Kültür
Giriş Tarihi : 18-02-2018 14:00   Güncelleme : 18-02-2018 14:00

İslam’da Şehir; Bir Medeniyetin Hülasası

İslam dünyası söz konusu olduğunda Bağdat’tan Endülüs’e kadar, İslâm’ın mânâsının değdiği her yerde İslami anlayışın ve medeniyetin izlerini görmek mümkündür. Şehirlere İslâmî kimliği kazandıran temel, İslam prensiplerinin ta kendisidir.

İslam’da Şehir; Bir Medeniyetin Hülasası

İnsanı nasıl tanımlarsanız, medeniyet ve kâinat tasavvuru da o minvalde şekil bulur, o tanımın çerçevesine oturur. İslâm, Allah Resûlü ile insanın varlık hikmetini yeniden hatırlatarak, insana özünü bulmanın anahtarını sunmuştur. Kâinatın özü bir İnsan’da... Varlık hikmeti ve kâinat tasavvurumuzun özü yine onda saklı. Dünyaya müteallik her mevzuda insanın matuf olduğu mihrakına tutunması, meselenin özünü kavramak için ehemmiyet arz eder. Mevzuumuz şehir olunca İslâm’da şehrin nidüğü ve nasılını görmek, İslâm’ı, ahlâkını, teklif ettiği yaşam tarzını ve ilk örnek şahsiyetlerin adımlarını takip etmekle mümkündür. Ve mihrak hep baş noktadır.

Şehir; Medeniyetin Aynası

Şehirler, insanoğlunun ortak değerlerinin, ahlakının ve ruhunun yansıması olarak vücut bulur. Esasında şehirler, tarih boyunca insanların çabaları ve ideallerini daha büyük bir mekana taşıma çabasının ürünüdür. Şehir, kültürel oluşumun tezahür ettiği en temel mekândır. Merkezinde insan ve insanın hayat tasavvuru vardır. Bu yüzden şehirler, insan hayatının çerçevesini oluşturur. Hayat tarzını doğrudan etkiler ve şekillendirir.

F. Braudel, her şehir ait olduğu medeniyetin bir eseridir der. Öyle ki medeniyetler, kendi tohumunu yeşerttiği şehirlerde kök salar, büyür ve meyvelerini oradan verir. Bu yüzden şehirler, esas hüviyetini kanatları altında olduğu medeniyet vasıtasıyla kazanır. Medeniyetinin insanları ile nefes alır, canlılık kazanır. Şehre, şehrin insanına ve yapısına baktığımızda şehrin medeniyetin doğrudan bir aynası olduğunu görebiliriz. Bugünün ve geçmişin şehirlerine baktığımızda şehri var eden unsurların hep aynı olduğu da göze çarpar. Oysa Avrupa şehirlerinden Hint şehirlerini ayıranla, İslâm şehirlerinden Kuzey şehirlerini ayıran şey coğrafi ve iklimsel şartların ötesinde insanların inancı, ahlâk anlayışı, hayat tasavvuru ve idealleridir.

İslâm dünyası söz konusu olduğunda Bağdat’tan Endülüs’e kadar, İslâm’ın mânâsının değdiği her yerde İslâmî anlayışın ve medeniyetin izlerini görmek mümkündür. Şehirlere İslâmî kimliği kazandıran temel, İslâm prensiplerinin ta kendisidir. Böylece İslâm kentini tanımak için başvurulacak ilk noktaların Kur'an, Hadis, Sünnet ve Asr-ı Saadet tablosu olması gerektiği de ortaya çıkar. Kısacası İslâm şehri yalnız maddî yapı, kuru bir mimari olarak telakki edilmemeli, inancın ve ahlakın cisimleştiği bir mekân olarak görülmelidir. Mimariyi hayatın ana hatlarından biri gören Turgut Cansever, yapıyı standart çerçevesinden çıkarır ve şöyle der: “Mimari, farklı varlık düzeylerinde ortaya çıkan problemleri değerlendirmek, tercihlere dayalı kararları almak ve mümkün seçenekleri ayıklamak suretiyle geliştirilen bir insan ürünü olması hasebiyle estetik ve teknolojinin alanında yer almaz. O, ahlak ve din alanının bir ürünüdür.”(1) İslâm şehirlerindeki ilişkiler insanî bağlar üzerine inşa edilmiştir. Ruhî inceliğin tesirini İslâm eserleri ve yapılarının üzerinde doğrudan görmek mümkündür. Bundan mülhem diyebiliriz ki “İslâm ve İnsan” İslâm şehrinde merkezi plandadır.

İslâm şehrini ve Müslümanların medeniyet tasavvurunu daha iyi idrak edebilmek adına, günün hâkim kültürü batının kent anlayışına kısa bir bakış atalım ve tarihe hapsettiğimiz İslâm şehriyle bugünümüze dair muhasebe kapılarını zihinlere aralayalım.

Batı’nın Kent Anlayışı   

M. Weber, şehri çevirmiş güçlü kale ve surları, ticaretin sağlanacağı pazar yeri, kendisine özgü ve kısmen özerk mahkemesi ile politik (askeri) ve ekonomik unsurların tutarlı bir bütünlük sağlaması sayesinde ortaya çıkan oluşumu “Batı Kenti” diye tanımlar ve bu tanımını gerçek şehir tipi olarak ortaya koyar.(2) Weber, modern toplumun pek çok özelliğinin beşiği olarak orta çağ şehirlerini görür. K. Marx ise şehri, mülkiyet ilişkileri çerçevesinde ele alır. Kısacası batı için kent, nüfusun, üretim araçlarının, zevklerin yâni her türlü maddî ihtiyacın toplandığı mekândır.

Batının medeniyet tasavvurundaki hâkim fikir şehirler vasıtasıyla bir nevi surete bürünmüştür. Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle bir plastite medeniyeti olan batının, şehir planında da en belirleyici unsuru “imaj”dır. Heykeller, su fıskiyeleri, ağaç ve benzeri unsurlar en ihtişamlı haliyle şehrin en önemli yerine otururlar; bunlar batının şehir algısındaki peyzaj unsurlarıdır. Batı hayat algısında hayatı açıkta, herkesin önünde yaşamak aslolan ve gayet tabii bir durum olarak karşılanır oysa İslâm hayat tarzında mahremiyet merkezi plandadır.(3) Mazgal tabiriyle karşılayabileceğimiz batı şehir tipinin bir sokağından bakınca kilometrelerce ötesini temaşa etmek mümkün iken İslâm şehirlerinin çıkmaz sokaklarla örülü mahalleleri toplumun mahremiyet hassasiyetinin bir yansıması olarak doğmuştur. Batının ideal kenti tabiata üstünlük kuran, onu dize getiren bir anlayışı temsil etmektedir. Bugün bu anlayış devasa tekno yapılar olarak karşımıza dikilmektedir.

Batı’nın kent anlayışına dair yazılacak pek çok şey var, yazımızın çapı, mevzuyu o genişlikte işlemeye müsait olmadığı için şimdi yüzümüzü İslâm şehrine dönelim.

Medeniyet Timsalleri; İslâm Şehirleri

Medine, İslâm’ın kalplere, ellere ve hayata tesir ettiği, büyüyüp yeşerdiği ve meyvelerini verdiği şehirdir. Medine, Allah Resûlü’nün hayatına ev sahipliği yapan peygamber şehri; İslâm’ın temel prensiplerinin kendinde göründüğü, ahlâkının orada şekil bulduğu ve Müslümanca yaşamanın tecrübe edildiği ilk şehirdir. Kurumların özü ve temel prensipler hep Medine döneminde şekillenmiştir. Medine, esasında medeniyetin anasıdır. Medeniyet ve şehir tasavvurumuzun mihrak noktası da Allah Resûlü’nün Medine’sidir. Bu yüzden bütün İslâm şehirlerinin dış yüz çehresinin ve öz olarak manasının benzerliği, Allah Resûlü’nün Medine’sinin mihenk taşı olarak kabul edilmesinde saklıdır. Böylece her İslâm şehri, çağdan çağa Medine’nin bir yansıması olarak şekil bulmuştur.

Zaman içerisinde pek çok bölgede kırsal hayatın yerini “Medine” modelinde hızlı bir şehirleşme almıştır. İslâm şehri, tüm birimleriyle içtimaî güven ve huzur ortamını sağlamış; şehrin fizikî unsurlarından doğum, ölüm, evlilik, bayramlar gibi hayatın en ince ritüellerine uzanan bir alanda İslâm yepyeni bir anlayışla şehirli bir medeniyet tesis etmiştir. İslam fetihleri Hz. Peygamber’den sonra tüm hızıyla ilerlemeye devam etmiş ve pek çok bölge İslâm’ın hakimiyeti altına girmiştir. İslam devletleri, fethedilen bölgelerdeki antik dünya mirasını reddetmekten uzak kalarak, İslâmî bir nefes üflemek suretiyle şehirleri yepyeni bir forma taşımıştır. Bu tavır pek çok bölgede korunmuş, İslâm’ın temel prensiplerine tezat teşkil eden unsurlar ise tarih sahnesinden silinmiştir. İslâm tarihi boyunca fetihlerin genişlemesi ve nüfusun artışı ile yeni şehirler de kurulmuştur. Yeni kurulan şehirler başlangıçta garnizon-askerî şehir özelliği gösterirken fetih sahasının genişlemesi ve nihayetinde doğal sınırlara ulaşılmasıyla yerini ilim ve kültür şehirlerine bırakmıştır. Irak’ta Basra ve Kufe, Mısır’da Fustat bu minvalde gelişim gösteren şehirlerdendir. Bağdat, Buhara, Semerkand ve Nişabur sıfırdan inşa edilip ilim ve kültür merkezi halini alan şehirlerdir. Bunlardan Bağdat’ın siyasî, kültürel, ilmî ve iktisadî bir merkez olarak İslâm düşünce ve kültüründeki rolünü başka hiçbir şehir oynamamıştır. “Çoğunluğu nehir havzalarında ve ticaret güzergâhlarında kurulan ve kalabalık kitleleri çeken bu şehirler, özellikle Abbâsîler devrinden itibaren görülmemiş bir iktisâdî canlılığa ve sosyal hareketliliğe sahne olmaktaydı. Bu canlılık içinde Müslümanlar daha çok şehirlerde yaşayan ve ticaretle uğraşan şehirli bir unsur olarak fethedilen ülkelerin İslâmlaştırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Bir anlamda İslâm antik dünyanın karşısına şehirli-medeni bir üst kimlikle çıkmış, onu cezbetmiş, sürüklemiş ve dönüştürmüştür. Tarihsel olarak da bakıldığında İslâm’ın gelişmesi ve yayılması, olağanüstü bir şehirleşmenin paralelinde gelişmiştir. İslâm dini, bu şehirlerde yaşayan halkın hukuki, ticari, askeri ve yüksek şehir hayatının ince muaşeret adabının esasını teşkil etmiştir. Neticede, göçebe topluluklar, peşi peşine yerleşik hayata geçmişler ve kısa zaman sonra yüz binleri bulan nüfusu ile bu şehirlerde ortak bir Müslüman kimlik kazanmışlardır. Mesela; Basra ve Kûfe şehirleri, kuruluşlarından otuz yıl sonra sırayla 200.000 ve 100.000 üstünde bir nüfusa sahip olmuştur. Aynı şekilde Bağdat şehri kuruluşundan kırk yıl sonra 2.000.000 nüfusuyla, Ortaçağ dünyasının en kalabalık şehri durumuna gelmiştir.”(4) Tarih sahnesindeki bu hızlı şehirleşme karşısında A. Miquel’in tespiti oldukça yerindedir: “İslâm âleminin her yerinde şehirler, bir bitki ve çiçek gibi birden bire ortaya çıkıyor ve çatlayıp açılıyordu.”

İslâm Şehri’nin Can Damarları

İslâm şehirlerini bir bütün olarak göz planına aldığımızda bizi karşılayan plansız yapılardan mülhem karmaşık bir görüntüdür. Böyle bir yerleşim usûlünün dayandığı fikrî temeller olmakla birlikte, tüm bu kargaşanın ortasında hayatları birleştirici merkezi bir yapı tüm ihtişamıyla göze çarpar: Cami. Allah Resûlü’nün Medine’yi teşrifiyle birlikte yaptığı ilk iş Müslümanlar için bir mescit inşa etmek olmuştur. Bu mescit, yalnız ibadet mekânı olmamış, aynı zamanda siyasî manada bir yönetim merkezi, dinî ve ilmî eğitim mekânı ve Müslümanlar için kaynaşma ve sosyalleşme alanı olmuştur. İslâm medeniyet tarihinde camiler, yüzyıllar boyunca kültürel, sosyal, siyasal ve kısmen ekonomik faaliyetlere şamil bir merkez konumundadır. Batıda bu misyon şehrin etrafında örgüleştiği devasa meydanlara verilirken, cami ise hayatın onun etrafında örgüleştiği bir konumdadır.  Kısacası camiler, İslâm şehrinin hâkim unsurudur. Caminin bu misyonunu yirminci asrın sonlarına kadar taşıdığı söylenebilir. Sonrasında ise bünyesinde taşıdığı misyon seküler anlayışın tesiri ile ondan koparılıp alınmış ve yalnız ibadet mekânı profiline terkedilmiştir.

İslâm şehrinde hayata müteallik diğer yapılar doğrudan caminin etrafında teşekkül eder: Bunlar hükümet konağı (yönetim merkezi), çarşı, bedesten, medrese, kabristan gibi içine daha pek çoğunu dahil edebileceğimiz temel yapılardır. Caminin avlusundan dışarıya açılan kapılar şehrin ana yollarını oluşturur. Bu kapıların ardından şehrin ticari mekânı olan bedesten ve çarşılar bizi karşılar. Çarşıların tanziminde de yüksek bir hassasiyet gösterilerek en temiz ve kıymetli malın satıcıları merkez câminin yanından başlayarak temizlik ve güzelliklerine göre belli bir hiyerarşi içinde yerleştirilmişlerdir. Önce buhur, ıtır satıcıları, sarraflar ve mücevheratçılar, daha sonra kitapçılar, ciltçiler, terziler, kilim, battaniye satıcıları ve en uzak yere ise dericiler, yiyecek, ağaç, metal işçileri, demirciler ve toprak eşya satıcıları yerleştirilmiştir.(5) Allah Resûlü’nün Medine’ye gelişinin ardından çok kısa bir zaman sonra Müslümanlar için temiz ve helal bir pazar kurdurması ve oraya İslam ölçülerince kurallar tayin etmesi hatırlandığında, çarşı ve pazarın ilk dönemden itibaren İslâm şehir hayatının temel taşlarından biri olduğunu görebiliriz. İslam şehirlerinin önemli özelliklerinden biri de ticaret ve ikamet alanlarının birbirinden ayrılmış olmasıdır. Mahalleler müstakil bir yapı arz edecek şekilde konumlanmışlardır. Ayrıca pek çok İslâm şehrinde cadde ve sokaklar üzerinde geçişi kontrol etmek için mahalle aralarına açılan kapılar mevcuttur.

İç içe geçmiş evlerden oluşan mahalle örgüsü, İslâm şehirlerini diğer kentlerden ayıran en önemli özelliktir. İslâm şehirlerinin kargaşa gibi görünen maddî yapısının ardında, oturmuş bir iç nizam, sıkı komşuluk bağları ve kimlikleşmiş bir mahalle kültürü bizi karşılar. Evlerin tüm o iç içeliğine rağmen, mahremiyet hassasiyeti ve güvenlik mimaride birince planı teşkil etmektedir. İslâm şehirlerinde Hz. Peygamber ve ona yakın dönemlerinde evler tek katlı ve tek odalı evlerden müteşekkil iken, zenginlik ve refahın artışı ve yapı malzemelerinin gelişimi ile iki ve daha fazla katlı evler de yapılmıştır. Evlerin dış yüz mimarisi, zenginlik ve kudret temsil edici bir yapıya büründürülmemiş, esas yurdun ahiret yurdu olduğu idrakiyle evler ihtiyaca binaen inşa edilmiştir. İhtişam ve kudret sembolü olan eserler çoğu zaman kamu malları niteliğinde olan hükümet konağı yahut saray, medrese ve özellikle camilerdir. Turgut Cansever ifadesiyle İslâm mimarisi bir kudret sembolü değildir; bir fetiş (şirk) nesnesi değildir... Osmanlı çerçevesinde karşılaştığımız bu mahalle kültürü iç kontrol mekanizması ile kendine hayran bırakan bir yapıdadır. Cami mahallelinin beş vakit namazda bir araya geldiği mekân olarak aynı zamanda tam bir dayanışma ve kontrol mekanizmasıdır. Tabii olarak mahallenin başında imam ve seçimle gelen yönetici bir” heyet bulunur. Mahalleli birbirini tanır ve her biri birbirinden sorumludur. Mahalle bir nevi namustur. Mahalle nizamının her işini mahalleli ortak bir anlaşma sistemi ile yürütür. Günümüzün belediyelerinin görevleri, mahallelinin sorumluluk, dayanışma ve yardımlaşma bilinciyle kurduğu vakıflar yerine getirir. “Geleneksel İslam şehirlerini, modern şehirlerden ayıran, mahallenin kendi yaralarını, kendi saran, meselelerini yerinde halleden bir özelliğe sahip olmasıdır.”

Son Söz

Sathi ve şahsi gösterişçiliğin hâkim olduğu 21. yüzyılda insanlık tarihi daha önce benzeri olmayan bir kültürel kirlenmeye maruz kalmıştır. Bu kirlenme kendi inanç temellerinden kopartılan, inançlarının özüyle bağları kesilerek yabancılaştırılan gizli sömürge konumuna düşmüş İslâm ülkelerinde daha vahim ve tahripkâr boyutlara ulaşmıştır.(6) Hal böyleyken bizlerin şehir anlayışımızda da yepyeni bir dünya görüşüne ve bu dünya görüşüne göre gelişmiş yeni imar anlayışına ihtiyacımız var. Bu dünya görüşü estetik adına düne dair ne varsa zihnimizde örgüleştirecek, olması gereken yâni ideal olanla bizi buluşturacak ve hayata tatbik etmemize yol açacaktır. Her dünya görüşünün bir ŞEHİR ANLAYIŞI vardır. Yukarıda farklı dünya görüşü ve şehirlerden birkaç misal verdik. Nihai noktada ise özlemini duyduğumuz Büyük Doğu şehirleri vardır. Muradımız bu çerçevede mimarlarımızın yetişmesi ve Üstadın “her türlü bediiyata sahiptir” dediği şehir anlayışına kavuşulmasıdır.

Dipnotlar

1-Turgut Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimari (İstanbul: İz Yayıncılık, 1997), 15.

2-Max Weber, Şehir: Modern Kentin Oluşumu (İstanbul: Bakış Yayınları, 2010).

 

3-İslâm ve Batı Şehrinde Kentsel Mekânın Kimlik Bileşenleri, son güncelleme 19 Aralık, 2017, http://www.sehirdusunce.com/makaledetay.aspx?MID=3.

4-Dr. Mustafa Demirci, İslâm’da Şehir ve Şehrin Sosyal Dinamikleri (2003), 132. (19.12.2017)

5-A.g.m., 139.

6-Turgut Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimari.

Z. Nurseli GÜLEÇ - Aylık Dergisi 160. Sayı

adminadmin