Kültür
Giriş Tarihi : 23-12-2018 14:00   Güncelleme : 23-12-2018 17:33

Kalpteki Kara Leke: Kibir

Kalpteki Kara Leke: Kibir

Ömer Seyfettin, “Sivrisinek” öyküsünde, rüzgâra karşı büyüklenen bir sivrisineğin neredeyse can vereceği o son anda bile kibrinden ödün vermediğini anlatır. Esasında öykü, yazarın kendi çağında belli bir tipolojiyi eleştirdiği roman taslağı Efruz Bey’den bir parçadır. Zira, Efruz Bey, kibrin mücessemleşmiş hâlidir. Ömer Seyfettin, kaleme aldığı bu karakterle ilgili olarak şunları dile getirir: “Herkes seni -bizzat kendi kadar- tanır, Efruzcuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen ‘hepimiz’ değilsen bile ‘hepimizden bir parça’sın.”

Gerçekten de kimi zaman öykülerde, romanlarda yer alan nice kahraman, bizden ya da çevremizdeki insanlardan izler taşır. Hiç kimsenin yabancı olmadığı aşina tavırlar satır aralarında gezerken vicdan sahibi bireyler de kendi kusur ve eksikliklerini bu hayalî karakterler üzerinde temaşa edebilirler. Kibir bu bağlamda insanoğlunun en büyük zaafıdır. Mimari bir yapının görkemli duruşunda, makine endüstrisinin ürettiği şaşaalı bir gemide, ibretlik halk hikâyelerinde yansımasını bulur.

Nice edip, nice halk ozanı toplumsal sorumluluklarının bir tezahürü olarak kibirli insanın açmazlarını diline dolamış, bu kötü hasleti yermekten geri durmamıştır. Ünlü ozanımız Âşık Veysel de bu hassasiyetle şu satırları kulaklarımıza nakşetmiştir:

Beni hor görme kardeşim

Sen altınsın ben tunç muyum

Aynı vardan var olmuşuz

Sen gümüşsün ben sac mıyım

Kişiden kişiye sirayet edebilen, herkeste bir parça bulunan kibir; önlemi alınmazsa yeşerip boy vererek insanın ruhunu zedeleyen zehirli bir sarmaşığa dönüşebilir. Bahsi geçen hikâyede de Ömer Seyfettin, kibirli insanları bir sivrisineğe benzetir. Hikâye bu ya herkesi sokup rahatsız ettiği iğnesiyle gururlanan, kendine büyük ehemmiyet veren sivrisinek; böbürlenmekte o kadar ileri gider ki bir esişiyle tozu dumana katabilen rüzgârla eğlenmeye, onu hakir görmeye başlar. Rüzgâr, sivrisineğe ders vermek için olanca kuvvetiyle eser, savrulan sinek son anda bir çatının aralığına sığınır. Fakat acz içindeyken bile inadından ve kibrinden vazgeçmez. Çatı zangır zangır sarsılırken bu gücü kendine mal eden sivrisinek,  rüzgâra şu sözlerle seslenir. “Yoksa bana bu fakirin çatısını mı söktüreceksin?”

Kibir sahibi kişinin tavırları da sivrisineğin iğnesi gibi çevresindekileri yaralar. Dili buyurgan, sözleri hırpani, davranışı inciticidir. Üstünlük duygusunu, şehirli nezaketin örtülerine sarsa da en ufak sökükte kibri kendini açık eder. Üstelik içinde bulunduğu gafletin farkına varıp kendine çeki düzen vermek yerine çevresindekileri hor görür. Zafiyetini idrak edemez, aksine kendi varlığını herkesten değerli addeder.

Yüce dinimiz de kibri, enaniyeti kötü hasletler arasında saymış; bunların mukabili olan alçakgönüllülüğü ve îsârı övmüştür. Abdullah b. Mes’ûd’un anlattığına göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) kibrin ne denli bir illet olduğunu, kişiyi korkunç akıbetlere sürükleyeceğini şu sözleriyle anlatır: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 147.) Yine Ebû Hûreyre’nin naklettiğine göre, Resûlullah (s.a.s.) insanların Allah katında eşit olduğunu, aynı değerde yaratıldığını vurgulayarak “… Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye günah olarak yeter…” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 32.)

Hz. Peygamber’in hayatı, tevazu ve îsârla bezelidir. O, bütün varlığıyla İslam dininin tebliği için uğraşırken, örnek kişiliği ile ashabının gönlünde taht kurmuştur. Onun yüceliği; alçak gönüllülüğünden, bütün canlılara karşı sergilediği sonsuz şefkat ve merhametinden kaynaklanır. İşte kibirli kişilerin içine düştüğü açmazlardan biri tam bu noktada neşet eder. Zira onlar; saygı görmek, beğenilmek, takdir edilmek arzularıyla üst perdeden konuşur, tavır ve davranışlarında aşırılığa kaçarlar. Gerçek saygınlığın, insan onuruna yakışır davranışlardan geçtiğini hesaba katmazlar. İtibarlarını pamuk ipliğine bağlayarak aslında ruhen zillet içinde yaşarlar.

Hz. Allah, Kur’an-ı Kerim’de, “Şüphe yok ki Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları hiç sevmez.” (Nahl, 16/23.) buyurmuş, yine başka bir ayette “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsrâ, 17/ 37.) ifadeleriyle inananlara acziyetlerini göstererek ikazlarda bulunmuştur.

Medineli Müslümanlardan Ebu Talha’nın, mescide gelerek zor durumda olduğunu belirten bir kişiyi misafir etmesi, kendisi ve ailesi aç olduğu hâlde yemeklerini din kardeşi ile paylaşması üzerine Haşr suresinin 9. ayeti nazil olmuş, Yüce Allah bu kıymetli sahabi için “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları (mümin kardeşlerini) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” buyurmuştur. Dinimiz de her dem îsârı övmüş, insanlara karşı büyüklenmeyi yasaklamıştır.

Kibir; sinsice ilerleyen, kendini bambaşka kisvelere büründüren, farklı şekillerde tezahür edebilen bir hastalık gibidir. Yapılan iyiliklere, verilen sadakalara, huşu içinde ifa edilmeye çalışılan ibadetlere bulaşma tehlikesi olan bir lekedir. Üstelik inatçı bir lekedir de. Kişinin hayrını boşa çıkaran, bütün güzel hasletleri ifsat eden bir yönü vardır. Günlük sıradan davranışlarımıza dahi çarçabuk sirayet edebilir. İnsan, malıyla, evladıyla, sahip olduklarıyla, hatta ilmiyle övünmeye başladığı anda açılan gediklerden içeriye (kalbe) kibir sızmaya başlar. Her övünç kaynağının gerçek yaratıcısının Rab olduğu hatırda tutulmazsa, nimet şükür ile bezenmezse, kişi sahip olduğu üstünlükleri kendinden bilirse övünmeler böbürlenmeye dönüşür. Bu bağlamda denilebilir ki kibir ve bencillik kol koladır. Birbirini besler, birbirlerinin hem nedeni hem sonucu olurlar. Onları alt edecek güç ise mütevazılık ve diğerkâmlıktır.

Zeynep Demir / Diyanet Dergisi

adminadmin