Genel
Giriş Tarihi : 14-05-2017 11:02   Güncelleme : 14-05-2017 11:02

İnsan Öğüten Değirmen Alışveriş Merkezleri

Modern dünya şartlarında sosyal hayatın kalbi olarak gösterilen alışveriş merkezleri, bir değirmenin buğday başaklarını öğüttüğü gibi ruhlarımızı öğütüyor. Bir kere içine düşmeye görsün insan, dönme dolap gibi yol alarak bütün mağazalarını dolaştığı bu merkezlerin, eğlence, haz ve tüketim çılgınlığı eleklerinden geçiyor.

İnsan Öğüten Değirmen Alışveriş Merkezleri

Muhammed Şimşek / Diriliş Postası

Kazandım zannederken kaybeden ve kendisine dayatılan yaşam biçiminin rengine boyanan insan müşterisi olduğu alışveriş merkezlerinin ürünü bir ahlakın izinde koca bir ömürü tüketiyor.

Yıllardır bilimsel araştırmalara da konu olan bir gerçektir mekânların insanların ruh dünyaları üzerinde etkili olduğu.

İnsan içinde bulunduğu zaman ve mekânla bütünleşir. Bu öyle bir bütünleşmedir ki gözle görülemese bile hayat örüntüsünü kuşatan bağlar kurar.

Sürekli ihtiyaç içindeki insanın kurduğu en güçlü bağlardan biri olan tüketim ise üzerinde durup düşünülmesi gereken önemli bir meseledir.

AVM’LER NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Gündelik hayatın en büyük şekillendiricisi olan tüketim olgusu bugün küreselleşen dünyayı ve kapitalizmin kurduğu pazarları ayakta tutuyor. Özellikle 1980 sonrası bütün dünyayı helezonlar halinde avucuna alan neo liberal sistemin ön koşulu olarak dikte edilen tüketim, toplumda bir başka boyut kazanamaya başladı.

Modern insan bu dönemden sonra kendisini tüketime kışkırtan metaforlarla her an her yerde karşılaşır oldu. Medyanın bireyleri tüketim ve sahip olmanın güzellikleri konusunda eğittiği bir ortamda lüks tüketim ürünleri ve lüks yaşama ait her şey bu pazarın öğesi haline geldi. Bir ürüne sahip olmanın nesnel bir gerçekliği dışındaki sembolik anlamlarını taşıyan türlü marka ve eğlence merkezleri her geçen gün sayıları artan alışveriş merkezlerinin çatısı altında toplandı.

HAZ, LÜKS VE TATMİN ARZUSU

“İyi yaşama” arzusuyla dolu insanlar sürekli lüks tüketim ürünlerine sahip olma yönünde güdülendi. Bu durum öyle bir seyir izledi ki tüketim doğal seyrinin dışına çıkarak başlı başına bir boş zaman faaliyeti haline geldi. Böylece tüketim ihtiyaç temelli olmaktan çıkarak lüks ve hazza yönelik bir yapıya büründü. Bu yapıyı neo liberalizmin üretim ilişkileri kadar tüketimi özendiren politikaları sağlamlaştırdı.

Arzularını tatmin etmek isterken içine düştükleri pazarda insanlar, tüketimleri üzerinden kimlik ve statüler elde etme yarışına girdi. Kulvarları oldukça çeşitli ve zengin bu yarışta mekânlar, eşyalar, giyim-kuşam, yeme-içme, tarih, coğrafya, beden, arzu, haz, vs. gibi bir birinden farklı dünyalara hitap eden sanal gerçeklikler sunuldu.

Tarihi eski Yunan’a kadar giden alışveriş merkezleri günümüze gelinceye kadar hem işlevsel hem biçimsel değişikliklere uğrasa da insan ruhuna işlediği tüketim ahlakı hiç değişmedi.

“PAKETLENMİŞ” PAZAR

Günümüzde modern kent yaşamının “paketlenmiş” şekilde şehirlilere aşılandığı tüketim anlayışı ve kültürü kapitalizmin ideolojisini oluşturur. Bu ideolojiyi ve onun ürettiği kültürel kodları kendi hayatına tatbik eden insanlar zamanla yepyeni bir yaşam biçimine sahip olur.

Bugün çoğu kişinin farkına dahi varmadan edindiği bu tarz yaşam biçimleri alışveriş merkezlerinden alınan bir ahlaka dönüşmüş durumunda. Asıl tehlike de meselenin burasında. Normal şartlarda dinden ve inançlardan beslenen ahlak kuralların yerini, gittikçe yozlaşan toplumda, hazcı, lükse dayalı ve tüketime odaklı bir yaşamın süslediği kapitalist ideolojilerin rengârenk dünyasından ödünç alınan kurallar işgal ediyor.

Neredeyse göz açıp kayapıncaya kadar geçen sürede öğütülen dini ve ahlaki değerlerin öğretisi olan “kanaat”in yerini “her zaman daha fazlasını iste” çılgınlığı, “kendi nefsi için istediğini bir başka kardeşinin nefsi için de arzu edin” nasihatinin yerini ise “her zaman bir adım önde ol” şeklindeki bencil prensipler dolduruyor.

AVM PSİKOLOJİSİ VE MUTLULUK İLLÜZYONU

Sadece alışveriş değil bir de boş zaman ve sözde rekreasyon (tazelenme) faaliyetleriyle AVM cenderesine giren birey ya da aileler, kimi zaman üstün teknoloji ürünü modern oyuncakların ağına takılır, kimi zaman kapalı mekanlara sıkıştırılmış rengarenk sanal bir maceranın kapısından içeriye buyur edilir.

Fiziksel ortama dair her şeyin düzenlendiği bu mekânda birey fazlasıyla güvende olduğunuzu hisseder. Zira ister kış ister yaz olsun mevsimine göre iklimlendirilen ortamda havalı müzikler eşliğinde önünden geçtiği veya eşiğinden içeri adım attığı mağazalardaki her hangi bir markanın reklam yıldızı olmuştur adeta. Onun gibi yiyip içmek, onun gibi giyinmek ve onun gibi lüks bir hayat yaşamak için can atan bireyi, her fırsatta boş vaktini geçirdiği alışveriş mekânlarıyla kurduğu bağ tepeden tırnağa dönüştürmeye başlar.

Bu yönüyle George Ritzer alışveriş merkezlerini bir taraftan tüketim katedrali, diğer taraftan ise hac gibi insanların kutsal bir arınma duygusu sağlayan mekânlara benzetir. Ona göre bu mekânları birbirinden farklı eğitim, kültür ve gelir seviyesinden insanların vazgeçilmezi haline getiren ise erişebilirlik ve psikolojik tatmindir. Bu durumu alışveriş merkezlerinin kişilere gerçek ürünlerin tüketilmesinin yanı sıra görselliğin de tüketilmesine imkân vermesi ile açıklar Ritzer...

Dahası bu mekânlarda neyin gerçek neyin sahte olduğunu anlayabilmek imkânsız gibidir. Jean Baudrillard bu noktayı kökeni ya da gerçekliği olmayan bir gerçeğin farklı modeller oluşturarak üretilmesi anlamına gelen hiper-gerçeklik kavramıyla izah eder.

Bu bağlamda alışveriş merkezleri de varlıksal olarak gündelik hayatın yeniden üretilmesine katkı sağlar ve kendi hiper gerçekliklerini ortaya çıkarır. Gündelik yaşantımızın önemli kurgulama merkezlerine dönüşen bu mekânlarda alıcılar gerçek satıcılarla karşılaşmazlar, çalışanlar düzenleyici konumundadır, raflar ve mekânsal düzenlemeler başlı başına birer reklam panosundan farksızdır.

İnsanları geçmişinden ve geleceğinden uzaklaştıran bu hiper gerçeklik durumu, birkaç saatliğine de olsa bir rahatlama ve günlük hayatın sıkışmışlığından kurtulma fırsatı sunar. Aslında bir fırsat gibi görünen bu durum kendi içinde biraz önce bahsettiğimiz tuzakların yaşattığı bir illüzyonun ta kendisidir. Kazandım sanırsınız ama kaybettiklerinizi telafi edilecek gibi değildir. Çünkü kaybedilen ruh dünyanızı yeniden kazanmak öyle kolay olmayacaktır.

Guy Debord bu durumu, insan bünyesi üzerinde işleyen bir afyon etkisine benzetir. Metropol hayatın ve çalışma temposunun aşırı rasyonelize edilmiş ortamından kurtulmak isteyen bireyler için bu mekânlar çöldeki bir vaha gibidir. Oysa alışveriş merkezlerinin sağladığı birkaç saatlik “mayhoşluk” aslında daha makro bir sistemin yani tüketim kültürünün ve kapitalizmin yeniden üretilmesinin birer ajanlarıdır.

GENÇLERİN “SANAL” ÖZGÜRLÜĞÜ

Meselenin üzerine söylenecek çok söz var ama biz alışveriş merkezlerinin gençler üzerindeki etkisine de değinerek bitirelim. Sanal gerçeklik ve dış dünyadan soyutlanmış özgür eğlence alanlarıyla bu mekânlar en çok gençleri yutuyor.

Sosyal aktivitelerin yerini dev sanal oyuncaklar ve beyaz perdeye düşen tamamı hayal ürünü görsel efektlerle dolu imajların aldığı filmler, birçok üstün zekâ sahibi genci geleceğinden alıkoyabiliyor.

Burada arkadaşlık kurma imkânları da var. Fakat bu insani ilişkilerin bir sürekliliği ve sahiciliği çoğu zaman mümkün olmuyor. Çünkü birkaç saat eğlence için bir araya gelen gençler, özellikle büyükşehirlerde bir daha bir birlerinin yüzünü göremiyor. Bir bedel ödemeden başlayan arkadaşlıklar dostluğa dönüşemeden bitiyor. Edinilen hayat tecrübesi sanal olanla sınırlı kalırken gerçek hayatın zorluklarından habersiz büyüyen gençler hazcı, komformist ve tatminsiz bireyler haline geliyor.

Tüm bu anlattıklarımız üzerinden meseleyi değerlendirecek olursak bilinçli veya şuurlu bir yaşamın kahramanlarına dönüşmek için çaba sarf etmeliyiz. Zaman ve mekânı kendine emanet bilen nesiller yetiştirirken ömrümüzü ne uğurunda, nasıl tükettiğimizi muhasebe etmeli ve ferasetin verdiği ışığını hayatımızın bütün mekânlarına bir fener gibi tutmalıyız…

Muhammed Şimşek / Diriliş Postası

adminadmin