Kültür
Giriş Tarihi : 23-09-2018 10:00   Güncelleme : 23-09-2018 10:00

İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?

 İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?

Nasıl ki bir baba evlâdını, bir anne çocuğunu, bir hayvan bile yavrusunu başıboş bırakmıyor ise, bunca lûtuf ve ihsan bahşeden, onu yoktan var eden Allah (cc) da kulunu başıboş bırakmamıştır:

"-İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" (75 Kıyamet 36)

Onun iki cihan saadetini ve iyiliğini dilemiş ve yine şöyle beyan etmiştir:

"Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım." (51 Zâriyât 56)

İşte insanın yaratılış maksadı da böylece ortaya çıkar.

Şu insan denen mahlûkun güzelliği, madden ve manen eşsizliği akıllara durgunluk verecek tarzdadır. Zira Allah’ımız onun hakkında:

"Biz insanı en güzel şekilde yarattık," (85 Tîn 4) buyurmuştur. Şayet insan bunun zıddı olarak yaşarsa kıymetini, şerefini ve haysiyetini kaybetmiş olacağından büyük bir düşüş gösterecektir:

"-Sonra onu aşağıların aşağısına gönderdik." (85 Tîn 5)

Şüphesiz ki insan, Allah’a dönecek ve hesaba çekilecektir. O halde bunun şuurunda olarak yaşamalıdır. Gerçek kullar da Kur’an’ın ifadesiyle bu manayı şöyle dile getirirler:

"-Biz Allah içiniz ve Allah'a gideceğiz." (2 Bakara 156)

Netice odur ki; insan ve hayat anlamsız, tesadüf ve başıboşluk değildir. Ölüm de sonu hiçlik olan bir netice değil, aksine geçici âlemden ebedi âleme intikaldir. Onun için hayatı Allah'a kullukla doldurarak yaşamalıyız. Verilen ömür sermayesini heba etmeden, yaratılış gayemizin Allah’ı (cc) tanımak olduğunu bilerek, yüce Rabbe aşk ile bağlanmalıyız.

İşte bu ve buna yönelik gerçekleri Yüce Allah (cc) insanlara peygamberleri vasıtasıyla beyan buyurmuş ve onları asla başıboş bırakmamıştır. Bu, tarih boyunca böyle olmuştur. Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (sas) Efendimiz’den sonra peygamber gelmeyeceği için onun varisi olan âlimler, bu eşsiz vazifeyi yapmışlar ve yapmaya da büyük bir gayretle devam etmektedirler. İşte bu, tebliğ ve irşad görevidir.

Peygamberler gibi âlimler de, bu görevi, daha çok vaaz yoluyla yapmışlar, onları daima uyarmışlar, ateşe düşmemeleri için olanca güçleriyle çalışmışlar ve çalışmaya da devam etmektedirler. Zira bu konuda Allah Rasûlü’nün şu mübarek temsil ve sözleri onları bilinçlendirmektedir:

"-Benim ve sizin benzeriniz; ateş yakan, içine çekirge ve pervaneler (böcekler) düşmeye başlayınca onları ateşten uzaklaştırmaya çalışan adamın benzeri gibidir.

Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutup (asılıyorum). Hâlbuki siz elimden kurtulup ateşe koşmaya çabalıyorsunuz. (Müslim, fezâil 19)

Tebliğ ve irşad çok yönlü bir eğitimdir. O, tam anlamıyla bir uzmanlık hizmetidir. Bu kutsal ve eşsiz hizmetin temeli bilgi, sabır, itidal, güzel ahlâk ve insan onurunu dikkate alan bir yaklaşımdır. Bütün bu yönleriyle tebliğ ve irşad, İslâm’ın temel kavramlarındandır.

TEBLİĞİN ANLAM VE ÖNEMİ

Tebliğ lügatte; zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete erme, resmi bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına çalışma. "Be-leğa" fiilinden "Tef'il" babında masdardır. Çoğulu "Tebliğat"tır.

Tebliğ, Kur'an'da "belâğ" kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ masdar, belâğ ise isim olarak on küsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde ettiği ilâhi mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vasıtası Hz. Muhammed (sas), muhatabı ise insandır.
Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir:

"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni duyur. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur." (5  Mâide 67)

Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah'a bırakmışlardır:

"Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır." (5 Mâide 99)

Peygamberlerin sıfatlarından birisinin tebliğ olduğunu bilmekteyiz.

Bu manada Tebliğ; Allah’ın (cc) Cebrail (as) vasıtasıyla peygamberlerine, kullarına aktarılmak üzere bildirmiş olduğu vahyi, yani emir ve yasaklar manzumesini peygamberlerin insanlara aktarmasıdır.

Bu görev öyle kolay ve altından hemen kalkılacak bir görev değildir. Peygamberler aldıkları emirleri önce hayatlarında tatbik etmişler sonra da büyük çilelere ve acılara tahammül ederek onları insanlara aktarmışlardır. Çektikleri onca sıkıntıya rağmen davalarından asla taviz vermemişler, kavimleri tarafından öldürülmeye kadar varacak büyük hıyanetlere uğramışlardır.

Onların davası Hak davası idi. Bundan asla vazgeçmemişlerdi. Peygamberlerin Efendisi’nin (sas) müşriklere söylediği o sözler ne kadar da anlamlıdır.

Amcası kendisine müşriklerin o ma’lûm ve abes tekliflerini aktardığı zaman Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, şu kesin ve kararlı cevabı verdiler:

"Vallahi ey amca! Güneşi sağ elime, ay'ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar, yahud da ben bu uğurda canımı veririm."

Bu kesin cevaptan sonra Ebû Talib; "Yeğenim benim," diyerek boynuna sarıldı ve "işine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim" diye konuştu. Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Talib'in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar. (bk. İbn Hişam, es-Sîre, Beyrut, tsz., I/266)

Zira o, yıllarca bunun acısını çekmişti. İnsanların Yüce Yaratıcısını unutup da putlara tapması ve onca insanlık dışı zulümler irtikâp etmesi o seçkin insanın acısı, ıstırabı, tasası ve derdi olmuştu. İşte bu tasayı bertaraf etmek için de bu eşsiz davaya baş koymuştur.

Allah Rasûlü (sav) Efendimizin, Veda Hutbesi’ni irad ederken sık sık “Tebliğ ettim mi?” diye sorması ve sonunda da bununla birlikte “Şahid ol Yâ Râb, şahid ol Yâ Râb” diyerek mübarek elini göğe doğru kaldırışı, bu vazifenin ağırlığını, onun altında nasıl da ezildiğini açıkça göstermektedir. O halde her tebliğci bu kutsî görevin ehemmiyetini kavramalı, adeta onu içinde yaşamalı, bu derdi taşımalıdır.

Evet, her tebliğciden kastımız tabii ki Rasûlullah (sav) Efendimizin varisi olan âlimlerimizdir. “Âlimler peygamberlerin varisleridir,” (Tirmizî, ilim 19) hadis-i şerifi bu sahada görev yapan her bir kardeşimizi ilgilendirir.

Ancak her mü’min aslında birer tebliğcidir. Emr-i bi’l- ma’rûf, nehy-i ani’münker yapmak her Müslümanın görevidir tabii ki! Yani; iyiliği emredecek, kötülüğü yasaklayacak. Çoluk-çocuğuna, yakın ve uzağına. İbadet ve haramlardan kaçınma konusunu herkes dile getirebilir.

Günümüz dünyasında bunun ne kadar da unutulduğuna şahid olmaktayız ne yazık ki!

Allah akıbetimizi hayreylesin!

Muzaffer Dereli / Diriliş Postası

adminadmin