Kültür
Giriş Tarihi : 07-06-2020 14:39   Güncelleme : 07-06-2020 14:39

Kafkasya’dan esen bir rüzgâr’ın Maraş’taki serinliği Cahit Zarifoğlu

Fransızca, Farsça, Arapça bilen; Nakşî tarikatına bağlı, Fuzuli’den gazeller okuyabilen; öğretmenlik, defterdarlıkta memurluk, hakimlik yapan; dört kez evlenen bir babanın oğludur.

Kafkasya’dan esen bir rüzgâr’ın Maraş’taki serinliği Cahit Zarifoğlu

Evde, annesinin yanında hep ikinci bir kadın vardır.  Yalnızlığı ve sessizliği sevmesi o yıllara rastlar. Hayattan kaçıp sanata sığınan bütün çocuklar gibi ‘yazı’yı arkadaş edinir.

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu, Maraş Lisesi’nde, yani taşranın o buğulu ve sıkıcı ortamında, atak bir gençken, bilmeden, tanımadan, yani farkında olmadan Rilke’ye uyar ve sorar: “Yazmak zorunda mıyım?”. Yanıt, çok kesin bir ‘evet’tir.

Tevârüs edilmemiş bir asaleti ve doğuştan artistliği  vardır. Necip Fazıl ona ‘artist’ der. Necip Fazıl’ın evinde bir sohbet toplantısı vardır. Birkaç cümleden   sonra ‘Kitaplarınıza bakabilir miyim?’ diye N. Fazıl’ın sözünü keser. Sıkılmıştır.  Kitapların azlığıyla şaşırır. Plakları karıştırır. N. Fazıl’ın sözünü yine keser: ‘Efendim, hangi müzisyenleri seviyorsunuz?’ diye sorar. N. Fazıl, ‘Betoven’ dedikten sonra biraz şaşkın, biraz öfkeli, biraz hoşgörülü bir tonla: ‘Burada muhteşem bir konser icra ediliyor, sen orada notalarla meşgulsün.’dedikten sonra ‘Artist’ sözünü ekler.

Evlerinde Dostoyevski, Balzac, Cervantes kitaplarıyla dolu bir kütüphane yoktur. 25 yaşına kadar kitabı yayımlanmış tek bir şair bile görmemiştir. Ancak,  Rilke gibi dizeler yazar… İkinci Yeni’yi çağrıştıran, gizli ve karanlık dizeler… İşin garibi daha çok gençtir ve  ne Rilke’yi okumuştur ne Pazar Postası’nı biliyordur, ne de İkinci Yeni’yi..

Nuri Pakdil’le başlayan bir gelenek, Zarifoğlu, Rasim Özdenören ve Erdem Bayazıt’la devam eder: Dergi çıkarmak! Maraş Lisesi’nde bir edebiyat dergisi çıkarır. Maraşlı genç şairleri örgütler. Ne Türk Edebiyatı tarihinin tozlu sayfalarına dalar, ne de edebiyat aleminin dedikodularına…  Lise yıllarında sessizliğinden başka bir özelliği yoktur. Bu filozofça sessizliğin ona getirdiği ad Aristo’dur.

Hep atak, hep örgütçüdür. Mavera dergisi ve Akabe Yayınları’nı yönetir. Çevresindeki coşkuları çoğaltır.

Hem çok dağınık, hem iradesine müthiş sahip ve hem de serüvencidir. Dağınıktır, çünkü ilk gençliğinde bir filmi üst üste 13 kez izlemiştir. İradesine müthiş sahiptir, askere giderken kendisini şöyle ikna eder: “Nasıl olsa bunu yapmak zorundayım, o halde isteyerek ve severek yapayım.”

İslâmî çevrenin ilk serüvencisidir. Bu çevreden Avrupa’yı otostopla dolaşan ilk  kişidir. Türkiye’de çok az kimsenin otostopla gezi yöntemini denediği bir dönemde, sırtında trendy bir çanta ve uzamış tıraşıyla az gider, uz gider… Büyük serüvenler yaşar.

Aşık olur, her kavruk Anadolu genci gibi sarışınları sever.  Ellerinde hep beyaz bir gül destesi vardır. Gözlerinde sisli puslu bir akşam… Sarışın bir yalanda burkulan yüreğini birçok yerde bırakır.

Edebiyat üzerine konuşmaktan, ideolojik nutuklarından sıkılır ve bu konuşmaların yapıldığı yerden hemen uzaklaşır.

Çocuksu bir adamdır. ‘Erkek ve dalgınca büyür’ ‘Ne korkunç bir iklimdi çocukluğumUyku yansın-yürek mecburlansın’

Önce güreşe, sonra pilotluğa merak sarar. Güreş İhtisas Kulübü’nün yayın organında güreş güzellemesi, Türkkuşu dergisinde de pilotluk üzerine yazılar yazar. Kayıklara duyduğu tutku yüzünden de bir kayık kiralayıcının yanında çalışır tam bir yaz…

Yazılarında Abdurrahman Cem, Ahmet Sağlam, Vedat Can gibi müstear adları kullanır. Abdurrahman Cem’de bıçkın bir İstanbul delikanlısını, Ahmet Sağlam’da yeraltındaki Güneydoğu medreselerinde “emsile-bina” okuyarak işe başlamış, ağırbaşlı bir hocaefendiyi, Vedat Can’da ise genç şairlere yol gösteren, heyecanlı ve atak bir ağabeyi canlandırır.

İlk şiirlerini Türk Dili, Soyut, Papirüs, Yeni Dergi’de yayımlatır. Sezai Karakoç’un Diriliş dergisini çıkarmasıyla birlikte kendini orada bulur… Çok okumaz, çok düşünmez. Fişek gibidir ve yaşamın şiirini yazar. Edip Cansever ve Cemal Süreya’nın şiirlerini sever, bir de Suç ve Ceza’yı…

Bir şiirinde şu dize yer alır: “Raskolinikov müthiş bir Allah ağrısı çekmektedir.” işte bu, onun en entelektüel dizesidir.

Serazat ve bohemdir. En azılı fundemantalizmden, en kıvrak sekülerizme kayar; hiç kimse tedirgin olmaz.

Edebiyat ortamındaki kamplaşmalara karşın o, kabul edilmiş bir şairdir. Hangi kesimden olursa olsun kapısını şiir için çalan hiç kimseyi boş çevirmez.

Tuzaklarla dolu şiirler yazar. Şiiriyle karşılaşanlar, “Bu ne anlaşılmaz bir şiir” der.  O da şöyle yanıt verir: “Herkes her zaman her şiiri anlamak zorunda değildir.” Kimse bilmez, Kirkeegard’ı hatmettiğini.  Yine İslâmcı gençlerin ‘şiirlerinde dinsel öğeler bulunmadığına dair’ eleştirisine de   ‘ Siz, hiç buğday içindeki güneşi gördünüz mü?’ karşılığını verir.

Afganistan işgaline karşı çıkar. Meral Maruf adlı genç bir Afganlı kızla  mektuplaşır ve bu mektupları toplayarak “Dullar Kampı” adlı bir roman çıkarır. Afgan şiirleri yazar, ama hamaset yapmaz.

Faulkner’ı orijinalinden okur. Ve Faulkner’den şu cümleyi hiç unutmaz: My mother is a fish.

Okur mektuplarına yanıt vermek gibi sıradan bir işi, kutlu bir edebiyat öğretmenliğine dönüştürür.  Onun “Hadi devam, iyi gidiyorsun, imgelere dikkat” gibi uyarıları, nice şairleri, öykücüleri ortaya çıkardığı gibi, nice hevesli ve sabırsızlara da işi bıraktırmıştır.

Her zaman paraya ihtiyacı olur. Paraya hakaretle bakan ve hakaretle harcayan bir adamdır.

 “İşaret Çocukları” ve Yedi Güzel Adam” yaşamının bohem döneminin iki şiir kitabı… “Menziller” dinginlik döneminin, “Korku ve Yakarış” ise ölüm öncesinin şiir kitabıdır.

Felsefe bilmeden felsefe yapan, insanlığın varoluş sorunlarına doğulu bir hikmet adamı edasıyla yaklaşan bir şair, öykü  kitabı yazarsa adını ne koyar? İns.  ‘Sizi Görmeliydim’de modern öykünün en güzel örneklerinden birini sergiler.

Yalın ve sadedir. Bu yüzden, çocuklarla  ve yaşlılarla iyi anlaşır. Çocuklara olan ilgisi o kadar büyüktür ki, çocuk edebiyatının en güzel metinlerini ortaya koyar. Serçekuş, Yürekdede ile Padişah, Motorlu Kuş…

Öğrencilik devam ederken Genç Şairler toplantısına davet edilir. Toplantı sonunda konuşmacılar arasında ‘farklı bir ses’ olarak kalır. Beklenenin dışında konuştuğu için yalnızdır. İsmet Özel toplantıya Ankara’dan katılmıştır. Zarifoğlu’nu kutlar. ‘Toplantının yıldızıydınız. Bizim safımızda olmanızı isterdim.’ der. Ancak, yıllar sonra İsmet Özel, Zarifoğlu’nun safına geçer.

Yaşamında ve şiirlerinde yapaylığa hiç yer vermez. Gülümser, fakat, kesinlikle sırıtmaz. İlişkilerinde sağlam bir duruş sergiler.  Güvenilir ve sessizdir. Kimseye şirin görünmek için davranışlarını değiştirmez.  Tavrını koyar. Evet’i ve Hayır’ı  her zaman aynı rahatlıkla söyler. Gösteriş merakından dolayı Necip Fazıl’a, randevularına geç kaldığı için Sezai Karakoç’a tavrını hiç çekinmeden koyar. Bunun sonuçlarına da katlanır. Gösterişten ateşten kaçar gibi kaçar. Kesinlikle dedikodu yapmaz. Çok çabuk sıkılır. İnsanlarla ilişkilerinde şairliğini hiç belli etmez. Onun şair olduğunu çevresindeki  birçok insan, o  öldükten sonra öğrenir.

Enis Batur’a göre, Cahit Zarifoğlu, bir gün keşfedilecek özel bir adadır.  Selim İleri’ye göre, onun  şiiri, bir gün, çok daha aydınlık bir ortamda, acısını asıl okuruna iletebilecektir.

 ‘Yaşamak’ adlı günlüğü  ‘Ne çok acı var!’ cümlesiyle başlar. Zarifoğlu’nun hayatı, bir başına bu tarafsız cümle içerisine sıkıştırılmış gibidir.

N. Fazıl’ın aracılığıyla Arvasilere damat olur.  Nakşî şeyhine damat olmak  hayatında yeni bir dönemi başlatır.

İstanbul’da Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü okur. Devlet memurluğu ona göre bir iş değildir. İlk kitabı ‘İşaret Çocukları’nı öğrenci harçlığıyla çıkarır. Askerliğini 1973′te 33 yaşında Kıbrıs’ta  yapar.    Memuriyete, 35 yaşında,  9/1 derece ve kademeyle  Ankara Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’nda başlar. Evrakı dolduran bayanın, ‘Senin hayatın kaymış. Bu yaşta bu derece…’ cümlesinden çok etkilenir. Ardından TRT Genel Müdürlüğü’nde mütercim sekreter olarak çalışır.  Hayatının son dört yılını TRT İstanbul Radyosu’nda geçirir.

Simsiyah sakalı, geriye doğru taradığı gür saçları ve vezinli suratıyla bir şair yakışıklılığı  sergiler.  47 yaşında kansere yakalanır.  Uzun hastalık döneminde kendisini ziyarete gelen en yakın arkadaşına şöyle der: ‘Bana bir fıkra anlatsana…’

7 Haziran 1987′de ölür.

İzdiham - Sıddık AKBAYIR

Recep YAZGANRecep YAZGAN