Kültür
Giriş Tarihi : 11-11-2018 10:30   Güncelleme : 11-11-2018 10:30

Kıyametin Tellalları - 1

Kıyametin Tellalları - 1

Modern siyaset teorileri aynı zamanda birer kıyamet teorisidir. Bu tez bir kısım Batılı entelektüel tarafından uzun zamandır seslendiriliyor. Onlara göre, modern siyasetin teorisyenleri, dine prim vermeyen seküler bir tutum sergileseler de, modern siyaset tasarımlarını dinî, teolojik geçmişlerinin etkisiyle nihayette kurtuluş ve kıyamet teorilerine yaslamışlardır. (bkz. Bengül Güngörmez, ‘Modernite ve Kıyamet’, Ank. 2014.)

Bunda şaşılacak pek bir şey yok!

Kendini her vesileyle her platformda kutsayan, yegâne siyasi model olarak önüne gelene dayatan Batılı siyasetin din ile karşılıklı etkileşim içinde olmadığı bir devir yoktur. Batı’nın din-siyaset, devlet-Kilise ilişkileri oldukça girifttir ve hâlâ da öyledir. Dışarıdan bakılarak anlaşılması kolay değildir. Bugün Batı’da Kilise, sunduğu din hizmetlerinin içeriğini ve biçimini modern hayatın taleplerine göre yeniden düzenlemiş ve takviye etmiştir. Sosyal refah ve endüstri toplumuna hizmet anlayışını devletle aynı safta ve yan yana olacak şekilde belirlemiştir. Dolayısıyla ister sağ ister sol, ister liberal isterse muhafazakâr olsun, iktidardaki hiçbir siyasi yapının ondan vazgeçmesi mümkün değildir.

İlaveten din, her zaman her yerde olduğu gibi, seküler Batılı siyaset politikaları için de bir güç merkezidir, esaslı bir moral ve motivasyon kaynağıdır. Bu politikaların sahipleri iyi bilirler ki, din meşruiyetin en güçlü aracıdır ve dahi, ne pahasına olursa olsun, toplumların vazgeçilmezlerindendir. Siyasilerin sosyal politikalarının halka anlatılmasında ve benimsetilmesinde Kilise hayati rol oynar.

‘Şecaat arzederken merdi kıptî sirkatin söylermiş!’

Bu, eskiden böyleydi, şimdi de böyle; modern dönemde de çok şey değişmedi. Kaldı ki Aydınlanma da özünde teolojikti, tarih düzleminde metafizik dünyanın bir devamıydı. (a.e., s. 49.) Siyasi teoloji literatürüne önemli katkılar sunan Avusturya asıllı Yahudi Jacob Taubes, "Modernite, olabilecek en dinsel dönemdir." der ve devam eder: "Zira modernitede vuku bulan şey tam da dünyevi şartların mesihçi bir dönüşümüdür." (a.e., 122.)

"Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibiyim.

Aydınlanma sonrasında şahlanan seküler ideolojilerin hedefi, Tanrı’yı ve izlerini sosyal hayattan uzaklaştırmak, irrasyonel ve hurafeden ibaret gördükleri dini yasaklamaktı. Bu amaçla, dinî kurumları ya budayarak işlevsiz bırakmışlar ya da tamamen kapatmışlardır. "Din ile büyülenen insanı bilimin aydınlığına iletmeyi" hedeflemişlerdi. Bunu yaparken dinlerin uhrevi cennetlerinin yerine kendi dünyevi cennetlerini monte edeceklerdi.

Mesela…

Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte'un hayalindeki cennet, Tanrı’nın yerini insanın, hurafeci dinlerin yerini de insanlık dininin aldığı bir yeryüzüydü. Hitler’in Nasyonal Sosyalizm’inin dünyevi cennet tasavvurunda Yahudilere yer yoktu, yalnızca 'tek halk, tek devlet, tek lider'li saf kan Alman ırkına yer vardı. Marx’ın Sosyalizmi için cennet, proletaryanın kapitalist burjuvayı devirip kendi hâkimiyetini tesis ettiği yerdi. Kızıl Khmerlerin lideri Pol Pot için cennet, modern hayatın, paranın, eğitimin, sanatın ve dinin olmadığı Sıfır Yılı (Year Zero)’na yani en başa dönmüş bir Kamboçya hayali idi.

Yine mesela, Irak ve Suriye’nin Baas partilerinin ideologları için cennet, feodalizmin ve sömürgeci emperyalizmin defedildiği, ekonomisi, kültürü, eğitimi ve diğer unsurlarıyla bütün bir Arap ulusunun tek bir sosyalist şemsiye altında toplandığı devletin sınırlarıydı…

Zihinsel çatlama!

Maddi güç, refah ve üretimi elinde tutan yönetici sınıflar zihinsel üretim araçlarının da sahibiydiler; toplumun yöneten maddi gücü aynı zamanda yöneten entelektüel gücüydü. (K. Marx, F. Engels, The German Ideology, London 1970, s. 64.) Güç, refah ve üretime ortak edilmeyen kalabalıklara yönetici elitlerin ideolojilerinin temel doktrinlerini ezberleme görevi verilmişti. Bedenlere şekli müdahale yetmezdi, zihinlere de müdahale şarttı.

Köleleştirilmeliydi zihinler… 

Gel gör ki, seküler ideolojiler hiçbir yerde karın doyurmadı. Üstelik seküler cennet hayalleri milyonların canına mâl oldu! Fikirler, ideolojinin kalın zırhına büründürüldüğünde zulmün, işkencenin ve psikolojik baskıların aracına kolayca dönüşebilirlerdi ve nitekim hemen her yerde bu gerçekleşti. Kutsallaştırılan ideolojilerle tarihe, geleneğe, kültüre, dinî kimliklere acımasızca saldırıldı. Milletin kadim birliğini ve bütünlüğünü temin eden ne kadar unsur varsa, bu saldırılardan nasiplendi. İktidarlar kendi iktidarlarının harcını daha da sağlamlaştırmak için etnik, dinsel, kabilesel farklılıkları körüklediler, birbirine tutuşturdular. 

Derine kök salmış etnik, dinî, siyasi, kabilevi güç yapıları kimi yerlerde sözde şeriatlar tesis ettiler. Ziyaüddin Serdar’ın da dediği gibi, Müslüman bilincinde müstesna bir mevkiye sahip olan şeriat kavramı ile anladıkları, ahlaki muhtevadan ve hikmetten sıyırılmış bir dizi şekilsel ceza ve yaptırımdı, bu cezalardan ziyadesiyle nasibini alanlar toplumun imtiyazsız kalabalıkları ve özellikle de kadınlar oldu. (Z. Serdar, Cenneti Arayan Adam, Mahya Yay., İstanbul 2017, s. 247 vd.)

Şeriatı uyguladığını düşünen dengesiz yönetici elitler için şeriat kafadaydı; tüketim kültürlerine, ilişkilerine ve davranışlarına hâkim olan ise modernliğin popüler kültürüydü. Bunu tanımlayan en iyi kavram ‘zihinsel çatlama’ olmalıydı.    

Başka yerlerde de seküler ideolojiler yöneten elitlerin âlî menfaatlerine basamak vazifesi gördü.

Büyük bir kısmı aldatmacadan ibaret olduğu hâlde Müslüman halklara dayatılan bu toptancı, totaliter, teokratik düzenler sahiplerinin nazarında eşsiz birer dünyevi cennet tasarımıydı.

Irak ve Suriye’nin Arap ırkçılığına dayalı Baas rejimleri; Körfez ülkelerinde şekilci, ahlaki muhtevadan yoksun şeriat (!) düzenleri; Kuzey Afrika’nın, Türkiye'nin, otoriter, seküler tek parti rejimleri; Endonezya’da önce Sukarno’nun, ardından Suharto’nun kanlı diktatörlükleri…

Ve daha niceleri… Afganistan'da, İran'da, Malezya'da, Yemen'de, Uganda'da… Hemen her yerde…

Hepsi halklarının özgürlük, adalet, eşitlik ve temsil taleplerine kulak tıkayan ama dünyevi cennet vaadinde birbiriyle yarışan, ideolojiler üzerine kurgulanmış bir dizi rejimdi…

Güce ve iktidara sımsıkı yapışan, ülke nimetlerini kendi aralarında paylaşan,  dünya dinden arındırılırsa her şeyin güllük gülistanlık olacağı fikrine gönülden iman eden bir grup imtiyazlının rejimleriydiler!

Tunus'ta İslami Yöneliş Hareketi'nin kurucu lideri Raşid el-Gannuşi'nin bu konuda Arap toplumları ile ilgili tahlili oldukça ilginçtir. Ona göre, 'modernitenin varisleri' olma iddiasıyla yola çıkan, toplumları adına her türlü kararı alma yetkisini tekelinde tutan, devletin bütün kurumlarını, köşe başlarını ele geçiren bu 'ahlaksız' elitler, sömürgecilerin Arap toplumları üzerindeki hedef, metot, rol ve fikirlerinin de varisleriydiler. "Batı'ya düşen görev" der el-Gannuşi, "moderniteyi güçlendirmek adına, demokratik olmayan seküler bu rejimleri yaratıp yaşatmaktı." (el-Gannuşi, 'Arap Mağribi'nde Sekülerizm', Ortadoğuda Modernleşme, Mana Yay., İst. 2009, s. 183-84.)

İmtiyazlı elitler halklarının ensesinde senelerce boza pişirdi… Sekülerizmin dünyevi cennet vaatleri büyük bir fiyasko ile nihayet buldu.

Kötü yönetimin tipik numuneleri olan despot iktidarlarının halka ve bilhassa genç nüfusa bıraktığı miras ağır bir faturaydı: geri kalmışlık, eziklik, yoksulluk, gelir dağılımı eşitsizliği, rüşvet ve yolsuzluk…

Müslüman Arap toplumlarının yüzleştiği tarihsel şartlar çok ağırdı…

Sonrası daha da felaketti…

Rejimleri koruma pahasına girişilen savaşlarda koca şehirler harap oldu… Milyonlarca yersiz, yurtsuz, göçer sığınmacı türedi… Topraklar kapanın elinde kaldı, parçalandı, köstebek yuvasına döndü…

Yaralı kalpler, tıkanık bilinçler…

Seküler ideolojilerin dünyevi cennetleri gerçekleşmedi; onların yerini gerçek dünyevi cehennemler kapladı!

Toplumsal projeleri hayata geçirmek, genç nüfusu verimli ekonomik faaliyetlere dâhil etmek yerine, baskıcı, otoriter rejimlerin kök salmasını temin etmekten başka işe yaramayan her türden ideoloji iflas etti. Şimdi pek çok Müslüman ülkede, 'tağut' rejimlere karşı cihat çağrısı yapan irili ufaklı sayısız radikal akım var…   

İşsizlik, fakirlik gibi kronik sorunlarla boğuşmaktan yorgun düşen öfkeli gençlere kestirmeden uhrevi cennet vaat eden radikal terör yuvaları…

Bu gizli ve hücresel örgütler, birbirlerinden kopya ettikleri cihat ideolojisini onuru zedelenmiş gençler için bir yem olarak kullandılar. Güya hedefleri Müslüman kimliğini onarmaktı. Kendi doğal kültürü içinde büyüleyici bir güzelliğin timsali olabilecek gençler, önce kendi doğal ortamlarına sonra kendilerine yabancılaştırıldılar ve birer ölüm makinesi olarak ölüm tarlalarına sürüldüler.   

Bu örgütler, küreselleşmenin gizli mimarlarınca salt fiziksel yıkımın ötesinde Müslüman benliklerin tahribi için de tasarlanmıştı. Benliklerin tahribi ile verilen hasar, fiziksel hasardan çok daha kalıcı ve yıkıcı olurdu. Zira hasarlı benlikler ölümü ve öldürmeyi bütünüyle kabullendiğinde ilk yok edecekleri kimseler kendi kardeşleri olurdu. Kardeşlerini katlederken sadece gözlerini açıkta bırakan maskeler taktılar. Amaçları korku salmak gibi görünse de gerçekte gizledikleri şey, kardeş katlinin kıpkızıl utancıydı. Üstlerine başlarına saçılan kardeş kanı da sakladıkları bu kızıl utancın kızıl görünümünden başka bir şey değildi.

Ama olsun, öldürürler ve ölürlerse gidecekleri yer cennetti! Öyle kandırılmışlardı. Öldürülenler bir zamanlar kardeşti; şimdi ise birer kâfir! 

Müslüman dünyada olup bitenlere kıs kıs gülen dünyanın efendileri bu örgütler vasıtasıyla Müslümanlara açık mesaj veriyorlardı: İpleriniz her daim bizim elimizdedir!

İslam'ı ucuz ideolojilerinin nesnesi yapan bu örgütler, hakikati yalnızca kendilerinin temsil ettiğini iddia eden birer siyasi kurguydular. Kapalı, tekelci ideolojik yapılar olarak dinin, devletin, insanların ve yaşama biçimlerinin nihai biçimleri onlardan sorulurdu. Din onlar için insan hayatını bütünüyle kuşatan siyasi bir yapı olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyordu. Nitekim topluma sunabilecekleri sosyal projeleri yoktu bu örgütlerin, olamazdı da!...

Gerçekte pek çok radikal örgüt, ağlarına düşürdükleri gençleri, şeytani bir koalisyonla tutuşmanın mukadder olduğu 'Son Savaş'a hazırlamak üzere sömürgeci efendileri tarafından tasarlanmıştı.

Kıyametin Doğulu tellalları onlardı! Şimdi sadede gelelim ve büyük resmi tamamlayalım…  Peki, kıyametin Batılı tellalları kimler?

Aklı başında, bilinçli, okuyan, tarihinden, geçmişinden haberdar olan Hristiyan bir Batılı için tarih özünde seküler değildir, dünyevi ile ilahî olanı kaynaştırdığı için kutsaldır. Ebedî olanla, geçici olanın kesiştiği bu tarihte Tanrı belli bir grubu seçmiş ve ona özel bir misyon yüklemiştir. Bu seçilmiş grup, iyinin temsilcisi olarak kötü ile topyekûn savaşa tutuşacaktır. Tarihî düzlemde bu, iyinin kötüyü hâk ile yeksan edeceği nihai savaş (Armageddon) mutlaka olacaktır.

Bu çerçevede, Batı’da ve bilhassa Evanjelizm olarak son zamanlarda sıkça duyduğumuz akım tarafından kıyamet ve kurtuluş teorilerine gösterilen özel ihtimam tesadüfi değildir. Dinin nüfuzunun insanı bütün hakikatin temel ölçüsü olarak kabul eden seküler yapılar üzerinde hâlâ etkili olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Bir sonraki yazımızda kaldığımız yerden devam edeceğiz…

Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu / Diyanet Dergisi

adminadmin