Samsun Haber
Giriş Tarihi : 29-07-2012 15:44   Güncelleme : 29-07-2012 15:44

Küfrün ihsanı olmaz!

Fanatizm öldü! Yaşasın bölücülük! Ya da iki sual milyonlarca cevap

Küfrün ihsanı olmaz!
Allah’ın bize bir Ramazan daha gösterdiği hediyesine ne kadar şükretsek azdır. Bu yıl da bütün medya aracılığıyla, ekranlar ve matbuat vasıtasıyla yıllar boyu yaptıkları gibi İslâm adına enva-i çeşit cıvıklık sergileneceğini her ahmak fark edebilir.

“Ben ahmak değilim, zira bu soysuzluğun farkında değilim” diyorsanız, o sizin bileceğiniz iş. Ahmaklığı kendine yakıştırmayan size de, sizlere de tahammül edeceğiz. Sabır ayıdır Ramazan. Münafıkların nifaklarından geri duracakları duasına geniş yer tanımamız işin tabiatında var.
 
Ramazanın gelip, hoş geldiği apaşikâr belli ki, oruca başlarken bir müddet ara verdiğim yazılarıma da başlamış oldum. Oruç da yayıncılığa başladı. Bereketi Ümmet-i Muhammede vasıl olsun, Allah’ın yardımı ondan esirgenmesin. Alnımıza ne yazıldıysa onu yaşayacağız. Ramazan rızamızın neye olduğu hususunu tebarüz ettirir. İnsan için dünya hayatında kaderine dahil olma şuuru sebebiyle alınan hazzın üstünde bir haz yoktur. Beşeriyet zevki kaderden kaçışta aradığı için zelil oldu. “Ölenler hayvan olur, âşıklar ölmez” denilmesi bu mânâya mütealliktir. Western culture, American Way of Life hayatın terzil edilişinden âbide istihraç etmesini bildi. Zaten kâfirler ne ihraç edebiliyorlarsa onunla iftihar ediyorlar. Merd-i kıptî gibi.
 
İstanbul’da da akrabaları olduğu kulağımıza çalınan ve 11 Eylül 2001 günü uçaklar Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kulelerine çarpar çarpmaz Washington’a “Durumun vahameti o kerteye vardıysa bizim hava alanlarımızı kullanabilirsiniz” haberini salan Fidel Castro, İstanbul’a II. Habitat Toplantısı (?) dolayısıyla geldiğinde, şu sözleri 11 Eylül 2001 günü tıpkı Washington’a gösterdiği bir çeşit yakınlığı Türklere karşı da hissettiğinin nişanesiymiş gibi sarf etmişti: “Siz Türkler için dinî fanatizm mi, yoksa etnik bölücülük mü daha büyük tehlike arzediyor?”. Ağzına Türk kelimesini alıp almadığından emin değilim; lâkin “kumandan”ın o günlerde Türkiye’yi tehlikeye bu iki hususun sürüklediğine parmak bastığı bilinmelidir. Günübirlik işler tarih oluveriyor. Aynı mel’un toplantılardan birinde de Boutros Ghali’nin konuşmasında “Federal Republic of Turkey” ibaresine yer verdiği bilinmeli, biliniyorsa hatırlanmalıdır.   
 
Tarihin bu uğrağında benim iki sualim var. Bu iki sualim cevapsız kalabilir veya suallerime milyonlar cevap verebilir. Üstelik verilen bu cevaplardan herbiri yek diğerinden farklı olabilir. Bu mülâhazalardan şunu anlayalım ki, ben ne sual ettiysem etmiş olayım, mühim olan sadece cevabın mahiyetidir. Hepsinden daha mühimi cevaba ve cevaplara iştiraktir. Her çeşit iştirak insanlar lehine bir mahsul verir. Hayırda veya şerde müştereklik insanı hem ilâhlaşma belâsına uğramaktan kurtarır ve hem de beşeriyeti hayvanat âleminin üzerinde bir mevkie çıkarır. İlâhlardaki çokluk onları birleştirmez.

İlâhlar kadere rıza hususunda kendi aralarında anlaşmış değildirler, bilakis muktedirlik hususunda aralarındaki işbölümü onları birbirleriyle çatıştırır. Hayvanların topluluk hayatı birbirlerini (kendi türlerini) tercih etmelerinden değil, diğer türlerin avı olmaktan kurtulma güdülerinden doğmuştur. Benim ilâhlaşmaktan ve hayvanlaşmaktan geri durmak kastıyla zihnime takılan iki sual şunlardır:
 
Mütehakkim AKP kadrosunun ölümü kimin eline bırakılacak? Ermeniler Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi halinde gözlerini diktikleri toprakları ele geçirmede başarısız olunca, başarısızlıklarının sebebi olarak gördükleri İttihat ve Terakki ileri gelenlerini öldürdüler. Mütehakkim AKP kadrosu İttihat ve Terakki ileri gelenleri seviyesi veya benzerliğinde bir işi kotarmadıkları kadar can emniyeti içindedirler. AKP icraatı bazı planları bozmuş ise, planları suya düşenler onları sağ bırakacak mı? 

İkinci sualim idareleri altına bırakılmış insanlara Beşar Esat’ın mı yoksa Recep Tayyip Erdoğan’ın mı yakın olduğu istikametindedir. Aynı istikamette “Kürt meselesini ancak siz çözebilirsiniz” hükmünün Leylâ Zana’ya mı, yoksa Zana’yı kahramanlaştırarak gemisini yürüten gayri-Müslîm güçlere mi ait olduğu sual edilebilir.


Henüz Fidel Castro ölmedi; ama Türkiye’de dinî fanatizm AKP’nin hükümet teşkili vasıtasıyla bir daha dirilmemek şartıyla öldü. Dinden bahsedenler Türkleri de, Türklüğü de sahneden kovarak, kovan herkim ise onları yağlayarak mevki ve servet sahibi oldu. Geriye bir bölücülük kaldı. Kim bölücülük şampiyonu olacak? Neyin neresinde olduğumuzun bilinmesi sahnedekilerin işine gelmiyor. Suriye’de bir teknenin târ-ü mâr olduğu besbelli... Henüz hangi teknenin paramparça olduğundan haberimiz yok. Teknesi tahribata uğrayanın kimler olduğu apaçık belli değil. Suriye yekpare kalsın fikrini geçerli sayarsanız, Suriye’deki rejimi inkâr etmenin sizi tutarsızlığa sürükleyeceğine imân etmeğe zorlanırsınız. “Ne pahasına olursa olsun Suriye’deki siyasi rejim sona ermeli, yok olmalıdır” yaklaşımını benimsemişseniz, hortlak, haritadan silinmiş Suriye’nin hortlağı sizi ne sağ, ne de sağlam bırakacak. 
 
Dünyada kabak çiçeği açtıracakmış gibi yapıp ona bile güç yetirememiş “Arap Baharı” neticede “özgürlük, demokrasi, bağımsızlık” lâfazanlığı yapılabilsin diye bir saha açmış ise, yöre insanlarının girişimi heveslerine fırsat tanımaksızın nereye gidebilir? Baharcı bezirgânların pek yakınlarda kurulacak pazarda “azmimiz işlerimizi emir almadan, talimat tanımadan yürütme istikameti üzredir” yolunda bir gafta bulunulması bir çuval inciri berbat edebilir. Etmeye de bilir... Daha birinci Körfez “krizi” doğduğu günden itibaren biriken birşeyler var. Yerkürenin her arşını küfrün hükümranlığı aleyhine bir şey biriktirdi.

Mahlukat neyin nerede ne kadar biriktiğinden habersiz. Belki biz yaratılmışların zihnini “bardağı taşıran son damla” ibaresi çokça çarpıtmıştır. Belki bardak taşmayacak. Akıbeti işlerin hiç aklımıza gelmeyen tarzdaki mahiyetinin tayin etme ihtimali hep vardır.

Bardak taşacak olursa, yine de, biliyoruz ki, dolu kalır; ve lâkin ya bardak devrilirse ne olacak? İspanya’nın dış ticaret açığı, Euro’nun ve ona bağlı olarak Avrupa Birliği’nin geleceği, Türkiye’nin geleceği, ABD’nin, İsrail’in geleceği... Bir kumar... bir iskambil oyunu... kartlar açık oynanıyor ve her kumarbaz diğerlerinin elini görebiliyor, o diğerlerinin de kendi elinde hangi kâğıtların bulunduğunu gördüğünden haberdar... Ben bu satırları bilgisayar ekranına döktürdüğüm sırada Hilary Clinton boyun damarlarını şişirerek “Sizi gidi Rusya ve Çin! Siz cezasız kalmayacaksınız!” diye bangır bangır bağırıyor. Yırtınıyor, ter ter tepiniyor. Ahmet Davutoğlu, “Emredersiniz, biz onların cezasını vermesini biliriz” diyor. Sonra ne oluyor?
 
Sonra CIA Suriye’de duruma son derecede hakim olduğunu iknaa uğraşıyor. Temaslar muvacehesinde Ahmet Davutoğlu ne Çin’den, ne Rusya’dan insaniyet öğrenebiliyor. İnsanlar ölüyor, ölmek de öldürmek de îlâ-yı kelimeti’illaah dışta tutulsun gayesine müteveccih. Sırf bu yüzden, hem öldüren, hem de ölüme sebep olan taraflar kabahati birbiri üzerine atıyor. Türk ilinde bu alengirli faaliyetin bir işe yarayacağına inanan müfsit çok. CIA güzel iş çıkarıp FBI anaforuna kapılmış TC tâbiyetindeki elemanları “lây lây lôm” aktivitesine ikna edebilse bile, hiç yaş tahtaya basma niyeti olmayan PENTAGON hepsinin kulağını çekebilir. Bunların hepsi tahmin, hepsi tahin, hepsi tahin-pekmez,. Bunları Ramazan düşüncemizden hiç eksik etmez.    
 
Ramazan geldi. Oruçlu kafayla düşünün bakalım: Eğer idare edilenlerin rızası nispetinde mer’iyete kavuşmuş bir idarî meşruiyyetten bahsedebiliyorsak, Suriye’deki babadan oğula geçme diktatörlük mü meşrudur, yoksa demokratikliği ABD alengirli, vesikalı, ruhsatlı, ehliyetli seçimle iş başına üç kez gelmiş AKP hükümeti mi?
 
İsmet Özel, 21 Temmuz 2012
www.istiklalmarsidernegi.org.tr
adminadmin