Türkiye
Giriş Tarihi : 24-06-2012 13:28   Güncelleme : 24-06-2012 13:28

Lekesiz: Muhafazakâr sanat dikte ediliyor

'Muhafazakar sanat' tartışmalarına değinen yazar Ömer Lekesiz, "Muhafazakar sanat" tıpkı Kemalizm gibi dikte ediliyor" dedi.

Lekesiz: Muhafazakâr sanat dikte ediliyor
Türkiye'de edebiyatı en iyi gözlemleyen isimlerden biri Ömer Lekesiz. Yeni Türk Edebiyatında Öykü isimli beş ciltlik eseriyle edebiyatımızın kilometre taşlarını ele alan Ömer Lekesiz, bunun yanında son kitabı Minarenin Kılıfı başta olmak üzere Kuramdan Yoruma, Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj, Mimlerin Abecesi, Öyküce Konuşmalar gibi eserlerin de yazarı.
 
Halen Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde haftada iki gün okuyucularıyla buluşan Ömer Lekesiz'le, bizi ağırladığı Kadıköy Bahariye Caddesi'ndeki mütevazi sahafında, başta "muhafazakar sanat" tartışmaları olmak üzere, şiir, hikaye/öykü, edebiyat dergileri gibi konuları konuştuk.
 
İşte Ömer Lekesiz'in açıklamaları:
 
"MUHAFAZAKÂR SANAT"I ÖNERENLER YENİ BİR NORM BELİRLİYORLAR
 
Sanatı nasıl tanımlamalıyız? Muhafazakâr sanat, modern sanat, sol sanat ve İslami sanat gibi kavramlaştırmalar ne derece doğruyu ifade eder?
 
Tek başına sanatı tanımlamak muhafazakârını, modernini, solunu, sağını, İslamını da tanımlamak olacaktır. Ancak dine, kültüre, ideolojiye, idrake, anlayışa, zevke ve zamana göre tanımı değişen bir kavramı sabit bir kuşatmaya kalkışmak gericiliktir. En azından bizim sanata bir tanım giydirmemeye çalışmamız daha makul olacaktır.
 
Fakat konu "muhafazakâr sanat" olunca ve bunun dile getirilişi bir maksada yönelik olunca yine sanat kısmından önce "muhafazakâr" kelimesine bir bakmak lazım. Muhafaza korumak demek. Toplumsal bir şeyin tahribe uğramasını, kaybolmasını önlemek. "Kâr" kelimesi söz konusu muhafazayı dünyevi bir menfaate, maddi bir karşılığa bitiştirir. Birleşik ya da ayrı şekliyle sanatın bu kelimelerle nitelenmesini kabul etmiyorum, buna ilişkin görüşlerimi de zaten yazılarımda yazdım. Fakat şöyle bir şey var; hıfzetme, muhafaza etme konusu hayatın bir işlevidir. Bu hayatı yaşayan herkes mutlaka bir şeyleri zaten muhafaza etmek durumundadır. Burada muhafaza etmenin, ölçüsü, boyutu ve değişime açık olup olmaması önemli. Biz kendi inancımız perspektifinden bakacak olursak, bir şeyleri muhafaza etmekle yükümlüyüz ancak bu "muhafazakâr"lık tanımına uygun düşen bir muhafaza değil. Çünkü vahiy muhafazakarlık nedeniyle muhafaza edilmesi gereken bir bilgi değil, doğrudan sürekli tekrar etmeye yönelik bir bilgidir. Diğer bir söyleyişle duyduğumuz ve kabul ettiğimiz vahyi sürekli tekrar etmek suretiyle hem yaşatır hem de geleceğe aktarırız. Bu yanıyla tekrarlamak muhafaza etmeyi içkindir ama muhafaza etmek, tekrar etmeye içkin değildir. Dolayısıyla biz zikir üzerinden sürekli olarak zaten bir şeyleri tekrarlamak durumundayız. Bu tekrar kendi içinde salt muhafaza etmiyor aynı zamanda ve ondan daha da öncelikli ve önemli olarak onu sürekli güncellemek (bilgi ve bilinirlik düzeyine aktarmak) suretiyle kendi zamanının değişen şartlarıyla, anlayışlarıyla, teknolojik gelişmeleriyle onun arasında sürekli bir iletişim kurmaya neden oluyor. Buradan baktığınız zaman klasik anlamda İngiliz tipi bir muhafazakârlıktan söz etmediğimiz anlaşılıyor olmalıdır. Ayrıca "muhafazakâr sanat"ı şimdi önerenler İngiliz tipi muhafazakârlığı da aşıp, bu sanata yeni bir norm belirlemekten bahsediyorlar. Yani geçmişten beri muhafaza edilen bir şey varmış da o ihmal edilmiş, onu örten toprak yığını kaldırılmak isteniyor değil, adı muhafazakâr olan yeni bir şeye yeni norm uydurmaktan bahsediyorlar. Ben böyle bir muhafazakâr sanatı ilk kez duyuyorum. Hani deseler ki, örneğin "Molla Cami bizim değerimizdir ama ihmal edilmiştir, eserleri Türkçeye gereğince aktarılmamıştır, bunlar geleneğimizin bilinmesi, yaşatılması korunması için önemlidir, çeviri işini artık yapmalıyız" deseler benim itirazım da buna uygun dolayısıyla daha kabul makamında duran bir itiraz olur. Ama hiç de böyle değil, "muhafazakâr sanata norm belirleyelim" diye ortaya çıkıyorlar ve dolayısıyla aklı yetenleri de zıvanadan çıkarıyorlar. Yani bu resmen yeni bir şeyi dikte etmektir. Üstelik de bunu, muhafazakârlık kelimesi adı altında dikte ediyorsunuz. Sanat dediğiniz şey bu dikteyi kabul edecek bir yapı değil. Eğer bunu dikte etmeye çalışırsanız, bu tıpkı 1930'larda Kemalizm'in dayattığı edebiyat gibi, 2012'de de bir edebiyat dayatmaya kalkışmak olacaktır. İlki zorlama, dikte etme nedeniyle tutmamıştı, bakalım bu yeni dikte edilenin şansı ne olacak?
 
Bu anlamda Yusuf Kaplan, Sovyet Rusya'nın yetiştirdiği balerinler ya da sporcuları örnek vermişti. Böylesi bir projede başkalaşmış bir zihin yapısına mı sahip olur "muhafazakâr sanatçı" dediğimiz kişilik...
Muhafazakârlığın böyle bir yanı olur mu, olmaz mı onu bilmiyorum. Zaten ben, olaylar üzerinden değil, daha çok olgular üzerinden konuşmayı tercih ediyorum. Yani olayların boyutu nereye kadar gitmiş, tiyatroda ne olmuş bunlar beni çok fazla ilgilendirmiyor. Muhafazakârlık bir tür gündelik hayat içerisinde, sanat anlamında bir şeylerin üreticisi olarak, kendi zamanının kârını da elde ederek, hayatını idame etme noktasında bir anlayış olarak düşünülüyorsa, bunun böyle ifade edilmesi gerekir. Ama siz muhafazakâr sanat dediğiniz yerde, geçmiş sanatı da buna eklemleyerek söylüyorsunuz. T.S. Elliot için veya bir İngiliz aydını için bu manada bir muhafazakârlık söz konusu olabilir. Ama sizin vahiy ehli olarak muhafaza ettiğiniz bir şey yok ki, muhafazakârlığınız olsun. Demin de söyledim; siz tekrar üzere bir ahlakla yetişiyorsunuz ve tekrarlamayı benimsiyorsunuz. Bu tekrarın içerisinde değişmelere de ayak uyduruyorsunuz. Oysaki "muhafazakârlık" kelimesini kullandığınız zaman, orada sadece bunun sosyolojik anlamlarını kullanmakla kalmıyor, onu aynı zamanda muhafazakârcılık tahtında bir ideolojiye de dönüştürmüş oluyorsunuz. Ben bunun neresine sahip çıkabilirim ki?
 
"MUHAFAZAKÂR SANAT" ÖNERİSİ OLSA OLSA DANGALAKLIKTAN DOĞAR
 
Sizce "muhafazakâr sanat" tartışması, dindarların zenginleşip siyasi hayatta daha fazla yer bulmasına paralel olarak "muhafazakâr sanat" oluşturulması bağlamında mı ortaya çıktı? Yani bir anlamda "dindar nesil yetiştirme" yaklaşımının farklı bir yüzü mü?

 
Yeni değil tabi bu tartışmanın başlangıcı... Taa 1839'dan beri adı konmuş, siyasal anlamda İslamcılık olarak da tanımlayabileceğimiz, uzun vadeli bir projenin safha safha uygulanmasıyla ortaya çıkan şeyler. Müslümanların sadece yeni sistemle aralarındaki çatışmanın, zıtlaşmanın ortadan kaldırılması değil, aynı zamanda burjuvalaşmak suretiyle de sistemin içine çekilmeleri zaten bu projenin bir parçasıydı. Dolayısıyla bu projenin son 10 yılda AK Parti eliyle gerçekleştirilmiş olması da çok önemli değil. İdris Küçükömer'in söylediği gibi, "Abdülhamid olmasaydı, çağdaşları bir Abdülhamid'i zaten bulacaklardı." Buradan bakarsak, Türkiye'nin gidişatı, sistemdeki tıkanma zaten Başbakan Tayyip Erdoğan olmasa da, başka bir Tayyip Erdoğan'ı zorunlu kılacaktı. Bunu söylerken Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Sait Halim Paşa'dan sonra yetişmiş, hem imanının sorumluluklarını hem de sistemin gerekliliklerini en iyi bilen yöneticilerden biri olduğunu da hemen vurgulamalıyım. Aman bu meseleleri konuşurken her şeyi birbirine karıştırmadan konuşalım.
 
Son on yılda Müslümanlar burjuvalaştılar mı? Evet. Dünyevileştiler mi? Evet. Seküler bir hayata daha sıcak bakmaya başladılar mı? Evet. Lüks diye tabir edeceğimiz ilgiler içine ve tüketim kalıplarına girdiler mi: Evet. "Muhafazakâr sanat" tüm bunların toplamını yansıtan ortak bir talep olarak ortaya çıkmış olabilir mi? Mümkündür. Suyun önünü hangi yöne doğru açarsanız o da o yöne akar. Toplumsal hadiseler de biraz böyledir.
 
Ancak "dindar nesil yetiştirme" meselesinin bununla ilgili olduğunu sanmıyorum. Doğru olan şeyden yanlış üremez. Demem o ki, dindar nesil yetiştirme (fıkhi söylenişiyle: nesli koruma) imani bir zorunluluktan doğar ama "muhafazakâr sanat" önerisi olsa olsa dangalaklıktan, basiretsizlikten doğar.
 
Siyasi bir takım mülahazalarla yapılan açıklamalara bazı aydınlar tarafından destek verildi. Mesela İskender Pala "muhafazakâr sanat" manifestosu yayınladı. Peki sizin bahsettiğiniz bu akidevi bozulmaya karşı İslami duyarlılığı olan sanatçı veya aydınlardan bir direnç var mı?
 
O direnç her zaman vardır ama o direncin özelliği örgütlü bir muhalefet olarak ortaya çıkmamasıdır. Zaten çıkarsa kendi karşı çıktığı şeyle eşitlemiş ve geçersizleştirmiş olur. Çünkü orada Müslüman münevvere düşen şey, münevver oluşun sorumluluğunu yerine getirmektir. Burada önemli olan Müslümanların selin dışına çıkarak bir takım şeyleri düşünüyor ve yapıyor olup olmamalarıdır. Selin dışına çıkan insan sayısı her zaman azdır. Örgütlü değildir, dolayısıyla bunların sözlerini siz sloganlaşmış çığlık olarak duyamazsınız.
 
MÜSLÜMANLAR, BÜYÜK DOĞU VE DİRİLİŞ'LE SAĞCILIKTAN AYRILDILAR
 
Son kitabınız Minarenin Kılıfı'nda sağcıların maziseverlik melankolisi içinde olduğunu, solcuların ise kötüye kötü diyemediğinden bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Bu ifadelerle ne demek istiyorsunuz?
 
Sağcılık Ziya Gökalp'ten bu tarafa bizde hakim kılınmaya çalışılan bir bakıştır. Dinin kaygısına düşmek, dinle ilgili hassasiyetlerin derdine düşmek gibi bir şey söz konusu değil. Ancak burada dine yaklaşım, toplumsal bir renk, toplumsal bir bağ, insanları bir arada tutan bir sosyal olgu olmak bakımından itibar etmek şeklindedir. Böyle olunca da içinde yer aldığınız dünyada size dayatılan şeyi, kapitalizmse kapitalizmi, daha başka ticari ilişkilerse onları, yani dinin belirlemediği dünyevileşmiş her türlü ilginin içinde olmayı kendiniz için bir mazeret haline getirirsiniz. Bu aynı zamanda bir kimlik kaymasıdır. Yani kimliksizliğin kimliği olarak ortaya çıkar. 1940'lı yıllardan itibaren zaten Müslümanlar da sağcılarla birlikte oldukları için, kendilerini ifade etmekten uzak oldukları için, sosyal ve siyasi şartlar nedeniyle, sol tarafından sağın içinde tanımlandılar, gösterildiler. Sonra giderek bu ilişki 2. Dünya Savaşı'ndan sonra milliyetçilik adı altında başka bir yöne evrildi. Ardından komünizm tehlikesi gibi bir tehlike rejim tarafından üretilerek sağın dikkatine sunuldu. Müslümanlar bu kez de Komünizmle Mücadele Birliği adı altında sağcılarla birlikte oldular. Ne zaman ki Büyük Doğu ve Diriliş çıktı ve Milli Nizam Partisi kuruldu ancak o zaman Müslümanlar Müslüman olarak nitelenmenin yeterli olduğunu farkettiler ve sağcılıktan hem ahlak hem de siyaset olarak ayrıldılar.
 
Bakın muhafazakâr sanat konusunda da aynı şey söz konusu. Orada da bu işin adını koymaya çalışanlar sağcılar, bu işin manifestosunu yapmaya çalışanlar da sağcılar. Nasıl bir sağcı? Yarın çağırsalar silahı kapıp kışlaya koşacak nitelikte bir sağcı. Pragmatist, korumacı, gücün hayranı, iktidarın kulu...
 
Sağ bu nitelikleri gereğince muktedirlerle çatışamaz, ona en üst düzeyde gözettiği bir faydaya erişmek üzere katılır. Solcular ise muktedirlerle çatışırlar(dı). Ancak hayat endişesi, güvenli gelecek arzusu onları da sağcılarla yaklaştırdı. Her ikisi de kötüye kötü demeksizin, iktidarla iyi geçinerek geleceklerini maddi bir birikim üzerine inşa etmeye çalışıyorlar.
 
SEZAİ KARAKOÇ'UN TAVRI MEHMET AKİF'İN TAVRIYLA AYNI
 
Bu noktadan devam edersek, günümüzde Müslüman duyarlılığıyla edebiyat dergisi çıkaran birçok isim; Sezai Karakoç, -bilmiyorum İsmet Özel'i son zamanlardaki söylemlerinden dolayı bu isimlerin arasında sayar mısınız ama- İsmet Özel gibi ustaların İslami kaygılarla ortaya koydukları önemli eserler var. Ancak bugün geldiğimiz noktada Müslümanlar adına, sağcı diye nitelendirebileceğimiz isimler konuşuyor. Bu bir çelişki değil mi?
 
Önce İsmet Özel konusunu söyleyeyim, ben İsmet Özel'i sayıp saymamak makamında durmaya edep ederim. Biz onların elinde (eserlerinin bereketiyle) büyüdük. İsmet Özel bu ülkede hem düşünce hem de edebiyat açısından bir kilometre taşıdır. İsmet Özel öyle ırkçılıkla ilgili konuşuyor diye, kimsenin İsmet Özel'i silkelemeye, atmaya da hakkı yoktur. İnsanlar hata etmezler mi, ederler? Ömürlerinin bir yerinde yanlış yapmazlar mı, yaparlar? Kimdir o kadar mükemmel, yanlışsız ve ömrünün kalan kısmında da hiç yanlış yapmayacağına güvenerek yaşayan ki, İsmet Özel'i sorgulamaya kalkışıyor?
 
Evet, bunlar bizim değerlerimiz ancak uzun vadeli olarak uygulanan bir İslamcılık projesiyle her Müslümanın yüz yüze olduğunu da unutmuyoruz. Burada Müslüman münevverlerin, selin içine girerek müdahale hakları yok. Ayrıca onların bayrağı altında çok örgütlü bir karşı çıkış da söz konusu olamaz. Onlar sözlerini geçmişin içinden bugüne ve geleceğe dair söylerler. Bunların etkileri sonradan düşünmeye çalışan insanlar üzerinde ortaya çıkar, onların ortaya koyduğu bir takım örgütlenmeler, onlardan beslenmek suretiyle kendilerini ifade ederek somutluk kazanırlar. Son bir örnekle söyleyeyim; Sezai Karakoç kendisine verilen devlet ödülünü kabul etti, ancak maddi anlamda ödülün bedelini kabul etmedi. Bunu dedi filan yere verin...
 
Şimdi siz bu hadiseyi Sezai Karakoç'un bireysel bir tavrı olarak da görebilirsiniz, ama bunu aynı zamanda bizdeki münevver geleneğiyle de ilişkilendirebilirsiniz. Çünkü Sezai Karakoç'un ortaya koyduğu tutum, aynıyla Mehmet Akif'in ortaya koyduğu tutumdur. İstiklal Marşı'nın kabulünde, kabule itiraz etmemiş ama verilen ödül için de, "götürün bilmem nereye verin" demiştir. Mehmet Akif'in 1930'lu yıllarda yaptığı şeyle, Sezai Karakoç'un 2012 yaptığı şey nitelik, nicelik ve eylem olarak aynıdır. Bu bakımdan Müslümanların tutumları, bakışları, halleri öyle dünden bugüne değişecek haller değildir. Ama bu öyle bir değişmeme ki, geleceğin değişimini de içinde barındırıyor. Zaten biz tekrarlama ahlakının dışında duran insanları söylüyoruz. Bu manada Müslüman münevverler bulundukları yerlerde zaten söyleyecekleri şeyi söylüyorlar, önemli olan onları duyacak kulakların olup olmaması. Asıl oraya bakmak gerekir bence.
 
www.on5yirmi5.com
adminadmin