yola başvurarak asimile etmek istedi, istiyor.

Kısaca, insanlığı idealize edebilecek “ilke ve prensibler”den mahrum olan Batı medeniyeti, nice cemiyetleri “özgürlük ve barış” vaadleri ile “sürü”leştirerek ele geçirdiği gibi, çağın yeni anarşizmi Post-Modernizm ile, “kendi” kalarak Batı medeniyetine kafa tutabilecek cemiyetleri de başkalaştırma sevdâsındadır.

BİR CEMİYET NASIL ‘KENDİ’ KALABİLİR

Bilindiği gibi cemiyet, “fertlerin toplamıdır.” Her cemiyet de, “maddî ve mânevî” kıymetlerin etrafında toplanır ve böylece “millet” meydana gelir. “Millet”, Müslümanlar içinse “Millet-Ümmet”; bir din’e mensub olanların tamamına denir. Osmanlı toplumunda bir kavme “millet” denmesi, ondokuzuncu asırdan itibaren yaygınlaşmıştır. Bazen “cemiyet” tâbirinden de “millet” kastedilir. Cemiyet veya millet; her ferdi birbirinden habersiz, birbirini sokakta tanıyan-tanımayan “sürü”den farklı olarak, “aynı din, dil, tarih ve an’ane (gelenek) iştirakları ve mânevî kıymetleri” ile birlik ve beraberlik belirten belli bir topluluktur. Bu çerçevede:

Her millet-cemiyet, diğer milletlerin kültür birikimlerinden daha ziyade, kendi kültür birikimlerine değer verir ve ecdattan gelen bu kültür birikimleriyle oluşturulan müesseseler sayesinde toplumlarını belli bir istikamette sevk ve idare ederler. Toplumu sevk ve idare eden “otorite” veya “hükûmet”ler, ecdattan intikâl eden ve “zamanın icabları” gerekçesiyle kökü mâzide olarak toplumun bağrından çıkan fikrî ve mânevî değerleri şayet tatbikten menederlerse, hattâ başka milletlerden aşırdıkları yeni şeyleri bünyeleştirmeksizin, getirisini götürüsünü tahlil etmeksizin yahut fikrî metabolizmasının sindirip sindiremeyeceğini hesaba katmaksızın toplumlarına dayatırlarsa, hem büyük bir huzursuzluğa ve hem de “ruhsuz ve köksüz” bir nesil oluşmasına sebebiyet verirler. Zira, her milletin gerçek kılavuzu, mensub olduğu “din, dil, tarih ve gelenekler”, yâni mâziden intikâl ve tevârüs eden değerlerdir. Bu değerlerine gereği gibi sahib çıkmayan her millet, sonunda ya yok olur yahut başka millet ve medeniyetlerin tahakkümü altına girer.

Biraz daha açarsak: Bir cemiyetin inkişaf etmesi yahut izmihlâle uğraması, bu değerlerin, ilke ve prensiblerinin sıhhati ve dolayısıyla cemiyeti sevk ve idare etmesindeki yeterliliği yahut çürümesi veya terkedilmesi ile alâkalıdır. Çürüyen veya çürüdüğü zannedilen değerlerin terkedilerek, yerine dışarıdan ithâl edilen değerlerin topluma dayatılması ise, bir toplumun izmihlâli ve bir başka toplumun tahakkümü ile neticelenir ki, birçok fikir adamına göre; “bir toplum için yararlı olan şey, bir başka topluma uygulanması imkânsız olan bir şey olabilir.” Ancak, burada “yararlı olan ne?” sorusunun cevabı mühimdir ki, bizim için belli. Yâni, -inancımız gereği- dışarıdan ithâl edilen değerler, şâyet, gerek tahakküm ve gerekse ikna yoluyla olsun, o toplumun bünyesi tarafından sindirilirse; bu değerler başkalaşarak, insanın yaratılış gayesini gözeten bir toplumun “öz değerleri” hâline getirilebilirse, o topluma bir “sonsuzluk iştiyakı” aşılarsa, artık o toplum “inkişâf” etmiş, inananların muradı gerçekleşmiş demektir.

Dünya, en ibtidaî çağlardan beri muhtelif cemiyetlerin maddî ve mânevî değerlerinin birbirleriyle kapışmasına sahne olmaktadır. Bu kapışma, ya bir cemiyetin değerlerinin hâkimiyeti ve diğerinin tamamıyla imha edilmesi, yahut “içtimaî kültür karışması” ile, yâni “tamamıyla ayrı iki cemiyet ve kültürün tek bir mütecânis kültüre sahib cemiyet meydana getirmek üzere birleşmesi” ile neticelenmektedir. Birincisine İspanyol, Portekiz vesair kavimlerin, askerî ve siyasî kudretlerine boyun eğen Amerikan yerlilerini meselâ Meksika ve Peru’da kilisede “Hıristiyan merâsimine iştirak etmeye” mecbur etmeleri; ikincisine ise, “Norman ve Sakson unsurlarının birleşerek İngiliz kültürünü meydana getirmiş olması”, misâl olarak verilebilir.

İslâm Medeniyetinin inkişâf ettiği topraklara dönersek: Birinci Cihan Harbi neticesinde yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim veya hâdim olduğu topraklarda kurulan yüzlerce devletçikten Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya gibi ülkelerde insanlar, cemiyet hâlinde Batı kültürüne iştirak etmişler, Bosna-Hersek ve Arnavutluk gibi ülkelerde ise cemiyetler, askerî ve siyasî kudretin dayatmasıyla, aynen Meksika ve Peru’da olduğu gibi başkalaştırılmış; Batı medeniyeti tarafından tahakküm altına alınmıştır…

İmparatorluğun merkezi başta olmak üzere, Fas, Tunus, Irak, Suriye, Kuveyt vesair topraklarda kurulan devletlere gelince, ya hemen Batı medeniyetine entegre olmuş, yahut bir müddet sömürge vâlileri tarafından yönetildikten sonra Batı medeniyetine entegre edilmişlerdir. Fakat, bu “entegre”, bizzat devlet tarafından yürütüldüğü için sâdece “kamu alanı” ile sınırlı kalmış, buna cemiyet topyekûn iştirak etmemiş, dolayısıyla bürokrasi ve ona boyun eğen dar bir çevrenin iştirakıyla sınırlı kalmıştır, denilebilir.

Ancak, Gorbaçov’un “Glasnost-Perestroika”sından sonra SSCB’nin dağılmasıyla yeni bir oluşumun içine giren Rusya’nın Batı medeniyeti için artık “Kızıl Tehlike” olmaktan çıkması neticesinde, Batı medeniyeti için yeni düşman “Yeşil Tehlike” olmuş; dolayısıyla Batı, bu tehlikenin imha veya asimile edilmesi için tüm gücünü seferber etmiştir. Batı, bir taraftan “evrensel barış ve demokrasi” gibi şemsiyeler altında askerî ve siyasî “Haçlı Orduları” ile, diğer taraftan da “globalleşme”, “dinler arası diyalog” gibi safsatalar yahut teknolojik ve enformatik üstünlüğü ile İslâm dünyasına saldırmıştır. Böylece Batı medeniyetine “entegre” işlemi, bürokrasi ve dar bir çevrenin sınırlarını aşmış, cemiyetin birçok katmanına nüfuz etmiştir.

Peki bu nasıl oldu?

Post-Modern bir cemiyete mensub olan yahut içiçe yaşayan ve “sıradan vatandaş!” diye de tâbir edilen fertlerin ekseriyeti, kendilerine yakın bulup iştirak edeceği bir cemiyet bulamadıklarından dolayı ya popüler olan “topçu-popçu”, magazin yıldızı, haber ve fikir yorumcusu olan yazar vesair takımına, yahut aynen bunlar gibi, cemiyeti “idealize” edebilecek bir mefkûreleri olmayan fikir veya din adamı vesair kisveli demagoglara muhabbet göstermiş veya bunlardan herhangi birisinin kudretine, şahsiyetini (!) fedâ etmiştir. Hâsılı, cemiyetimiz, “sıradan vatandaş, sokaktaki adam, sürü, kalabalık yahut kitle” tâbir edilen, “başsız başsız adamlar!”dan müteşekkildir ki, akıllara giran!..

Bütün vebâl ve sorumluluk, ehl-i iman ve irfan iddia edenlerin üzerinedir.

Ezcümle; bir cemiyet nasıl “kendi” kalabilir? Cevabını, İmparatorluk çatırdar ve kaleler bir bir düşerken Sadrazam olan Said Halim Paşa’dan özetleyelim: “Karakter, yâni ahlâkımızı ve pâk-temiz olan İslâm şahsiyetimizi muhafaza etmek, zihnî-fikrî noksanlıklarımızı gidermek, avam ile aydın-âlim tabaka arasında irtibat sağlamak, sosyal veya siyasî bütün içtimaî müesseselerimizi bizimkilerden farklı olan bir toplumunkiyle asla değiştirmemek, millî değerlerimizin tamamına; yıprananları ıslah ederek sahib çıkmak…” gibi ilke ve prensibler çerçevesinde, ferdî ve içtimaî faaliyetlerimizi yürüterek, “kendi”miz kalabiliriz.

İDEAL CEMİYETTEN MURAD

Hiçbir cemiyet, dolayısıyla “ideal cemiyet”, kesinlikle “öncesiz” ve “altyapısız” oluşturulamadığı gibi; cemiyeti sımsıkı perçinleyen ve inkişâf ettiren bağlar veya “ilke ve prensibler” de, bir gecede “sarı sayfadan kopyalanan” olamaz. Cemiyet bağları, ya ezel ve ebedin habercisi olan bir Peygamberin getirdiği “vahiy” ile, yahut Said Paşa’nın dediği gibi “mâzide birlikte geçirilen hayat ile ecdattan kalan mânevî ve fikrî mirastan” doğar. Dolayısıyla bizi “kendi”miz yapan “cemiyet bağları”mız, Peygamberin getirdiği “vahiy” ve bu vahiy çerçevesinde ecdadımızdan tevârüs eden “maddî ve mânevî-fikrî mirasımız”dan başka bir şey olamaz. Bu miras ile cemiyeti perçinleyerek sevk ve idare edecek bir “Başbuğ” ve kadrosu ise, meâlen; “sizden olan ulû’l-emr’e itaat edin!” ölçüsü gereği, “olmazsa olmaz” derecesinde mühimdir, zarurettir.

Bu mânada İrfan Sultanı; “topluluk keyfiyeti, ferdin hakikatinde topludur” der. Bu ferdi ise “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber” olarak işaretler. Dolayısıyla bu mirası temsil edebilmek, mânevî silsile yoluyla “Ufuk Peygamber”e uzak ve alelâde birisi değil, O’na yakın ve bir “Remz Şahsiyet” olan ferdindir, O’nun kadrosunundur. Çünkü, Onun topluluktan kastı “sürü” veya “kalabalık” değildir. Onun kastı “mâna topluluğu”dur. O, kadrosuna, “Topluluk, sûret bakımından olursa beyhûdedir. Kendine gel de Allah’tan mâna topluluğu iste!” ölçüsüyle öğütte bulunur. Ayrıca, «sistem olarak “toplum mu yoksa fert mi?” tercihinden âzade» olduğunu beyan eder. Yâni, İmam-ı Gazâlî gibi bir “mihrak şahsiyet”i cemiyete ezdirmediği gibi, bir mâna topluluğuna, hattâ işinde-gücünde olan topluluğa dahi, bir Bekri Mustafa’yı musallat ettirmez. Kanun önünde ise, kimsenin herhangi bir imtiyazı yoktur. Misâl, Macar mimarın elini kestiren Fâtih’in bu fiiline karşı, kısas kararı verilir (böyle bir vak’ada kısas cezası, ancak dâvacı dâvasından ferâgat ederse uygulanmaz.)

İdeal bir cemiyette herşey yerli yerindedir. Siyasî ve içtimaî hayatta her türlü nizamsızlığa ve intizamsızlığa müsaade edilmediği gibi; cemiyet, temel ilke ve prensibler çerçevesinde disipline edilir. İdeal bir cemiyette “Şahsiyetçilik” nasıl mühim bir yer işgal ediyorsa, “Cemiyetçilik” de mühim bir yer işgal eder. Zira cemiyet, bir “nizam” işidir ve “nizam”, ancak gaye ve kadro ile sağlanır.

İşte, bu cemiyetin “gaye” ve “kadrosu” nasıl olmalıdır? Cevabını, Üstad Necib Fazıl’dan; “İdeolocya Örgüsü” isimli şaheserinden takdim edelim:

– «“Hiç ölmeyecekmiş gibi, bu dünyaya, hemen ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışınız!” ölçüsü, cemiyetçiliğimizin bütün ruhunu hikmetlendirir; zira ferdin yeryüzü plânında fanî olduğu dünya kendisi, ebedî olduğu dünya da cemiyetidir. Öbür dünya ise, cemiyetiyle beraber ana gayesi… (…)

Fert, ûlvi ve insanî cephesiyle bizim cemiyetimizin hâkimi ve feda edicisi, süflî ve hayvanî cephesiyle de mahkûmu ve feda olunanıdır.

Bizim cemiyetimizin ve cemiyetçiliğimizin kadrosunda, başı boş tek kum tanesi, tek buğday tohumu, tek keçi yavrusu ve tek insanoğlu aramayınız!»

Üstad’ın “ideal cemiyet” anlayışında “viran olası hânede evlâd-ü iyal var” korkusuyla içtimaî hâdiselere seyirci kalmak yok, iştirakçi yahut müdâhil olmak vardır. Zira Üstad’a göre; “Mefkûre ahlâkında, ya cemiyetle beraber ferdî hânenin de kurtulması, yahut içindeki evlât ve iyalle beraber viran olması vardır.”

Ve daha neler vardır ki; Üstad ve yetiştirdiği Mütefekkir tarafından kaleme alınan şaheserlerde “fert ve cemiyet” mevzuu, aslından bir bir işaretlendiği gibi, “asla bağlı bir teferruat” hâlinde de izah edilir. Kendine has ve husûsî bir meziyet ile şahsiyet bulan her fert, bu “mâna topluluğuna” dahil olmaya namzettir. Ulvî soydan eser veren, buluş yapan her fert ise, bu “mâna topluluğu”nu temsile liyâkat kazanır.

Üstad’ın mısralarıyle bitirelim:

“Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;

Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle”

İdeal fert ve cemiyetin “adres”ini göstermeye gayret ettik; hatalar bizden, doğrular o “adres”ten.

KAYNAK: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 5, Temmuz-Eylül 2014.

Sedat Bulut / Akademya Dergisi

adminadmin