Kültür
Giriş Tarihi : 03-03-2019 17:00   Güncelleme : 03-03-2019 18:07

İnsanlığın Üç Karanlığı: Dün, Bugün Ve Yarın

İnsanlığın Üç Karanlığı: Dün, Bugün Ve Yarın

Rönesans ile beraber başlayan gotik kültürü ve kilise ile savaş, Fransız ihtilâli ile nihayete ererek, din, sadece bir bağ olarak kalmak suretiyle Avrupa ülkelerinde, yenilgiye uğramıştı. Bu ise o zamanlarda yavaş yavaş temelleri atılan kapitalist ideolojinin bir temel fikri olan laikliği ortaya çıkarmıştı. Avrupa yeniden şekillenerek sanayi devrimiyle beraber iştiha canavarı kesilir. Ve başlar sömürgecilik fiilen. Emperyalizmin sivri dişleri saplanır etlerimize. Ta ki, yıkılır bu vahşi yaratığın önündeki engel olan hilafet. En güçlü günlerini yaşar kapitalist medeniyet. Doğan, büyüyen ve olgunluğa erişen bu medeniyet, ürettikçe üretir durmaksızın. Tükettikçe tüketir… Ama doymaz bir iştihadır. Bütün dünyayı küçük bir köy haline getirir. Hükmeder bu küçük mecrada. Biyolojik, teknolojik, kimyasal silahlar üretir de üretir. Ama ne yapsa da yaşlanır. Tutunaklarını bırakmak istemez. Bunun için elinde olan bütün silahları, bütün insanlığı telef etmek adına kullanmaya başlar. Spengler, Danilevski ve Toynbee gibi filozof tarihçiler haber verir ölmek üzere olan bu medeniyetten. İnsanlar kullanılan silahlar neticesinde kör, sağır ve bilinçsiz. Şu anda içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde, bu yaşlı canavar ölmüştür artık. Fakat imparatorluğu son silahını kullanıncaya değin sürmek peşinde.

Peki, Müslümanlar bu hakikat karşısında nasıl bir tavır sergilemeliler? İnsanlar can çekişen canavarın enkazı altında kalmaktadırlar. Bu enkaz, bütün Müslümanları boğabilecek bir yığın. O halde iki durum söz konusu: Ya Müslümanlar hiçbir şey yapmayıp bu vahşi canavarın enkazında ezilecekler yahut da tavırlarını koyup insanlığa yeniden ümit kaynağı olacaklar. Bu makalede incelenecek olan da budur.

GİRİŞ

* Afganistanda küçük Ahmet… Kuzduz’da bir hafızlık kursuna yazılmıştı. Aylarca Kur’ân’ın her sayfasını defalarca okudu. Hedef hafız olmak idi. Çünkü hafız olduğunda babası ve annesi küçük kardeşinin elinden tutup geleceklerdi onu evine götürmeye. Çünkü hafız olduğunda Cennet’e gidebilecekti ailesiyle beraber. Bunun için daha çok çalışıyor ve gayret ediyordu. Ve sonunda hafız olmuştu artık. O artık sadece küçük Ahmed değildi, aynı zamanda Hafız Ahmed idi. Ailesi gurur duyacaktı onunla, arkadaşları da tabii ki. Sabırsızlanıyordu Hafız Ahmed ama ne kalmıştı ki; sadece küçük bir tören. Onunla beraber hafız olan yüzlerce arkadaşı vardı Ahmed’in. Hep beraber toplandılar o gün büyük bir heyecan ile. Her şey iyi gidiyordu, ama sonra… Birden yıldırımı andırır bir ses yankılandı gökyüzünden. İyi ama hava da güneşliydi. Nereden geliyordu ki bu ses? Sesin kaynağını düşünürken kesildi soluğu Ahmed’in. Ahmed gibi daha onlarcası hain bir bombalamada şehit olmuştu. Geriye kalan bir enkaz ve yılların birikimi olan bir sis bulutu.

* Derken gözlerimiz ilişiyor bir ailenin içler acısı haline. Son nefeslerini verip ebede göç etmeden evvel, neler çekmişler kim bilir! Anne, baba ve evlatlar… Kefenler sarılı bedenlerine. Bir başka resim ise şöyle: Bir füze saplanmış bebenin küçücük bedenine. Hafifliğinden olsa ki, parçalanmamış savrulmuş bebecağız. Duvarla füze arasında sıkışıp kalmış öylece. Narin bedeni ve naif bakışıyla bir çocuk… Anne babası bombalama sonucu enkaz altında kalmışlar. Enkazın altından çıkarılmış cesetlerine sarılarak uyanmalarını bekliyordu bu çocuk. Bu gibi resimler de Suriye’den. Olay örneklerini kolaylıkla uzatabiliriz. Çünkü birçok ülke bu halde.

Müşahede ettiğimiz durumlar karşısında, kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerdeyiz. Görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz ve fakat felaket o kadar büyük ki, resmetmekte güçlük çekiyoruz. Üzülüyoruz… Yaşanan bu olaylara, dolaşan bu haberlere, yakıp yıkan bu facialara şahitlik etmekten dolayı üzülüyoruz! Direkt müdahale edememekten ar duyuyoruz! Keşkeler içten içe kemirmekteler yüreklerimizi. Vicdanlarımız bir kor ateşine dönüştü âdeta. İfa etmemiz gereken yükümlülüğün cefasını omuzlarımızda hissediyoruz. Hasis düşüncelerin tükettiği zihinler yüksünüyor taşımaktan davamızı. Aklı ve fikri iğdiş edilmiş lağım farelerinin kokuşmuş sokaklarında tükeniyoruz. Hayat yaşanmaz bir hâl almaya başladı. Dünyaya tahakküm eden kapitalizm canavarı, çekilmez hale getirdi yaşamayı. Müşahede ettiklerimizin es geçilir yanı yok. Sadece bir şehrimiz değil ki yakıp yıkılan… Ülkelerimiz talan edilmekteler günbegün. Körpe bebelerimiz anasız babasız bırakılmakta, boğazlanmaktalar canilerce. Firavun’un İsrailoğullarına yaptığı mezalimi unutturur nitelikte bu felaketler. 11. ve 12. yüzyıllarda Haçlıların vahşiliklerine gölge düşürmekte, Moğolları silmekte zihinlerden… Doğu ve Batı bir araya gelmiş, teknolojinin en ağır silahlarıyla katliamlar yapmaktadırlar. Kelimeler kifayetsiz, ciğerler soluksuz kalır bu noktada. Anlatılacak o kadar şey var ki… Hangisinden başlanır bilemiyor insan!

Dünyanın bugün almış olduğu hal, pek de yabancı değil tarihe. Çünkü insanlık tarihi boyunca insanlar, ilahî hükme boyun eğmedikleri sürece hep bu gibi olaylara maruz kaldılar. Çok eskilere gitmeden bir örnek vermek gerekirse: bakınız V. ve VI. yüzyıllarda dünyanın manzarasını C. H. Dinson, “Emations of the Basic of Civilisation” adlı eserinde şöyle tasvir etmektedir:

– “Beşinci ve altıncı yüzyılda yeryüzü bir anarşi yuvası halini almış, bütün insanlık korkunç bir uçurumun kenarına kadar sürüklenmişti. Çünkü bu yüzyıllarda medeniyetlerin tek dayanağı olan inanç sistemleri yıkılmış, bunları ayakta tutacak sağlam bir dayanak kalmamıştı. Dört bin seneden beri süregelen bir medeniyet ve onun sosyal prensipleri gevşeme ve bozulmanın zirvesine ulaşmıştı. İnsanlık neredeyse ilkel çağlardaki anarşi ve kargaşa devresine yeniden dönmek üzereydi. Kavimler sürekli savaşlarda birbirlerini boğazlıyorlardı. İnsanları bağlayacak neredeyse hiçbir nizam ve kanun kalmamıştı.  Hıristiyanlığın getirdiği esasların, birlik ve düzenin yerini ayrılık ve kargaşa almıştı. Dalları birbirine eklenerek uzanan ve hayatın her alanını kuşatan medeniyet ağacı kökten yıkılmaya meyletmiş, bozulmaya ve çürümeye yüz tutmuştu. İşte bütün evren bu fesat ve kargaşa içinde yüzerken dünyaya bir çocuk geldi. Bütün insanlığı tevhid sancağı altında birleştiren o çocuk…”

Anlatıldığı üzere dünyanın ahvali bu vaziyetteydi ve Arabistan yarımadasında tevhid sancağını yüceltecek olan İslâm’ın son vahyi insanlığa sunulmak üzereydi. Tarihin bir benzerini görmediği kadar kısa bir vakitte tecessüm eden bu tebliğ, yine çok kısa bir sürede beynelmilel hale gelmişti.

Henüz hicri ilk yılın ikinci yarısına dahi girilmeden, İslâm fatihleri bir yandan Fransa içlerine at koştururken, bir yandan Anadolu’ya, diğer yandan ise Çin’e doğru yol almakta idiler. Dünyanın görmediği bu eşsiz zaferler, yalnızca askerî arenada cereyan etmiyordu. Onu asıl eşsiz kılan ise bünyesine almış olduğu halkların huzuru ve refahı gözetilerek, çok kısa bir sürede dünya halkalarının birçoğunun sevgisini kazanmış olması idi. Öyle ki, Hamas ve Şam gibi diyarlarda mukim olan Hıristiyan halklar, şehirlerinin kapılarını Müslümanlara açıyor, İslâm ordularına katılıp kendi dinlerinden olanlara karşı savaşıyorlardı. İşte bu, arzu edilenin kendisidir.

İslâm coğrafyasında ortaya çıkan bazı arızî ve kısa süreli bozukluklar haricinde siyasî, sosyal, askerî vesair her alanda insanlığın benzerini görmediği muhteşem bir hayat sistemi ortaya konuldu. İnsanlar dünyanın dört bir yanından Semerkand, Buhara, Şam, Endülüs, Sicilya ve daha nice ilim beşiği yerleri ziyaret etmek için can atıyorlardı. Muhtelif yerlerden buralara gelen seyyahlar kitaplarında rüyalar ülkesini nakşetmeye başladılar birer birer. Tarihi serencamda birçok örneği mevcut olmak üzere, insanlık huzuru ve sükûnu bulmuştu. O zamanlar Avrupa’nın karanlık dediği çağlardı: Gotlar, Hunlar ve Avarlar tarafından yürütülen savaşlar neticesinde sanat, edebiyat, ilim ve irfan adına donuk ve yıkık kalmıştı. Müslümanlar Sicilya ve Endülüs fetihleri ile Avrupa’ya komşu olmuştu. Ortaçağ, Avrupa’nın yapıcı gücünü öldürmüş; hurafeler hâkim olmuş ve sosyal hayat ibtidaî bir hal almıştı. Buralardan Endülüs ve Sicilya’ya gelen Avrupalı ilim adamları, gördükleri bu muhteşem hayat sistemi karşısında şoka uğruyorlardı. İslâm dünyasında eğitim alarak kendi ülkelerine gidip, oralarda da bu yaşamı istiyor bunun için mücadele ediyorlardı. Çünkü Avrupalı mütefekkir ve âlimlerin gözleri dehşetle açılmıştı bir kere. Aynı zamanda Ceneviz ve Venediklilerin yaptıkları ticaret münasebeti ile de sarsıntıya uğramıştı bilinçler. Bu nüfuzun Avrupa’daki tesiri çok büyük olmuştur. Öyle ki onu tarih yazmıştır: Rönesans. En nihayetinde Avrupa statükosu bundan rahatsız olmuş ve Haçlı savaşlarını başlatmışlardı. Nitekim Papa II. Urbain bütün Avrupa’yı dolaşarak insanları Müslümanlara karşı kutsal savaşa çağırıyordu. Avrupa’nın çocukluk döneminde vuku bulan Haçlı savaşları, Avrupa Birliği’nin teşekkülü demekti. Psikanalist teoriye göre, çocukken yaşanan önemli gelişmeler, kişinin bilinçaltına itilerek hayat görüşü haline gelir. Avrupa’nın birliğinin çocukluk devrinde yaşanan Haçlı saldırıları, onun hayatının en önemli gelişmesidir. Böylelikle İslâm’a ve Müslümanlara ilişkin olan kin, onun ruhuna işlemişti.

DÜŞÜNCE EMPERYALİZMİ

Batılı, başlatmış olduğu Haçlı savaşlarını büyük bir hızla devam ettiriyordu. Gittikleri yerlerde taş üstünde taş gövde üstünde baş bırakmıyorlardı. Antakya’yı kuşatmaları uzayınca neler yaptıkları artık hepimize malûm. Kendi tarihçileri bile nakleder bu hazin olayları; korkunç bir şekilde… (bkz. Fransız Yazar Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Savaşları, YKY, 2017).

Batılı H. 5 ve 6. / M. 11 ve 12. yüzyıllarda Müslümanlara karşı düzenlemiş oldukları Haçlı savaşlarının kendileri hesabına verdiği acı sonucu sebebiyle bir girişimde bulundu. Bu savaşlar sırasında IX. Louis, düzenlediği sekizinci haçlı seferinde yenilgiye uğrayıp Müslümanlara esir düşünce, yüklü bir fidye karşılığında salıverildi. IX. Louis tutukluluğu süresince uzun uzadıya düşünme fırsatı buldu ve halkına döndüğünde şu tarihi sözleri söyledi: “Müslümanları yenmek istiyorsanız, sakın onlara karşı sırf silahlı mücadele metodunu kullanmayın. Bunu denedik, bozguna uğradık. Onlarla inançları alanında savaşın. Çünkü onların güç kaynakları burada yatar.”

İşte Düşünce Emperyalizminin menşei.

Bu tarihî sözden mülhem 14. asırda Almanya’da başlamak üzere orientalizm (doğu ilimleri) adı altında İslâm’ın akidesi ile savaş başladı. 1312 yılında Viyana’da toplanan Kilise Şurası, Paris, Oxford, Bologna, Avignon, Salamanca Üniversitelerinde İslâm ile ilgili araştırma yapacak bölümlerin kurulmasına karar verdi. İslâmî ilimleri tahrif etmek için her alanda kürsüler kuruldu ve yayınlar aksetmeye başladı. Kur’ân ve Sünnet hakkında birçok kitaplar neşredildi, İslâm tarihini karalama girişimlerinde bulunuldu. Dünya tarihinde görülmemiş bir girişim başarıyla yapıldı: Batılı tecessüsü bilimsel bir disiplin haline getirdi.

BATI HAKİKATİ

İnsanlar Garbın romantik egzotizminden habersiz. Romantik egzotizm, Maxime Rodinson’un deyişi. Bu esas, bir ilmin terakki safhasıydı. Öncesinde yer alan esas ise, bugün büyüdükçe büyüyen, pragmatik ve emperyalist bir Batılılaştırma. Bugünün insanları için, Garb ulaşılamaz bir büst; İlmiyle, fikriyle, irfanıyla. Bu, sadece bir mugalata. İllüzyonist Garbın marifeti. Evet, şayikalara dikenli patikalardan geçerek ulaşılır. Bunu biliyordu Batı. Bunun için mezkûr iki esastan sonra yeni bir ilim ihtisaslaşmış: Oryantalizm yahut Şarkiyatçılık. Bu ise üçüncü esas, aynı zamanda diğer iki esasın bir sonucu. Hep demişimdir: Batının salyalarını akıtan bir Şark; bu hakikat ile müesseseleşen bir ilimdir oryantalizm.

Yazdıklarımın içerisinde geçen üç esas, Avrupa dünyasının her çelişkisine akıl erdirip, İslâm dünyasının birçok üstünlüğünü kavramasına rağmen, arafta bocalayan bir yazarın uğraşı: Maxime Rodinson. Harikulâde bir eseri: Batıyı Büyüleyen İslâm. Bu eseri okuduktan sonra, Rodinson’un bir Müslüman olmadığına şaşırabilirsiniz. Fakat şu hakikati çok iyi bilmelisiniz: İlim, imân konusunda yeterli bir rehber değildir. Aksi halde bütün oryantalistlerin Müslüman olması gerekirdi.

SİYASİ VE KÜLTÜREL İŞGAL

İslâm dünyasında siyasî liderliği Osmanlı’nın almasıyla beraber, güçlü ve kararlı bir terakki hâkim idi. Lakin tarihin içerisinde kırılma noktası diyebileceğimiz bir antlaşma imzalanır: Küçük Kaynarca Antlaşması. 1774 yılında imzalanan bu antlaşma ile Osmanlı ilk kez cizye ödemeyi kabul eder. Tarihe anılması güç bir isimle geçer bu muahede: Zillet vesikası. Akabinde Kırım Ruslar tarafından işgal edilir. “Bizans Yolu” hedefiyle Katarina, Kırım’a ihtişamla girer. Bu olaylardan sonra Sultan III. Selim geçer başa. Orduyu toparlamaya çalışır. Bunun için bazı reform planları yapar. Onun hedefindeki köklü bir değişimdi: Bir inkılap denebilir. İdarî, mali, iktisadi, ticari ve içtimai… Her alanda bir ıslahat düşüncesi: Nizam-ı Cedid. Gerekli ilmi alsın diye Ratıp Efendi’yi Viyana’ya gönderir. Yeniçeri Ocağını kaldırmak için harekete geçer: Uzun soluklu bir hareket. Tavizler artar… Edirne Vakası yaşanır. Fransız Haricinde çıkan bir not: “Sarayımda bile emniyette değilim; ülkemin her tarafı kanlı olaylara sahne olmuştur. Hâl böyleyken Avrupa benden reform yapmamı istiyor…” [1]

III. Selim’in yaptığı reformlar işe yaramaz. Değerlerini kaybeden Sultan, Fransız da olamaz. Küçük başlı sayılmayacak bazı ihtilâller… Bilahare II. Mahmud geçer başa. 1821 yılında çıkan Yunanların isyanını bastırmak isteyince, sert çatışmalar yaşanır. Gözlerini Osmanlı’dan ayırmayan Avrupa, Haçlı ruhundan Yunan’ı destekler: 6 Temmuz 1827’de İngiltere, Fransa ve Rusya, Yunanistan’ın muhtar bir prenslik olmasına karar verirler. Bittabî Osmanlı kabul etmez. 1827’de Navarin’de Osmanlı donanması yakılır, bilahare Ruslar savaş açarlar. Ta ki 14 Ağustos 1829’da Yunanistan kurulur: bir metafor ve gerçeklik arasında. Kimilerine zafer getirir, kimilerine hezimet.  Frenklerin civilize etme hareketi devam eder: Cezayir işgal edilir. II Mahmud’un geçirdiği en büyük buhran, bir tirandan gelir: M. Ali Paşa Frenklerle işbirliği içerisine girerek, Mısır’da reform hareketlerine girişir. Bazı sebeplerden dolayı Mora’dan ayrılan M. Ali Paşa, Suriye’yi ister ancak geri çevrilir. Böylece harekete geçerek 16 Haziran 1832’de Şam’ı alır ve Osmanlı donanmalarını alt eder. Konya’ya kadar ilerler. Anadolu’ya hâkim olan Paşa’ya, İstanbul yolları açılır. II. Mahmud çareyi dışarıda arar: İngiltere’den yardım ister; işe yaramaz. Rusya’ya döner: etrafı kuşatılır Devlet-i Aliyye’nin, kıskaca alınır. 6 Mayıs 1833’te Torosların ötesini M. Ali Paşa’ya bırakır. Ülke perişan ve hazine boş. Devlet-i Aliyye’yi kurtaran, Hıristiyan Avrupa. Yeni bir sürece girer Sultan: fikirleri değişir. Haysiyeti kırılmış bir kere, bir şeyler yapmak ister: Avrupa merkezlerine elçilikler açılır.[2]

Bu sıralarda Avrupa’da yaşanan olaylar zinciri vardır. Asırlardır Kilise ile filozof ve düşünürler arasındaki mücadele nihayete erer. Fransa’da başlamak kaydı ile bütün Avrupa’da kilise egemenliğini kaybeder. 1789’da vuku bulan Fransız Devriminden sonra, Frenkler büyük bir misyon üstlenirler: Dünyayı Medenileştirme. Bir kıtanın azgın iştihasını ifşa eden bir anlayış: Kim medenileştirecek? Yukarıda değinilen civilize etmek girişimi de budur. Bu sıralarda Fransa’ya gönderilen Mustafa Reşid Efendi “civilisation”u meziyet vehmeder. Avrupa’yı memnun etme hareketleri başlar Osmanlı’da. Sadık Rıfat Paşa Medeniyet diyerek sokar dilimize bu mel’un olguyu[3]. Batının medenileştirme harekâtını fark eden Mustafa Reşid Efendi, 1839’da Tanzimat’ı ilan ederek gerekli desteği verir. Hızla medenileşir (!) Osmanlı. Köyden şehre göç edip, ağza alınmayacak süreçlerden geçen kızları konu edinen yazınlar aksetmeye başlar kalemlerde. Sanayi Devrimiyle beraber Avrupa’da yaşanan ne varsa, bir bir yaşatılmak istenir Osmanlı’da. Medenileşme hareketinin diğer bir veçhesi gizlenedurur: Hızla bir çöküş sürecidir bu. Fark edilmez nedense.

Kendisi haricindeki dünyayı barbar ve yamyam gören ve gösteren Batılı; Mısır ve Cezayir örneğinde olduğu gibi Dünya’yı civilize etmek adına girişimlerde bulunmuş ve bu girişimler neticesinde Osmanlı’nın kendisine sığınmasını sağlamıştı. Oysa Osmanlı’nın kaçtığı kucak, onu korkutan canavardan başkası değil. M. Ali Paşa’nın Mısır’da ikame ve terakkisini sağlayan, böylece Osmanlıya karşı kışkırtan da yine Batı. Siyasî arenada cereyan eden olaylar, onun ikiyüzlülüğünü ifşa etmektedir. Osmanlı, içinde bulunduğu buhran ile ‘aşağılık kompleksi’ içerisinde, Batının maddi manevi terakkisini iktibasa girişti. Padişah Mahmud, giyinmiş olduğu daracık elbise ile medeni olduğunu vehmetmiş, getirdiği yasaklama ve zorunluluklar ile “civilisation” devrimi yaptığını zannetmiştir. Oysa yine kendi tarihimizde vuku bulmuş nice olay ile görülmüştür ki; eşeğe altın semer vursan, eşek yine eşektir. Batıyı saran fennî ve teknik terakkî, icat ve keşifler karşısında şaşkın bir hale girmesi şaşılacak iş elbette değil. Ancak Osmanlı’nın burnunun ucunu görememesi düşündürücü.[4]

19.asrın başlarında miladi 1857 yılında İngiltere siyasal bakımdan Hindistan’ı istila eder. Burası Müslüman Moğolların 16. asırda fethetmiş oldukları bir İslâm diyarıydı. Fransa ile sömürgecilik mücadelesinde İngiltere burayı istila etmiş olsa da, asıl hedef İslâm dünyasını paramparça etmek idi. Tasnif etmek gerekirse; Avrupa birliğinin teşekkülü demek olan Haçlı ruhu dolayısıyla Batılı devletlerin ilk hedefi İslâm dünyasını paramparça etmek iken, bundan sonraki hedefleri ise kendi aralarında olan sömürgecilik yarışı idi. Yani Hindistan ve Afrika’nın istila edilmesinin asıl sebebi olarak sömürgeciliğin gösterilmesi tarihi verilere aykırı, hatalı bir iddiadır. Aynı yıl, Fransa 1830 yılında başlatmış olduğu işgal neticesinde Cezayir’i, Sahra’ya kadar tastamam istila eder. Daha öncesinde 1602 yılında kurulmuş olan Hollanda-Hint şirket yolu ile Endonezya işgal edilmişti. Batı emperyalizminin yolunu açan bu olaydan iki asır sonra yani 19. asrın ikinci yarısında Orta Asya ve Doğu Asya Müslüman yurtları tamamen ele geçirilir. Bu sıralarda İslâm dünyasında birliği sağlayan Hilafet gücünü elinde bulunduran Osmanlı ise bir taraftan Rusya, bir taraftan Avrupa Devletleri ile çetin mücadeleler verirken, bir yandan da Yunanlar başta olmak üzere çeşitli halklar Avrupalı devletlerin destekleri ile içerden yıldırma hareketlerine girişmişlerdi. Navarin’de Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra, Mehmet Ali Paşa’nın olayı da patlak verince, bu sıralarda yönetimde bulunan II. Mahmud bir buhran içerisine girerek, çareyi dışarıda arar ve yardım bulamayınca fikirlerinde bir inkılap yaşar. İşte Osmanlı Hilafetindeki kırılma noktası bu tarihi noktaya tekabül etmektedir.

Bundan sonra Batılı devletlerin işleri kolaylaşmış ve yıllarca bekledikleri, hayallerini süsleyen hedeflerine artık ramak kalmıştır. İçeriden ve dışarıdan yıldırma operasyonlarını başlatarak, Tanzimat ve Islahat fermanları ile artık yönetime el koyacak hale gelirler. Fakat 1876’da Halife II. Abdülhamid Han’ın yönetime geçmesiyle, İslâm ümmetinde bir kıvılcım meydana gelir. Siyasi, fikrî ve kültürel olarak büyük mücadeleler verilse de, 1908 yılında, daha önce yürürlükten kaldırılan Meşrutiyetin yürürlüğe girmesine mani olunamaz. İttihad ve Terakki Meclis-i Mebusan’a kendi adamlarını koyar ve Abdülhamid Han Jön Türkler, Yahudiler, Ermeniler, Yunanlılar, Bulgarlar tarafından kuşatılır. Bir kaotik ortam oluşturularak, galeyana gelen halk sokaklara dökülür. Neticesinde 31 Mart hadisesi meydana gelir. Ve… Sultayı elinde bulunduran son Halife Abdülhamid Han hal edilir. Bundan sonra gelen halifelerden güç alınmıştır.

İttihad ve Terakki eliyle Osmanlı Hilafet Devleti Dünya Savaşına sokularak, askerî arenada son darbeyi alır. Batılı Devletlerin hedeflerine ulaşmaları için son iş Mustafa Kemal ve arkadaşlarına kalır. M. Kemal 3 Mart günü Hilafet’i ilga ederek, Müslümanları bir asırdır süren felaketlere duçar bırakır. Din ile siyaset birbirinden ayrılarak, Batı’nın kendi içerisinde verdiği beş asırlık savaş neticesinde fikrî temel edindiği laiklik, bir gecede temele alınır. Kadim şer’i mahkemeler ve kanunlar kaldırılır. Bir sembol olan şapka kanunu çıkartılır ve istiklâl mahkemelerince sayısı hesap edilemeyecek kadar birçok insanı katledilir.

Bir de bütün bu olanlara kılıf uydurulur: Vatan hainleri. Bu ülkenin insanlarının “volk” haline gelip, uyuşmaları için iki kelimeden müteşekkil iki farklı terkip yeter: Vatan Haini yahut Vatan Kahramanı. İşte bu iki terkip, insanlarımızın bütün düşünce yetilerine ket vurmaya yetmektedir. Bundan sonra ise hedef göstermek yeterli.

Kültürümüzün koruyucu ve kütüphanelerimizin zenginliği olan Arap harfleri kaldırılarak yerine Latin harfleri getirilir. Arnold Toynbee’nin de belirttiği üzere, İslâm ümmetine en büyük darbe böylece vurulur. Çünkü artık insanlar kendi tarihini okuyamaz ve oryantalistlere muhtaç kalır. Böylece laiklik ve cumhuriyetin benimsenmesine hazır hale getirilir. Hicrî takvim yerine Gregoryan takvimi getirilir. Kültürümüzün en minimal seviyesindeki fenomene dahi saldırılarak, zihinlerimizi de kapsayan bir inkılap gerçekleştirmek istenir. Öyle ki ezan dahi kaldırılmak yerine Türkçe okutularak, zihinler iğdiş edilir. Bunlar artık gizlenemeyen, herkesin ilgili malûmata sahip olduğu hakikatlerdir.

Hilafetin kaldırılmasıyla beraber Batılı devletler ülkelerimize peşkeş çekerek, sömürgeler çizgisini dip boyu uzatır. Sadece fizikî katliamlar değil, en büyük etkiye sahip kültürel katliamlar yaparlar. Bizim coğrafyalarımızdaki zenginlikler üzerinde ikinci dünya savaşı ve soğuk savaş gibi büyük çatışmalar yaşanır. Hala devam eden bu felaketler zincirinde Müslümanlar ölür, katledilir, parçalanır… Bunlarla beraber birçok silah üretilir: Biyolojik, lojistik, kimyasal, elektromanyetik… Televizyon, internet ve sair yayın organları, sinema, moda ve üniversite kürsüleri ile kültürel saldırılar hızlandırılır. Kitleler imha edilerek, yapılan bu zulüm ve hala süren ambargo görülemez hale getirilir. İnsanlar uyuşuk bir vaziyette, Batıya yaranmak için didinir durur.

İngilizlerin 1882 yılında Mısır’ı işgalleri sırasında Gladstone’un, elinde bir Mushaf ile söylediği şu sözü asıl amaçlarını ifşa eder niteliktedir: “Mısırlıların elinde bu Kitap bulundukça biz, o ülkede kalıcı bir egemenlik kuramayız.” [5]

BEYAZ ADAMIN YÜKÜ

Muhtelif güdü, duygu ve ihtiyaçlarla donatılmış aciz bir varlık: İnsan. Güdülerini tatmin edip ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla insanlar, topluluklar halinde yaşarlar. Yaşam alanlarının farklı şartlar içermesi dolayısıyla, insan gruplarında farklılıklar meydana gelmiş. Bunlar irade dâhilinde olmayan ayrılıklardır. Hayat içerisinde karşılaşılan umumî problemlere ilişkin yapılan analizler neticesinde, irade dâhilinde muhtelif fikrî ayrılıklar da vardır. Grupların asıl sınırlarını teşkil eden ise bunlardır. Bir İngiliz’in Şarkta sarıldığı kimlik Avrupalılığıdır. Asırlar öncesinde teşekkül eden Haçlı birliğinin oluşturmuş olduğu ruh, Şark ile ilişkilerde Frenkleri bir bütün haline getirebilmektedir. İşte bunlar geniş yelpazedeki kimliği belirleyen fikrî kaidelerdir.

İnsan gruplarının ekonomik, sosyal ve siyasî ihtiyaç ve arzularından ötürü geliştirmiş oldukları bir davranış kalıbıdır ayrımcılık. Düşünce, davranış, görünüş, âdet ve değer gibi özgül fenomenleri sindirme eylemi. Azınlık yahut maddi güçten yoksun grupların karşılaştıkları somut gerçeklere muhtevî bir psikolojik savaş.

Gruplar arası çeşitli şekilleriyle gerçekleşen ayrımcılığın en bariz olanı insanlığın reddedilmesi ile gerçekleşmektedir. Arzu ve isteklerini karşılamakta sınır tanımayarak hayvanlaşan cenah, psiko-sosyal bir kavram dâhilinde eylemlerini meşrulaştırmaktadır. Dehumanization: İnsan yutucu bir canavarın tecessüsü.

Evrim teorisi ile beraber Batı’nın korkunç iştihasını kabartan iddialardan birisi de, bu teorinin insan gruplarına indirgenerek yorumlanması idi. Buna göre insan topluluklarından kimisi gelişimini tamamlayamamış birer hayvan topluluğu. Tarihin gördüğü en korkunç diktatörler hep bu iddia ile katliamlarını meşrulaştırdı. Hitler dahi Kavgasında bunu işlemiştir. Komünist dikta rejimleri ise menşei itibariyle bu halkanın bir parçası. Batının düşünceden yoksun fikir ekolleri insanlığa tehdit olmaya devam etmekte.

“Aman efendim, bunu Darwin mi istedi sanki… Bu tamamiyla saptırmaca!” İşte tek sığınak. Oysa meşhur kitabında Darwin Türklerin evrimini tamamlayamamış olduğunu ifade etmekteydi. Türkler yani Osmanlılar; Osmanlı çatısı altında bir yaşayan Müslümanlar. İnsan gruplarının en keskin sınırları hep bu gibi din yahut ideolojilerle çizilmiştir. Doğulu evrimini tamamlayamamış bir hayvan, doğu ise orman. En iyimser deyimiyle bir tapınak. Bu deyişler mezkur cenahın entelektüel çalışmalarının ana fikirlerini teşkil etmişler hep. Dünden bugüne değişen sadece üslup ve araçlar.

Doğulunun duygu, düşünce, edebiyat, sanat, tarih ve sair alanlarıyla sindirilmesi için önce fizyolojik bir boyutta evrim teorisinin benimsenmesi gerekmektedir. İyi niyet kurbanı Doğulu, bilimsel çalışma olarak görür sadece. Müslüman Doğu’nun ikna yolu dindir. Dolayısıyla Kur’ân’ın evrimi isbat etmesi gerekli olur. Bu noktada düşman konuşabilir mi? Bir Yahudi çıkıp da, “efendiler Kur’ân’a göre insan, bir hayvan soyunun devamıdır” dese idi ne olurdu? Olacağı belli. Devreye çoban köpeği girmeli; bizden görünüp de bizden olmayanlar. İslâm terminolojisinde münafık olarak geçen bu kimseler, konuştuklarında ve görünüşleriyle Müslüman halkı etkileyebilecek kabiliyete sahiptirler. Kur’ân ifadesi ile “elbise giydirilmiş kütük gibidirler” oysa (Münafikun 4). Bu görüş telakki edildikten sonra, düşünürler girecekler devreye. Ta ki Doğulu, insanlığın gelişiminde kendisini bir engel olarak görünceye kadar.

Fransız ihtilalinden sonra Napolyon ordularının büyük bir misyonu vardı: Medeniyet götürmek. Çok kısa bir süre içerisinde İngilizler ve Almanlarca da benimsenen bu misyon, esasında bir mugalata idi. Tarihin şahitliği ile hepinize malûm olduğu üzere, güdülen asıl hedef sömürge kurmaktı. Rudyard Kipling, bu amansız ve gayr-i insanî hedefi, korkunç bir şekilde ifadelendirmiş: “White man’s burden” yani beyaz adamın yükü. Günümüzde de bu misyon “demokrasi götürmek” adıyla sürdürülüyor.

BATI AHLAKI: İNSANLIĞA SUNULAN DAVRANIŞ KALIPLARI

Ulûhiyetin hususi tecellilerinden ahlak, bir ilke olarak İslâm’ın evveliyatlı hakikatlerindendir. İslâm düşüncesinde ahlak mefhumu, şümullü ve pratik bir hususiyete müştemil; diğer hakikatler gibi: vicdanî ve amelî.

Batı’nın karmaşık, düşünce çöllerinde başıboş ve uçarı bir hâl ile gezen feylesof serkeşlerinin fikir dünyasında ise ahlak mefhumu, tıpkı diğer insanî değerlerde olduğu gibi yerini almış: müphem ve seyyal. Birkaç örnek verelim: Aristo’nun, kendilerini İslâm’a nisbet edip de İslâm felsefesi yahut kelâm ekolü denilen müfteri manivelasında yer edinen kimselerin de tevarüs ettiği fikirlerine göre ahlâk, insan aklının güzel gördüğü yahut tercih ettiğidir. Yahudi despotizminin sosyolojik piyonu Durkheim’e göre ahlâk içtimaî şuur, bir diğer ifade ile kolektif bilinç iken; bir diğer Yahudi, Freud’a göre ise sadece cinsel bir yasak: ensest tabusu. Bentam’un ileri sürdüğü üzere ahlak, soyut menfaat; Revakîler’de görülen şekliyle lezzete bağlı bir olgu. Marksistler ise sınıf menfaatlerine dayalı tarihi bir yorum getirirler: örneğin iffet; tarihi iktisadi evrime dayalı bir temele dayandıran komünistlere göre bu ilke, burjuvazi yahut feodal toplumlarda huruç eden bir vetiredir. Bu tip toplumlarda geçim tarıma dayalıdır ve işler ağırdır. Toprağın üstesinden ise erkek gelir. Buna göre erkek, maddi menfaati karşıladığı için efendi konumundadır. Kadın ise, erkek için bir meta. O halde bu meta sadece ona münhasır olmalıdır: kıskançlık da buradan gelir. Fakat iktisadi tekâmül bilinçleri sürekli bir düşünce evrimine tabi tuttuğu ve sosyal evrimi ortaya çıkardığı için, diğer sabiteler gibi, bir ahlak ilkesi olan iffet de ortadan kalkar. Çünkü sanayi ve komün toplumlarında kadın ve erkek eşit maddi imkânlara sahiptir. Toplumsal statüye yön veren madde (ki bu aynı zamanda tanrısal özelliklere muttasıl) olduğu için, erkek ile kadın herkesindir. Muasır medeniyetler seviyesine ise, bu durumu telakki etmek ile yücenilir. Bu terakki bir zorunluluk ifade eder: aksi halde BOM! Hümanizm korkunç yüzünü döner: Ortadoğu’ya döndüğü gibi.

SES VE ÖFKE

Ses ile öfke karıştırılabilen iki tür olgudur. Oysa bunların arasını ayırmak gerekmektedir. Çünkü ses ile öfke ayrı kutuplardadır. Nitekim ses düşüncenin bir ifadesidir. Öfke ise bir davranış kalıbı. Öfke ifade edilirken ses çıkması tabiidir. Fakat sesin öfkeden ibaret olması ise ölüm. Ses külli fikrin ifadesi ise öfke maddeciliğin ta kendisidir. Dünyada süregelen savaş hep bu iki yönde olagelmiştir: Fikir ve madde. Bu itibar ile ses ve öfke savaşı da denebilir. Ses ile öfke arasında fark vardır: Biri yapıcı öbürü yıkıcı bir girişimdir. Ses önceden ölçülüp biçilmiş ve bir tecrübeye sahiptir; öfke ise aniden ortaya çıkan bir reaksiyondan ibarettir. Sesin soluğu uzundur; öfke ise anlık bir duygu. Dolayısıyla öfke sese karşı direnemez. Bu durum, bir yaradılış hakikatidir. Sesin kuşatıcı ve cihanşümul bir ülküsü vardır, öfkenin tek ülküsü ise dinmektir. Öfke dinmek için hedef gerçekleştirir. Ses ise yükselmek için çalışır durur.  Öfke bir davranış kalıbıdır, bu itibar ile maddeden ibarettir; oysa ses etten ve kemikten çok daha fazlasıdır.

İslâm, insanlığa sunulmuş olan son sadadır: İlahi menşeili bir sada. İnsanlık bu sada ile ferahladı ve bu sada ile en müreffeh hayatını yaşadı. İslâm’ın son vahyinin sunulduğu dünyada iki büyük öfke vardı: Sasani ve Roma. Bu iki öfkenin çarpışması ile dünya en kötü anlarını yaşadı. Tarihin şahitliğiyle İslâm’ın sadası bu iki öfkeyi de yendi. İnsana insanlığı sunarak onu zilletten izzete yüceltti. Fakat gün geldi Müslümanlar iyice atalete büründüler. Gitgide düşmanlarına âşık olup, öfkeyi taklit etmeye başladılar. Böylelikle soluğu kesildi bu sadanın. Böyle olunca öfke ortam buldu; git gide büyüyerek insanlığı yakıp yıktı. Öfkenin hedefi dinmektir, soluğu kısa. Daha fazla süremez yangını. Fakat İslâm’ın taşıyıcıları olan Müslümanların artık seslerini dünyaya sunmaları gerekmektedir. Bu sada dünyaya sunulduğunda insanlık, geçmişte olduğu gibi yeniden kurtuluşa erecek ve hayat bulacaktır. [6]

YEGÂNE KURTULUŞ

Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselam;    

Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İSLAM.

Necip Fazıl KISAKÜREK

Dünyada var olan zulüm ve ambargonun bitmesi, ancak ve ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin yeryüzünde tatbik edilmesi ile gerçekleşir. İnsanların vahşi ve cani birer yaratığa dönüşmelerinin sebebi, en güzel terbiye edicinin hükümlerinden yüz çevirmeleridir. Tarihin ve insanlığın şahitliğiyle hilafet, yalnızca Müslümanlar için değil yeryüzünde mazlum ve perişan bütün insan kitleleri için yegâne kurtuluştur.

Evet, en başta da belirttiğimiz gibi bu tür olaylar bizleri üzmektedir. Bittabi hamasi duygularımızın yoğunlaşmasına da sebebiyet vermektedir. Hassasiyetimiz dolayısıyla bizzat müdahale etme gereksinimi duymaktayız.

Fakat!

İnsanoğlu akıl ile donatılmış, adalet ile mükellef bir varlıktır. İnsanoğlu duygularına ve hassasiyetlerine aklı hakem kılmak zorundadır. Yüce Allah Kur’ân’ın birçok yerinde “akletmiyor musunuz” demek suretiyle aklımızı kullanmamız gerektiğini tembih etmektedir. İmân hususunda da bu böyledir. İnsanoğlunun bir yaratıcıya imân etmesi, otoriteye bağlanması fıtrî bir melekedir. Fakat vicdan “imân” hususunda tek başına yeterli değildir. Vicdan bu konuda yalnız bırakılırsa, ateşe tapınma, ineğe tapınma ve hatta kendi cinsinden varlıklara tapınma gibi sapıklıklar ortaya çıkar. Tağutlara iman etme (bkz. nisa 51) mefhumu da bununla bağlantılıdır. Bu sebeple insanın imân etme hususunda vicdanına aklı hakem kılması vaciptir. Yani insan aklını kullanmak zorundadır. Bu minvalden anlaşılacağı üzere, insanoğlunun yeryüzünde karşılaştığı bütün vakıalarda aklını kullanması elzemdir. Bu, anlaşılması birincil önemi haiz bir hususiyettir.

İnsanlığın yegâne kurtuluşu Rahman’ın vaadi olan Hilafettir!

Binâenaleyh, yaşanan bu gibi sıkıntılar karşısında yoğunlaşan hislerimizi bir hareket kaynağı yapıp, aklın hakemliğinde şer’i hükümleri rehber edinmek zorundayız. Aksi halde üç asırdır devam eden felaketler zincirine, sürekli bir halka daha eklenmeye devam edecektir. Hamaset der ki; öldürüldün öldür! Lakin bu ne kadar mümkündür? İslâm dini yeryüzünü kan gölüne çevirmeye müsaade etse idi eğer, meleklerin haklı olması gerekmez miydi (bkz bakara 30)? Oysa Rahman, meleklerin haklı olmadığını aynı pasaj içerisinde ispat etti! Dolayısıyla bu gibi reaksiyonlar hatalıdır. Doğru olan ise Rasulullah sav’in henüz Medine İslâm devletini kurmadan evvel muhatap olduğu savaş isteğine yönelik, “biz henüz bununla emrolunmadık” tavrıdır. Nitekim Nisa sûresi 77. âyet ile bu rivayet desteklenmiş durumdadır.

İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN TATBİKİNDE METODOLOJİK SORUN

İslam dini, yeryüzüne insanoğlu ile beraber indirilmiş olup, kıyamete değin sürecek yegâne hakikattir. Onun, bünyesinde bulundurmuş olduğu bütün eseslar, düşünce ve metod çerçevesinde toplanmıştır. Bu meyandan bakıldığında başlığımız hakikatten uzakmış gibi duruyor. Çünkü hayatta karşılaştığı bütün vakıalarda, ilahî meşiet olan Kur’ân’ı referans alan Müslümanlar için sorun olmayacak kapsamlı iki husus vardır: Düşünce ve metod. Buna rağmen İslâmî hareketler ve fikir adamları, bu iki hususiyette büyük sorunlar yaşamaktadırlar.

Bu gerçek, Peygamberin Kur’ân’daki yeri kadar sabit olan, müsbet bir hususiyettir. Nasıl ki ilahi meşiet olan bu dini, insanlara beyan eden Peygamberler gönderilmiş ise, düşüncenin tatbiki için izlenecek metot da tebliğ edilmiş olmalıdır. Bu hususu Kur’ân âyetleri ile deklare etmeden evvel, akıl ve izanın bile yeterli olacağını ifade etmek istiyorum. İslâm düşüncesi kuru zihinlerin buz depolarında donuk bir şekilde kalması için indirilmemiştir. Onun, gönüllere ve akıllara hitap eden bütün esasları, vicdanları uyandırarak insanları harekete geçiren pratik bir hususiyete sahiptir. Ve bu düşence teorik boyutta fayda vermediği gibi, böyle bir tembelliği de asla kabul etmez. Dolayısıyla bu düşüncenin fayda vermesi için, pratik hayatta fonksiyonunu bulması gerekmektedir. İslâm dini baştan sona Kur’ân ayetleriyle bu durumu ilan etmektedir. Bu özelliğiyle yüce dinimiz, hastalıkları iyileştirici ilaçlara benzemektedir; bu ilaç fonksiyon almadığı müddetçe bir işe de yaramayacaktır. Bundan ayrı olarak bu yüce din, pratik bir hal almasa bile gönüllere şifa olma özelliğini de taşımaktadır. Dolayısıyla İslâm düşüncesinin hayat bulması gerektiğini anlamamız zor olmamalıdır. Peki, dünyanın imarı ve adaletin tesisi ile insanlığa hayat vermek için gönderilen bu ilahi düşüncenin, mevcudiyetinde bulundurduğu bu özelliklerinin hayat bulmasını sağlayacak olan metodun vazedilmemesi gibi bir şey söz konusu olabilir mi? Görülüyor ki İslam düşüncesinin tatbiki için izlenecek metodun aynı kaynaktan neşet etme gereği, akıl ile sabit bir hususiyettir. Fakat Kur’ân âyetleri bunu düşünmeye gerek bırakmayacak kadar açık ve nettir.

Yüce Allah, İslâm düşüncesinin esasları olma niteliğini taşıyan şer’i hükümlerin önemi hususunda çok mühim bir pasaj olan Maide sûresi 44. ve 50. âyetler arasında, ehl-i kitabın da sorumlu olduğu hükümlerden bahsetmekte ve bu hükümlerin yanında alternatif aramanın tehlikesini beyan etmektedir. Bu pasaj içerisinden 48. âyette ümmeti olduğumuz yüce ve asil peygamberimize hitap edilerek şöyle denilmektedir:

“Sana da kendinden önceki kitabları tasdik edici ve onlara şahit olan Hak Kur’an’ı indirdik. Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre onların heveslerine uyma! Her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşun, hepinizin dönüşü Allah’adır. O ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.”

İslâm düşüncesinden bir parça olan şer’i hükümlerin, referans alınmasına dair önceki ümmetlerden örnekler verilerek olağanüstü açıklamalar yapılan birkaç âyetten sonra gelen şu muhteşem âyet, derin bir tefekkür ile vicdanı uyanmış bir halde olan Peygamberimize hitaben, “Kendisinden önceki kitabı onaylayıp doğrulayan ve onu koruyup gözeten bu hak kitabı da sana indirdik!” denilerek başlamaktadır. İslâm düşüncesinin pratik bir özellikte olması hasebiyle, tehdit ve tembih niteliğiyle “O halde, onların arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, sana gelen haktan ayrılıp da onların hevalarına uyma!” diye devam etmektedir. Tarihi hakikatler ile eski ümmetler birer ibret numunesi olarak gözler önüne sahnelendikten sonra, İslâm düşüncesinin tatbik edilmesi gerektiğini tehdit ve tembih ile dolu bir tevcihat ile vazeden bu âyetler, ufkumuzu gökler kadar açarken vicdanımıza ilahi hakikati nakşetmektedir. İslam düşüncesinin tatbik edilmesi gerektiğini belirten bu cümlelerden sonra Rabbimiz, diğer bütün meselelerde olduğu gibi kullarını yalnız ve çaresiz bırakmayarak, konumuz ile ilgili olarak şu önemli hakikati belirtmektedir:

“Sizden her biriniz için, bir şeriat ve minhac belirledik.”

Şeriat ile kastedilen İslâm düşüncesi iken, minhac yani yöntem ile kastedilen ise bu düşüncenin tatbikinde izlenecek metottur. Şimdi mesele netleşmiştir. Kur’ân âyetleri İslâm düşüncesi gibi İslâmî metodun da ilahi menşei olarak belirtildiğini ifade etmektedir. Şimdi soruyoruz: İslâm düşüncesinin tatbikinde izlenecek metot, Kur’ân ile hemhal olan bir gönül için hiç sorun olabilir mi? Asla.

Hitap yüce ve asil Peygamberimize olduğu için, hepimiz gibi O da bu metodu izlemek zorundadır. Dolayısıyla onun hayatı bu metodun pratiği olma özelliğini taşımaktadır. Bu minvalde Ahzap sûresi 21. âyetin kapsamı da anlaşılmaktadır. Nitekim Yüce Allah mezkûr âyette şöyle buyurmaktadır:

“Yemin olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah Resulünde pek güzel bir örnek vardır.”

İslâm düşüncesinin billur ve anlaşılır olduğu kadar, bu düşüncenin metodunun da billur ve anlaşılır olmasına rağmen İslâmcı hareketler ve fikir adamları İslâmî metodu zaman ve mekâna göre değişebilir hale getirerek, onunla İslam düşüncesinin arasını ayırmışlardır. Bu ise, mezkûr hareketlerin hedefe ulaşamamasındaki ana sebeptir. İslâmî metot hususunda farklı fikirlere meyleden bu kimseler, esasında İslâm düşüncesini anlamamış ve hatta onu tahrif ederek, başka kimselerce kapalı ve anlaşılmaz bir hale getirmişlerdir. Böylece İslâm düşüncesine, onun birçok inceliğini kapalılaştıran bulandırıcı unsurlar sirayet etti, İslâmî metodun tasavvurunun netliği ise aşama aşama kaybedildi. Batı menşeli fikir ve mefkûrelerin, mefhum ve müesseseler ile Müslümanlarca tevarüs edilmesiyle ortamı hazırlanan bu sorunlar, birçok âlim ve düşünürün, Kur’ân’ın referans alınmadığı koca koca kitaplar yazmalarına sebep olmuştur. “Hikmet Mü’minin yitik malıdır” hadisinin Kur’ân’dan uzak tevil ve dolayısıyla tahrifiyle Batı menşeli metotlar hikmet sayıldı ve bâtıl programlar telakki edildi. Oysa Kur’ân’ımıza sorulsaydı, hedefler kadar düşünce ve metot da netleşir, zihinler billurlaşır, ufuklar gökler kadar açılırdı.

SONUÇ

İslâm’ın son vahyine muhatap olan ilk insanlar, çağları aşacak toplum yapısı ve irfanî hareketi ortaya koyarken hiçbir sorun yaşamadılar. Onlar, İslâm’ı gereği gibi anladıkları için tatbik etmekte de ihtilaf yaşamaktan uzak idiler. Bugüne gelindiğinde ise geçirilen tarihi bir hezeyanın artığı var insanlar üzerinde: Korkunç bir yığın. Bu öyle bir artık ki, kemikleşmiş ve ortaya nice kahredici silahlar çıkarmıştır. Bu, uzun bir dehlizde ilerleyen yok edici bir gürültü; bir öfke. Nefes almakta güçlük çeken bir insanlık var sonuçta. Makalemiz boyunca bu durumun arka planından söz ettik.

Bu makalenin temel hedefi özet kısmında da belirtildiği üzere, Müslümanların mevcut medeniyetin yığılışı karşısında takınması gereken tavır. Farklı farklı başlıklarla uzun uzadıya açıklamalarımızdan da yeterince anlaşılır olmuştur. Fazla söze gerek yok: Dinson’un da ifade ettiği gibi, “İnsanlık kendisini yeniden tevhid sancağı altında toplayacak o çocuğu ümitle beklemekte.” Gören gözler için en açık hakikattir bu. Dolayısıyla Müslümanların insanlığa yeniden hayat kazandıran o atılımı yapmaları gerekmektedir.

Tevfik Allah’ındır. O’na hamd olsun.

Notlar

1- Fransız Hariciye Arşivi, Turqui,N.S. 1876, No.405, s. 54. Akt. İhsan Süreyya Sırma, Müslümanların Tarihi, c. 5, Beyan Yayınları, İstanbul 2016, s. 250

2- Kadir Özsöz, “Medeniyet Süreci”, Akademya Dergisi (2), İstanbul 2017, 116-129, s. 123

3- Bkz. a.g.e, “Sivilizasyondan Medeniyete” bölümü

4- Kadir Özsöz, a.g.e, s. 124

5- Muhammed Kutub, Çağdaş Konumumuz, Beka Yay.,, İstanbul 2013, s. 254

6- Bu bölümün ilham kaynağı şu kitaptır: Sezai Karakoç, Çağ ve İlham, Diriliş Yayınları, İstanbul 2007, “Ses ve Öfke” bölümü.

Kadir ÖZSÖZ / Akademya Dergisi

adminadmin