Fikir
Giriş Tarihi : 29-03-2015 12:43   Güncelleme : 29-03-2015 12:43

İşte Uydurukçanın Mucidi!

Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim

İşte Uydurukçanın Mucidi!
Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim... Ya bunlar Türkçe değil, ya da ben Türk değilim 7 Mart 1933: TDTC Genel Merkez Kurulu toplanır. Arapça ve Farsça’dan gelen kelimelere savaş açılır, yerlerine yeni “tilcikler” konması için karar alınır. KAKINÇ, aldatı, YONTU, söylev, gömüt, imge, NESNEL, avunç, bağıt, kaydırgaç, erek, varsıl, Açgı, basçık, alnaç, alışkı, İÇERİK, ansıma, ÇAVLAN, ardıl, Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim... Ya bunlar Türkçe değil, ya da ben Türk değilim! Necip Fazıl Kısakürek Peki biz niye kıvıramıyoruz? Lisanımız kısırlaşmış da ondan... Bin kelimeyle iktifa edersen olacağı bu, zihni melekelerimiz dumura uğruyor. Herkesin ağzında bir “stres”. İyi de stresten maksadın ne güzelim? Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, sıkıntı mı, endişe mi, kasvet mi, nedamet mi, melâl mi, enduh mu, füduret mi, hüzün mü, hüsran mı, hicrân mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, matem mi, gaile mi? Söyle hangisi? Kısrak, beygir, aygır, tay, gölük, kadana, küheylan, safkan, ester, güre, kulun, midilli, rahvan... Bunların hepsi ayrı şeyler ama “at” deyip geçiyoruz alayına... Araplar aslana esed deyip geçemiyorlar ama... Adam n’apsın? Lûgatında 20 ayrı aslan olunca... MİLLİYETÇİLİK DERSLERİ “...Kemalizm Türkçülüğü, Ziya Gökalp Türkçülüğünü reddetmez tamamlar. Ziya Gökalp için menşe birliği mevzubahis değildi, yabancı kaynaktan gelen fakat Türk kültürüne temessül eden ve onunla kaynaşan her şey Türk’tü. Kemalizm Türkçülüğüne göre ise “her Türk asıllı olan Türk’tür”; yabancılaşmaya yüz tutmuşsa, onu tekrar kültürüne döndürmeli, zira o Türk’ün malıdır... (Agop Dilaçar, “Alpin ırk, Türk etnisi ve Hatay halkı”, CHP Konferanslar Serisi)  KURTULUŞ GEOMETRİDE!  Atatürk’ü, siyaset olaylarının büyük bir devlet adamı yaptığı gibi, yurdun kültür sorunları da onu büyük bir eğitimci durumuna getirdiğini, bu nitelikleriyle bîr önder değil, içten, özden, yüreği açık bir Ata, kılıcı ile ulusunu kurtaran, kalemi ile de onu yükselten bir şahsiyet olarak tanımlamaktadır.  Büyük bir asker, devlet adamı, önder, eğitimci deha olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta ifade ettiği “... Millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu...” anlatmanın en güzel örneği hayatının son yılında yazdığı Geometri kitabıdır. Agop Dilaçar  MAZHAR OLMUŞ  “Atatürk, (Elâziz) seyahati esnasında Sivas’a uğradı. Burada bir okulda (Sivas Lisesi) talebeyi imtihan ederken Hendese (Geometri) terimlerinin hâlâ eskisi gibi devam ettiğini görmüş, canı sıkılmış. Derhal, Atatürk’ün yanında bulunan Celal Bayar, Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’a yazdığı bir telgrafla bu kitapların okullardan kaldırılmasını bildirmiş. Saffet Arıkan’ın cevabı şu oldu: “İlk irşadınıza bendeniz mazhar oldum.” Asım Us  KUTUNBİTİK ALDIM  “Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlardan birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım” Gazi Mustafa Kemal  KARANLIKTA N’APCAZ?  ...Teklif, tavsiye, telkıyn için ÖNERİ; alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih, müstehcen, münhâl, üryan, meftuf, berrak ve defisiter için AÇIK “sözcük”leriye yetinmek zorunda kaldığımız kafama dank etdi! Türkolog Prof. Otto Jastrow şu tesbitte bulunuyor: “Bu yüzden Türk Dili kültürel çokkatlılığını ve nüans zenginliğini geniş ölçüde kaybederek yeniden ilk çıkdığı tek boyutlu bozkır diline yaklaşıyor.”  Aynı bağlamda babam da derdi ki “Yakında artık karanlıkda konuşamayacağız. Çünki el kol işâreti yapmaksızın merâmımızı anlatabilme imkânını kaybediyoruz.”  Yağmur Atsız  BARİ AHENKLİ OLSA  Şair Bâki “Baş eğmeziz” demiş, “edâniye dünyâ-yı dûn için, Allah’adır tevekkülümüz i’timâdımız.”  Şu inceliğe, şu derinliğe bakın. Edâni, dünya ve dûn... Üçü de “deni” kökünden geliyor, yani “alçak!”  Bir mısrada peş peşe “alçak alçak alçak” demek zorunda kaldığınızı düşünün...  Tuhaf... Acizlik... Nakarat! Böyle bir dille ne şiir olur, ne sanat! Ne gönül okşar, ne kulak!  Hayati İnanç  BİR İHTİMAL DAHA  Bir olasılık daha var. O da ölmek mi dersin? Söyle tinim ne dersin?  ...İş buna gidiyordu. Yani ‘Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedelsin’i; ‘kavuşgung başka acun, sen bir yaşama karşılıksın’ diye çevirirseniz bu Türkçe mi olacak?  Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya  Agop Martayan Dilâçar (22 Mayıs 1895 – 12 Eylül 1979), Türk lisanı üzerine uzmanlaşmış Ermeni asıllı Türk dilbilimcidir (filolog). Türk Dil Kurumu’nun da ilk genel sekreteridir.  Mustafa Kemâl Atatürk’ün Türkçe ile ilgili çalışmalarına verdiği katkılardan dolayı Dilâçar soyadını alır. Ermenice ve Türkçe’nin yanında İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Lâtince, Almanca, Rusça ve Bulgarca bilmektedir. 1915 yılında Robert Kolej’den mezun olur. Birinci Dünyâ Savaşı’nda Kafkas cephesinde görev alır. 1919’dan itibâren de Robert Kolej’de İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başlar.  Savaştan sonra, Beyrut’ta bir Ermeni okulunun müdürlüğünü ve Beyrut’ta Ermenice yayınlanan ilk gazete olan Luys (Işık) genel yayın yönetmenliğini üstlenir. Karısı Meline ile birlikte gittiği Sofya’da eski Türk dili ve Uygurca dersleri verir ve ilk kitabını neşreder. 22 Eylül 1932 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda, Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığında gerçekleştirilen Birinci Türk Dil Konferansı’na İstepan Gurdikyan ve Kevork Simkeşyan ile birlikte dil uzmanı olarak dâvet edilir. Daha sonra çalışma ve araştırmalarını yeni kurulan Türk Dil Derneği’nin başuzmanı ve ilk Genel Sekreteri olarak sürdüren Agop Martayan, 1934’teki Soyadı Kanunu dolayısıyla, Atatürk’ün kendisine Türk Dili’nin gelişimine katkılarından dolayı teklif ettiği Dilâçar soyadını memnuniyetle kabûl eder. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi çalışmalarıyla, Türk Milleti’nin ve Türk Dili’nin kökenlerinin bulunması konusunda önemli bilgileri ortaya çıkarır. 1936-1951 yılları arasında Ankara Üniversitesi’nde dil-tarih ve Türkoloji dersleri verir ve Türk Dili üzerine önemli çalışmalar yapar. Lâtin harfleri ile yeni Türk abecesinin (alfabesinin) oluşturulması çalışmalarına katılır.  1942-1960 yılları arasında Türk Ansiklopedisi’nin hazırlanması çalışmalarında başdanışmanlık yapar. Türk Dil Derneği’ndeki görevini ve dil çalışmalarını 1979’daki ölümüne kadar sürdürür.  Mustafa Kemâl’e ATATÜRK soyadının verilmesini TBMM’ye teklif eden kişidir. Hâttâ onun imzasının da hazırlayıcısı olduğu söylenir.  BİR ANI…  Agop Martayan, Robert Kolej’i, New York Bilim Ödülü alarak bitirdiği hafta askere alınmış, yedek subay olarak önce Diyarbakır’a, sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilmişti. Büyük kahramanlıklar gösterdiği cephede yaralandı ve madalyayla ödüllendirildi. Daha sonra da, azınlık subaylarına yönelik önlemler çerçevesinde Güney Cephesi’ne gönderildi. Halep’e asker gözetiminde varan Agop otele giderken yolda tutsak İngiliz askerlerle karşılaştı.  Hint bir albay Agop’a, salçalı yemekleri yiyemediklerini, kendilerine kuru gıdalar verilmesini söyledi ve ondan, bu isteğini Türkçe’ye çevirmesini istedi.  Agop, tutsak Hint albayın bu isteğini yerine getirdikten sonra gittiği otelde gece yarısı, “casusluk yaptığı” suçlamasıyla gözaltına alındı. Komutana hesap vermek üzere iki asker gözetiminde Şam’daki birliğine gönderildi. Şam’da huzuruna çıkarıldığı komutan Mustafa Kemâl’di. Mustafa Kemâl, Agop’la ilgili raporu okuduktan sonra, biraz hayranlıkla, biraz da merakla sordu: “Nasıl oldu da kaçmadın, kolaylıkla kaçabilirdin”...  Agop, Kafkas Cephesi’nde aldığı madalyasını işaret etti: “Bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değildir” dedi ve ekledi, “Kafkas Cephesi’nden kaçmayan herhâlde Şam sokaklarından kaçacak değildir. Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar”.  Askere “süngüyü çıkar” buyruğu veren Mustafa Kemâl, genç subaya bir öğüt verdi: “Halep’te seni tutuklayan komutanını kötülüyorsun ama o haklıydı” dedi. “Seni de anlıyorum... Gençsin, yedek subaysın, daha askerî kanunları okumamışsın, bilmiyorsun. Şunu bilmelisin ki, tutsaklarla temâs etmek yasaktır”.  Mustafa Kemâl, Agop’un yanında taşıdığı kitabı gördü ve ilgilendi. Lâtin harfleriyle yazılı Türkçe’yi ilk kez o kitapta görüyordu.  Agop’a, tabancasını, belgesini verdi ve “Şam'ı biliyor musun” diye sordu. Agop “Şam’ı çok iyi bilirim” deyince Mustafa Kemâl ona bu kez, özel bir izin verdi: “O hâlde git, şehri biraz gez, ondan sonra gel” dedi.  Agop’un belgesi elindeydi. İstese, bu belgeyle firar edebilirdi. Tam kapıdan çıkarken, Mustafa Kemâl onu geri çağırdı: “Gel bakalım senin üstün başın perişan” dedi. “Bu perişan giysilerle Şam’ı gezmek olmaz”. Cebinden kartını çıkardı, bir not yazdı, kartı Agop’a uzattı ve gerekli yere vermesini söyledi. Kartta şu yazı vardı: “Bu mülâzım efendiyi giydiriniz ve tabldotumuza dâhil ediniz”.  Aradan yıllar geçti. Sofya Üniversitesi’nde çalışan Agop adlı bir bilim adamının, İstanbul’da yayımlanan Ermenice Arevelk gazetesinde “Türk Yazıtlarının 1200. Yıldönümü” başlıklı bir yazı dizisi yayımlandı. Bu yazı dizisi, dil devrimi hazırlıkları içinde olan Mustafa Kemâl'in dikkatini çekti. Yazıları okudukça, yazarının kendisine hiç de yabancı gelmediğini duyumsadı. Yıllar önce Şam’da câsus diye karşısına getirilen Ermeni yedek subayı geldi gözlerinin önüne.  Yazarın fotoğrafını görmek istedi.  Eşinin annesinin evini bilen bir kişi gitti, oradan aldığı Agop’un bir fotoğrafını getirdi. Mustafa Kemâl, fotoğraftaki Agop’u hemen tanıdı. “Bu Agop, Şam’da bana casus diye getirilen Agop’un ta kendisi” dedi ve onun adını, 1. Dil Kurultayı’na katılacak bilim adamları listesine yazdırdı (1932).  Mustafa Kemâl’in çağrısı üzerine Sofya’dan gelen Agop ve karısı, İstanbul’da çiçeklerle karşılandı. Zaman yitirilmeden Agop, Dolmabahçe Sarayı’na götürüldü. Mustafa Kemâl, yıllar sonra görüştüğü Agop’a hak ettiği konumu sağladı. Onun danışmanı, sözcüsü ve eserlerini düzenleyen biri oldu. Dil konusunda yoğun tartışmaların yapıldığı anlarda yanı başlarında duran karatahtanın önünde açıklamaları hep Agop yaptı.  Kurultay’da “Türk, Sümer ve Hint dilleri arasındaki râbıtalar”, ikincisinde “Türk paleoetimolojisi” konulu bildirilerini sundu.  Bu sebeple soyadı devrimi ile birlikte Atatürk “dil konularını açıklar” anlamında ona Dilâçar soyadını verdi. Ölüm döşeğindeyken Atatürk’ün görmek istediği kişilerin başında Agop Dilâçar geliyordu.  Atatürk çok ağır hastaydı. Ona bir vasiyette bulundu: “Arkadaşlara selâm... Sakın... Dil çalışmalarını... Gevşetmeyiniz...” dedi.  Gazeteci yazar Mehmet Şevket Eygi, Batı (Osmanlı) Türkçesi’nin, Arapça ve Farsça’nın güzelliklerini, tatlılıklarını alarak bünyesinde eriterek topladığını belirterek, “Türkçe dünyânın en tatlı, şirin, en haşmetli lisanıydı” der.  İkinci Meşrutiyet’ten sonra Batı medeniyetinin teknik, sosyal, felsefi istılahlarının (terim) dilimizi etkilemeye başladığını ifâde eden Eygi, sözlerini şöyle sürdürüyor;  “Batı Türkçesi, şâhikasına 1900’lerden sonraki yirmi beş yıl içinde çıkmıştır. Ondan sonra, Agop Dilâçar’ların ve hempalarının devlet terörüyle lisan ve edebiyata müdahaleleri neticesinde Türkçemiz büyük yaralar almış, çok kan kaybetmiş, şiiriyetinden ve zenginliğinden arınarak bir gecekondu dili haline düşmüştür. Türkiye’deki dil ve yazı devrimi, İslâm’a ve Müslüman’lara karşı yapılmış bir harekettir.”  “Türkiye’de dil devrimi yapılınca, Sofya’da bulunan Martayan, Atatürk tarafından yurda dâvet edilir. Ancak, Agop’un yurda girmesini önleyecek pek çok pürüz vardır. Çünkü Agop daha önce Türkiye’de yaşamaktadır ve vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Atatürk, bütün bu pürüzlere rağmen Agop’u yurda getirtmekte ısrar eder. Vatandaşlıktan çıkarıldığı için gittiği ülkeden de pasaport alamamıştır. Sonunda Sofya Konsolosluğu, Agop’un elindeki ‘vatansız’ belgesine vize damgası atar ve her ihtimâle karşı da eline, ‘gerekli kolaylık gösterilsin. Atatürk’ün özel davetlisidir’ diye bir mektup verir.” Bu şekilde yurda gelen Agop’un soyadı de Atatürk tarafından değiştirilerek Dilâçar soyadı verilir. Agop Martayan Dilâçar, 1979’da ölene kadar TDK’nın ‘Genel Yazmanı’ olarak vazife yapar.   Agop Dilâçar’ın, ‘Türk Diline Genel Bir Bakış’ adlı eseri Türk Dil Kurumu yayınlarınca 1964, ‘Dil Diller ve Dilcilik’ adlı kitabı ise 1968'de yayımlandı. Azer Türkçesi (1950), Batı Türkçesi (1953) Agop Mikaelyan, bir yazısında Türkiye’de Agop Martayan Dilâçar’ın yeterli ilgiyi görmeyişinden şöyle yakınıyor; “Türk dili konusunda binlerce makale, araştırma yayımladı. Türk dili aşığı, yüce önderin dil başuzmanı bu büyük insan 1979’da hayata gözlerini kapattığında, o zaman tek radyo olan TRT, saat 13 haberlerinde; ‘Türk dili başuzmanı A. Dilâçar öldü’ diye bir iki kısa cümle olarak geçiştirmekle kalmayıp adı yokmuş gibi Agop ismini A harfi ile geçiştirmişti. Yıllar yılı Türk diline katkısını bir yana bırakın, hiç olmazsa yüce önderin başuzmanı diye adını söyleme nezaketini gösterseydiniz. A. Dilâçar yerine Agop Dilâçar deseydiniz doğruyu söyleseydiniz Türkiye mi batardı? Yüce önder öldükten sonra bu zihniyetlerin köşe başlarını tutma gayretleri sonucu, bugünkü istenmeyen gelişmelerle karşı karşıya kaldık. İnsanların kökenleri, dinleri ne olursa olsun yeter ki ülkesine, insanlarına yararlı olsun. Medenî ülkeler bu konuları çoktan aşmışken bizim bazı aklı evvellerimiz basit şeyleri uğraş edinip ülkemizin bocalayıp durmasında önemli rol oynamaktadırlar. Yüce Önder gibi basiretli, ileri görüşlü, medenî devlet adamlarına öylesine gereksinmemiz var ki; keşke 10-15 yıl daha yaşasaydı. Tanrı, Yüce Önderi de başuzmanını da nurlar içinde yatırsın. Cumhuriyet’e omuz veren bu büyük insanları rahmet ve hasretle anıyorum”.
adminadmin