Analiz
Giriş Tarihi : 13-11-2018 10:31   Güncelleme : 13-11-2018 10:31

İslam Düşüncesini Doğru Anlamak

​İslamiyet; özünde insan ile yaratıcısı ve insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen tam ve bütünleşmiş bir düşünce yapısıdır. İnsanoğlunun her şeye kadir Allah’la olan münasebeti, onun bir yaratık olarak Yaradan’ının iradesine tam bir teslimiyetini ifade eder.

İslam Düşüncesini Doğru Anlamak

İslâmî İlimler Araştırma Vakfı (İSAV), 17-18 Kasım 2018 tarihlerinde Eresin Topkapı Hotel’de “Yeni Usûllerle İslâmî Teblîğ ve Temsîl” konulu yeni bir milletlerarası ilmî toplantıya ev sahipliği yapacak (1). İslâmî STK’ların güzel salonlarda tartışmalı ilmî toplantılar tertip etmesine öncülük yapan İSAV, bu toplantılarda sunulan birbirinden kıymetli tebliğleri de kitap halinde neşrederek ilim dünyasına katkısını pekiştirmektedir (2). İslam medeniyeti konusunda birçok ilmî toplantı tertip etmiş olan İSAV (3), müstakil telif ve tercüme eserler de neşretmektedir. Bu hafta sizlere vakfın kurucu başkanı muhterem Ali Özek Hocam’ın tercüme ettirerek neşrettiği bir eseri tanıtmak istiyorum (4). 

Eseri, Suudî Arabistan Krallığı eski petrol ve maden kaynakları bakanlarından Ahmad Zeki Yemâni’nin esere yazmış olduğu uzunca takrizden iktibaslarla tanımak daha verimli olacaktır:

ALLAH’A TAM TESLİMİYET GÖSTERMEK VE BARIŞI ESAS ALMAK

“Dünyada mevcut büyük dinler arasında İslam, adını bir kişi veya kabileden almamış olması bakımından apayrı bir konuma sahiptir. İslam kelimesi adını iki kaynaktan almaktadır: “Teslim: Allah’a tam teslimiyet” ve “Selam: barış”.

İslamiyet; özünde insan ile yaratıcısı ve insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen tam ve bütünleşmiş bir düşünce yapısıdır. İnsanoğlunun her şeye kadir Allah’la olan münasebeti, onun bir yaratık olarak Yaradan’ının iradesine tam bir teslimiyetini ifade eder. İşte bu, “İslam” kelimesinin temel ve genel anlamıdır. Bu anlam Hz. Peygamber (s) tarafından tebliğ edilen iman kelimesiyle de sınırlı değildir. Nitekim Kur’an, Müslüman olarak Hz. Peygamber’den önce gelmiş çok sayıda peygambere atıfta bulunarak gerek Hz. İbrahim’in, gerekse diğer peygamberlerin dininin İslam olduğundan bahseder (Örnek olarak bakınız: Hac 22:78).

Öte yandan, insanların kendi aralarındaki ilişkilerde müsamaha ve merhameti gerekli kılan İslam’ın ikinci kaynağı “barış”tır. Hz. Peygamber (s) Müslümanı tarif ederken: “Müslüman odur ki, diğer Müslümanlar onun dilinden ve elinden emindirler.” buyurmaktadır.

Genelde Müslümanlarla gayrimüslimler ve özelde kitap ehli arasındaki ilişki çok yönlü bir konu olup, müsamaha ve barış bu ilişkinin temelinde yatan ikiz prensiplerdir. Gerek Kur’an âyetlerinde gerekse hadis-i şeriflerde buyurulan şey işte budur. Bu prensiplerle çelişen tarihî olaylara gelince, bu, İslam’a değil o olaylarla ilişkili Müslümanlara atfolunabilir. Tıpkı Hıristiyanlığa yakışmayan davranışların Hz. İsa’nın öğretileri değil de fert olarak izhar edilmiş davranışlar olduğu gibi.

İslamiyet şu özelliğiyle daha da öne çıkmaktadır: Başkalarına karşı barış içinde olması gereken bir Müslümanın kendisiyle de barışık olması gerekir. Bu, bir Müslümanın Allah’ın iradesine boyun eğmesi için gerekli olan bir görevdir. İslamiyet, hayatın gerek manevî gerekse maddî cihetleri arasında ortaya koyduğu ahenk bakımından eşsiz bir konuma sahiptir. Bir Müslümanın maddî konulardaki davranışı dininin manevî öğretileriyle yönetilip kanalize edilmektedir.

Müslümanların hemcinsleriyle olan muamelelerine gelince; onların itikadı eşitlik ilkesine dayalı bir muamelatı kabullenmeyi âmirdir.

İslam medeniyetine kıyasla diğer medeniyetlerin gelişmesi ve tanınabilir bir biçim alması asırlarca sürmüştür. Tabiri caizse, bu medeniyetlerin kesin bir başlangıç dönemi yani doğum tarihi yoktur. Ayrıca diğer medeniyetler doğdukları sosyal çevreden yükselmişlerken, yedinci yüzyıl Mekke Arapları temel taşı bilgi olan bir medeniyeti tesise muktedir değillerdi. Çünkü Araplar genellikle cahildiler ve okuma yazma bilmiyorlardı. Onları temellerine kadar sarsan ve sosyal yapılarını yerle bir eden, Hz. Peygamber’in daveti olmuştur. İlahi mesajı içeren bu davetle büyük bir değişime uğramışlar ve o zamanların bilim dünyasına dağılarak tarihin akışını değiştirmişlerdir.”

İSLAMİYET’İ DOĞRU ANLAMAK İÇİN HÜKÜMLERİN MAKSATLARINI KAVRAMAK

“Dünyevî zevklerin çekiciliğine kapılmak, Müslümanları Rabb’lerinin emirlerinden uzaklaştırarak ağır bedeller ödetmiştir. Günümüz İslam toplumunda hâl ve hareketleri tamamen İslâmî olan kimseleri bulmayı ümit etmek hayaldir. Hayatım boyunca edindiğim deneyimlere göre, İslam’a uygun hareket eden sadece bir avuç insan tanımışımdır ve kesin bir ifadeyle belirtiyorum ki, bunlardan birisi de Dr. Hassan Hathout’dır. Ricasına binaen “Müslüman Düşüncesini Anlamak” adlı kitabına bir takriz yazmak beni ziyadesiyle memnun etmiştir.

Dr. Hathout, olması gerektiği gibi gerçek anlamda İslam’ı anlamaktadır. Allah’a ve O’nun birliğine olan inancı, sadece İlahî vahyi ve Hz. Peygamber’in öğretilerini kabullenmesinin sonucu değil, fakat aynı zamanda mantık ve muhakemenin tatbik edildiği güçlü bir zihinsel faaliyetin ürünüdür. Böylesi zihinsel bir çaba, evreni ve insanın evrendeki varlığı konusu üzerinde durup düşünmeye teşvik eden sayısız Kur’an öğretileriyle tam bir uyum içindedir. Yine bu çaba insanoğlunun Yaradan’ı hakkındaki bilgisini arttırmaktadır (Bakınız: Âl-i İmrân 3/190-191).

Bu nedenle kitabın “Allah” başlıklı birinci bölümü Müslümanın Rabbini tanımasına yardımcı olacak bir yol haritası çizmektedir. Bu da iman etmeyi ve tam bir teslimiyeti kolaylaştıracaktır. Üslûbu; gençleri ikna edici, olgunları ve inançsız yetişkinleri inandırıcı bir özelliğe sahiptir.

İkinci bölümde Allah’ın varlığına işaret eden etmenlerin mantıksal analizi, Allah’ın varlığının tezahürleri konusunda daha fazla mantıksal analizlerde bulunmaya sevk etmektedir. Örneğin insanoğlu, yeniden diriliş ve ölümden sonraki hayat, insanla hayvan arasındaki farklılıklar ve üç büyük tek tanrılı dinde (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te) var olan ortak hareket noktaları gibi hususların analizi yapılmaktadır.”

MEDENİYET BİRİKİMİNDE İSLAMİYET’İN BÜYÜK PAYINI GÖRMEZDEN GELMEMEK

“Kitabın üçüncü bölümü İslamiyet’in ilginç ve objektif bir gözle izahıyla, onun diğer iki dinle olan ilişkisini ele almaktadır. İslam hakkında hiç bilgisi olmayan gayrimüslim bir okuyucu İslam’ın özellikle Hıristiyanlıkla olan bağlarını öğrenince muhakkak çok şaşıracaktır (Mesela bakınız: Mâide 5/82).

İslam medeniyetinin çeşitli bilim dallarında ve sanatta üstünlüğü, Batı medeniyeti üzerinde derin izler bırakmıştır. İslam medeniyeti Batı dünyasına, üzerinde kendi medeniyetini inşa edebileceği bir zemin bırakmıştır.

Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında geçmişten beri var olan ayrılığın kökeni siyasidir. Ayrılığın (uçurumun) sebebi bir din olarak İslam’ın gelmiş olması değildir. Kitabın müellifinin işaret ettiği gibi bugünün hâkim medeniyetini Judeo Christion=Yahudi-Hıristiyan olarak adlandırmak çok yanlıştır. Bu, ilk Müslümanların Batı medeniyeti üzerinde Yahudilerinkinden çok daha büyük etki bıraktığını gösteren ispatlı tarihî gerçekleri karartma girişimidir sadece. Bugünün medeniyeti yerinde bir ifadeyle Yahudi-Hıristiyan-Müslüman medeniyeti olarak tanımlanabilir. Bu bölüm, Yahudilerin peygamberi Hz. Musa’ya, Kur’an’ın verdiği değerin ölçüsünü açıklamaktadır. Hz. Musa ve halkının verdiği mücadelenin hikâyesi Kur’an’da defalarca tekrarlanmaktadır. Hatta Hz. Musa’nın adı bizim peygamberimiz Hz. Muhammed’den (sas) çok daha fazla geçmektedir. İsmail, İshak, Yakup, Musa, Harun, Davut, Süleyman ve Yusuf gibi (İsrailoğullarına gelen) peygamber adları İslam topluluğu içinde kullanılan yaygın isimlerdir.

Bütün bunlar göstermektedir ki, Müslümanlarla Yahudiler arasındaki anlaşmazlıklar mahiyet itibariyle dinî değil, siyasîdir. Filvaki, başka herhangi bir yerden ziyade güvenli bir sığınak ve iyi muameleyi bir İslam devletinde gördüklerini ilk kabul edecek olanlar Yahudilerdir. Nitekim İspanya’daki İslâmî yönetim sona erdiğinde oradaki Yahudiler yeni yöneticilerden kaçıp bir başka İslam devleti olan Osmanlı Devleti’ne sığınmışlardı.

Aynı şekilde, İslam ve Hıristiyan dünya arasındaki hoşgörü ve işbirliği, şayet gereken samimiyet ve siyasî irade gösterilmiş olsa, oldukça güçlenebilecektir. İki din arasındaki farklılıklar düşmanlığa davetiye çıkarmaz. Aslında bu bağlamda Müslümanların üzerine yıkılmış ve halen yıkımını sürdüren haksızlıklar zincirine bir son verilmesini gerektiren yeterli ortak çıkarlar mevcuttur. Bütün bunlara bir son vermenin ve asırlardır gittikçe artan küskünlük ve şiddeti ortadan kaldırmak için elleri birleştirmenin zamanı çoktan gelmiştir.”

YÖNETİCİYİ DE BAĞLAYAN ÇOĞUNLUK KARARI YÖNTEMİNİ BENİMSEMEK

“Kitabın en uzun ve en önemli olan dördüncü bölümü, İslam anatomisini analiz etmektedir. Dr. Hathout, kısa pasajlarla şeriat, İslam hukukunun özü, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve demokrasi konularını incelemektedir. İslam’ın manevî veçhesini oluşturan ibadet meselelerini, Müslümanları eğiten ve onlara şefkat, merhamet ve sevgiyi aşılayan ahlaki mesajları ele almayı sürdürmektedir.

Şeriatin gelişimi Hz. Peygamber’in ölümünden çok kısa bir zaman sonra başlamıştır. Gereken değişiklikleri meydana getiren cüretkâr şahsiyetlerden birisi, ikinci halife olan Hz. Ömer olup, Kur’anî hükümlerin bazılarını değişen şartlara uyarlama veya askıya alma konularında oldukça ileri gitmiştir. Maamafih Halife Ömer’in aldığı kararlar keyfî olmayıp, Kur’an’ın buyurduğu emirlerin doğru anlaşılıp yorumlanmasına ve de o bölgede hüküm süren şatlara tatbik edilmesine dayanıyordu. Böyle özel hallerde orada hazır bulunan Hz. Peygamber’in bilgili ashabına danışıyor, bir çeşit danışma meclisi oluşturuyordu. Hepsi de Hz. Ömer’le mutabık kalıyorlardı.

Hz. Ömer, içtihatlarında Kur’an ve hadis metinlerinin sade (yalın) anlamından ziyade akıl ve buyruğun amacına önem veren görüşe bağlı kalmıştır. Yeni ve her daim değişen ahvali kapsayacak şekilde Allah ve peygamber buyruğunun nasıl yorumlanması, uyarlanması veya geliştirilmesi gerektiğine dair Dr. Hathout’un görüşlerinden edindiğim intiba, kendisinin de aynı sisteme meylettiğini göstermektedir.

Yazar İslam ve demokrasi arasındaki münasebeti fevkalade güzel açıklamaktadır. Kur’an ve sünnetle de kanıtlandığı gibi, İslâmî bir hükümet belli bir anayasal şekil içermez. Kur’an ve sünnetin gösterdiği yol, herhangi bir anayasanın dayandırılabileceği temel prensiplerdir. Bir ülke yöneticisi, (halk tarafından) seçilmelidir. O da ülkeyi kanunlara uygun idare eder. Toplumu alakadar eden meseleler çoğunluğun kararlarıyla düzenlenmek zorundadır. Ki bu da “şûrâ” sisteminin özüdür. Nitekim İslam devletinin başkanı sıfatıyla Hz. Peygamber, bir konuda nasıl davranması gerektiği hususunda ilahî vahiyle bir yol gösterilmediği sürece şûrâ sistemine başvurmuştur.

Uygulamada şûrâ sisteminin nasıl işletileceğine gelince, bütün formaliteler, zaman ve mekânın ihtiyaç ve şartlarına göre tespit edilmek üzere serbest bırakılıyordu. Böylece, esnekliğin en hayati unsuru garanti ediliyordu. Hz. Ömer normalde, şûrâ meclisini camide yönetirdi. Mevzubahis olan mesele zor ve üzerinde derin düşünmeyi gerektiriyorsa bütün şûrâ üyelerini istişare için kasabanın dışındaki açık bir alana götürürdü. Orada günlerce kalır ve sonunda halifenin de bağlı kalacağı bir çoğunluk kararı çıkıncaya kadar meseleyi enine boyuna tartışırlardı.

Şûrâ sistemine uygun bir şekilde yürütülen çoğulcu yönetime ilaveten İslamiyet “insan hakları” kavramını sağlam bir şekilde tesis etmiştir. İbadet etme, konuşma ve serbest hareket etme özgürlüğü ile vatandaşlar arasındaki eşitlik gibi meseleleri diğer uluslar bunları kendi sistemlerine dâhil etmeden asırlar önce güvence altına almıştır. Maalesef, İslam’ın doğuşundan bu yana çok şey değişti. İslam anayasasının o saf, bozulmamış özelliklerinin çoğunun kaybolup gitmesine göz yumulmuştur! Bu yüzden bazı Müslüman devletleri, İslam ile demokrasi arasında kesin bir antipati olduğuna dair intibalarından kurtulamamaktadır.

İslam’ın getirdiği ahlakî standart oldukça yüksek olup hayatın tüm yanlarını kapsamaktadır. Bu standart gerçek bir Müslümanı cömert, müsamahakâr, mütevazı kıldığı gibi kendi hısım ve akrabalarına olduğu kadar Müslüman kardeşlerine karşı da o derece iyilik yapmaya müheyya kılmaktadır.

Kitabın yazarı Müslümanları asırlardır etkileyen ve gayrimüslim birisine İslam’ın ne olduğuna dair canlı bir tablo çizen Kur’an ve sünnetten alınmış fevkalade parlak örnekler sunmaktadır.

Kitabın beşinci ve son bölümü tüm dünyada çok tartışılan siyasi ve ictimaî meseleleri ele almaktadır. Yazarın görüşleri ve çözüm önerileri, kendisinin İslam şeriati ve onun ortaya koyduğu ahlakî prensiplere karşı olan derin vukûfiyetinin bir yansımasıdır. Bazı Müslümanlar yazarın ileri sürdüğü nazariye ve sonuçları konusunda aynı fikirde olmayabilirler. Böyle görüş ayrılıkları İslam’da hoş görülür. Bu konuda Hz. Peygamber’in bizler için vazettiği kural şudur:

Söz konusu olan bir meselede gerçeği bulma veya çözüm aramada aklını kullanan ve aradığı cevabı bulan kimseye iki sevap verilir. Aklını kullandığı halde gerçeği ıskalayana ise bir sevap verilir.

Fikrimce, Dr. Hathout’un Kur’an ve sünnet metinlerinin yalın anlamlarından ziyade onların temel nitelik ve vazedilmelerindeki hikmeti arama çabaları, kendisine bir değil iki sevap kazandıracaktır.” (s.9-25).

 Kaynaklar:

1.    http://www.isav.org.tr/, 11.11.2018.

2.    İlyas ÇELEBİ ve Mehmet BULGEN (Ed.); İslâm Düşüncesinin Kurucu Unsurları: Usûl-i Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf ve İslâm Felsefesi, Yayın Hazırlayanlar: İsmail Kurt, Seyit Ali Tüz ve Halil Yılmaz, Ensar Neşriyat, İstanbul 2016, 542 s.

3.    İSAV Yayınlarının pdf nüshaları için: http://www.isav.org.tr/kitap_pdf_dosyalari 

4.    Hassan HATHOUT; İslam Düşüncesini Doğru Anlama, (Özgün Adı: Reading The Muslim Mind), Takdim: Ali Özek, Takriz: Ahmet Zeki Yemânî, Çeviren: Erdem Öztekin, İSAV Yayınları, İstanbul 2018, 160 s.

Doç. Dr. Fethi Güngör / Diriliş Postası

adminadmin