Türkiye
Giriş Tarihi : 03-02-2013 11:48   Güncelleme : 03-02-2013 11:48

Medreseler Ve Hilafet Kanunla Kaldırılmadı

SEKA’nın konuğu olarak geldiği edebiyat evinde İsmail Kara Hocamız, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam adlı kitabının ışığında Cumhuriyet dönemi din politikasını resimler üzerinden bizlere anlattı.

Medreseler Ve Hilafet Kanunla Kaldırılmadı


Bir takım esprilerle de süslediği söyleşisine, aynı zamanda ilahiyat fakültesinde öğrenciyken sınıf arkadaşı olan Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu da eşlik etti. Daha çok bir sohbet tarzında geçen söyleşi, resimlerin takdimi esnasında az da olsa küçük soru ve dinleyici katkısıyla da süslendi.
Türk modernleşmesinin aşamaları
İsmail Kara, söyleşinin başında Türk modernleşmesini kısaca beş döneme ayırdı. 3. Selim’e kadar indirilebilecek ve 2. Mahmud ile devam eden Osmanlı dönemi, Cumhuriyetle birlikte başlayıp 3 Mart 1924 Halifeliğin kaldırılışıyla noktalanan kısa 2. dönem. 1924’le başlayıp büyük ölçüde Mustafa Kemal Paşa’nın politikaları çerçevesinde belirlenen ve 1944-1947’ye kadar süren 3. dönem. 1947’den başlayıp 1960’kadar süren 4. dönem. Ve 1960’la başlayıp günümüze kadar devam eden ama kendi içinde 1980 ihtilali ve 28 Şubat yumuşak darbesiyle kırılmalar yaşayan ama birbirinden az farkla ayrılan ve günümüze kadar devam eden 5. dönem… Bu arada Prof. Dr. Kara, 28 Şubat’ın abartıldığı kadar pek fark ettirici bir süreç olmadığı kanaatini de ifade etti.
Din ve modernleşme sarmalı
Prof. Dr. Kara, Cumhuriyet bürokrasisinin Osmanlıda olduğu gibi cumhuriyette de yaptığı yenileşme hareketlerini genelde din olgusu, özelde İslam ile birlikte düşündüğünü söylerek, “ikisi felsefî olarak birbirine karşıt da olsa adeta bir sarmal gibi birbiri içine geçmiş gözüküyor. Cumhuriyet bürokrasisi tamamen din olgusunun dışında kalarak hiçbir modernleşme hareketinin başarılamayacağını öngördü.” dedi. Aslında bunun, bugün de sürdüğünü İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti afişlerinde şuh ve dekolte kadın imajının arkasında Ortaköy Camii ve Boğaz Köprüsünün yer almasının tesadüfi olmadığını ifade etti. Bu düşünceyi önceki yıllara ait bir çok resimlerle göstermeye çalıştı. Hatta çorap reklamında bile cami ve şuh kadın imajlarının olduğunu ifade etti.
Modernleşmenin de salt yenileşme anlamında düşünülmediğini ifade eden Kara; “Cumhuriyet getirdiği kültür ve hayat tarzıyla dinin karşısında kendini konumlandırsa da dinden kendini bağımsız/ izole düşünemedi. Âdetâ bir senteze varmak istedi.” dedi. Buna gerekçe olarak da son demde verdiği resim sunusunda gittikçe açılan kadın imajı reklamları ve arka planda cami örneğini verdi.  Bunun yanı sıra gittikçe açılarak/ saçılarak günümüze doğru gelen çarşaf/ başörtüsü/ sarık ve sakaldan pardösü/ cübbeye şapka-ceket ve kravata doğru evirilen ve değişen istekli din adamı ve Türk insanı portresi örnekleriyle tezini kuvvetlendirdi.
Bunların tesadüfî olmadığını belirten Kara, “Bu şekilde kıyafeti hem bürokrasi hem de basın-yayın halkın şuur altına dolaylı şekilde yerleştirdi. Zamanla halk ve din adamları da doğrudan baskı görmeden de gönüllü olarak değişti.” dedi. (Not:  Açıkçası sanki bir baskı yokmuş da din görevlileri sanki kendi istek ve arzularıyla bu değişimi yaşamışlar gibi de konuşması bazılarımızı üzse de konuşmanın konusu salt baskıları dile getirmek olmadığı ve bunun bilindiği farz edildiği için İsmail Kara Beyi fazla yadırgamadık. A. K.)
Kanaat önderleri sistem içinde tutuldu
Kara, bilhassa Cumhuriyetin din karşısında istese daha katı bir tutum takınabileceğini ama bilerek Lozan Anlaşmasıyla gelen baskıdan etkilenerek ne şiş yansın ne kebap tarzı mesafeli bir tutum benimsendiğini ifade etmek istedi. Sanki ne İslamcıları tam memnun eden ne de ulusalcıları tam memnun eden ama her iki tarafın da kendi leh ve aleyhlerinde kullanabileceği muğlak bir tutum ve din politikası güdüldüğünü ifade etti. Bunu delillendirme babında da bugün Türkiye’de yaygın olan cemaat ve tarikatların çoğunun liderinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kadrosunda bulunduğunu veya re’sen emekliye sevk edilseler de müderrislerin devletten maaş aldıklarını ifade etti.
Bu bağlamda Prof. Dr. Kara, Mahmud Ustaosmanoğlu’nun bir cami imamı olduğunu, aynı şekilde Fethullah Gülen Hoca’nın vaiz olduğunu, Süleyman Hilmi Tunahan’ın re’sen emekliye sevk edilen ama devletten maaş almaya devam eden medrese hocası olduğunu söyledi. Bürokrasinin rejim karşıtı olabilecek kimseleri Diyanet Teşkilatı gibi cemaatleri ve tarikatları bir üst çatı halinde birleştiren bir bünyede topladığını ifade etti. (Not: Gerçi bunu bir sus payı olarak değerlendiren Bediüzzeman Said Nursi; kendisine sorulan bir soru üzerine “Süfyanın (İslam Deccalı)’nın cennetleri olacak” hadisini “Süfyan’ın cennetleri, makam-mevkidir” diye yorumlamıştır. Sait Nursi gibi görev kabul etmeyen ve maaş da almayanların da olduğunu atlasa da bunu İsmail Kara hocamızın iyi niyetle bakmak istemesine bağlıyoruz. A. K.)
Medreseler ve hilâfet yasal olarak kaldırılmadı
Bu bağlamda Prof. Dr. Kara; “Yine aynı şekilde Ayasofya Camii’ni müzeye dönüştüren imza sahtedir. Bu Mustafa Kemal’in bilgisi dahilinde yapılmıştır. En son Ayasofya Camii’nin Hünkâr Mahfilinin ibadete açılmasına kadar yıllarca Diyanetin bütçesinden oraya imam tayin edilmiştir. Orada namaz kılınmadığı halde imam tayin edilip başka yerde görev verilmiş, Ayasofya cami imamı sıfatıyla devletten maaş almıştır.” diyerek bunun bir dış baskı gibi olduğunu ama farklı bir uygulama ile cami olduğunun da kabul edildiğini ifade etti.
Hakeza şapka vb. inkılâpların bu bağlamda değerlendirilebileceğini ama bazen dış baskıların dediğinin aynının yapılmayarak hileli ve muğlak ifadelere başvurulduğunu ifade etti. Mesela; “hilafetin meclisin şahsında mündemiç olarak kapatıldığını” ve aslında bunun bir tür kapatılma sayılamayacağını, aslında meclisin yasal iradesinin bunu geri getirme imkânına sahip olduğunu ifade etti. (Notu: Bu arada anti parantez ben de ifade edecek olursam Mustafa Kemal’in Osmanlıca ikinci bir vasiyetnamesinden de bahsedilir ki yıllarca Çankaya’da saklanmış, 1980 darbesi sonrası Genelkurmay’a taşınmıştır. Meriç Tumluer adlı bir vatandaş, babasının o dönemde emniyet amiri olduğunu, bu vasiyetin taşınması esnasında vasiyeti okuduğunu, Mustafa Kemal’in bu vasiyetnamede ilerde İngilizlere karşı hilafetin tekrar geri getirilmesini vasiyet ettiğini ifade ediyor. Bu amaçla bir internet sitesi açan ve bu vasiyetnamenin açılması için iç hukuk yollarını tüketip AİHM’e başvurduğunu belirten Tumluer; bunun gizli bir devlet sırrı olduğunu, 2013’de sürenin dolacağını, Abdullah Gül’ün bu belgeyi yayınlayacağını ifade ediyor. Kendisiyle yaptığım telefon konuşmasında, hatta abartarak Mustafa Kemal’in seyyid bile olduğunu ifade etmiştir. İlgililer internette “Atatürk’ün vasiyetnamesi” diye aratarak konu hakkında fikir sahibi olabilir. A. K.)
Devamla buna benzer olarak Prof Dr. Kara; medreselerin de tevhid-i tedrisat kanunu ile kapatılmadığını, önce medreselerin o günün milli eğitim bakanlığı olan maarif vekâletine devredildiğini, maarif vekâletinin de 6 gün sonra medreseleri fiilen kapattığını söyledi. Dolayısıyla bunun da bir tür kanunla kapatma işlemi sayılamayacağını, isterse bugün Milli Eğitim Bakanlığının medreseleri tekrar açabileceğini ifade etti.
Modernleşmenin sert döneminde yazdırılan dini eserler
1946 yılına kadar sert bir dönem sürdüğünü söyleyen İsmail Kara, “Bu dönemde meclis, bizzat devlet görevlendirmesi ile Kuran’ın tefsir, meal ve Buhari’nin hadis kitabının tercümesini yaptırıp dağıttı. Bu, o döneme kadar Türkçe yapılmış en geniş çalışmadır. Eğer Cumhuriyet dine çok karşı bir tutum takınsaydı bunu yapmayabilirdi. 1950 yılına kadar yayınlanan ciddi dînî yayınlar, çoğunlukla devlet desteği ile yazdırılıp basıldı.” dedi. Bu bağlamda Ömer Nasuhi Bilmen’in Istalat-ı Fıkhiyye ve Hukuk-u İslamiyye Kamusu’nun da bir şaheser olduğunu belirtti. “Hatta bunu -belki hiç tahmin etmezsiniz- İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bastı” dedi.
1947 yılına kadar tek parti döneminin baskıcı olduğunu söyleyen Prof. Kara, “1947 yılında ilk defa bir CHP kongresinde laiklik-din ilişkisi irdelendi. 2. Dünya Savaşı sonrası dünya şartlarında dine karşı olumlu değişimler algılanıp daha müsamahakâr bir tutum benimsendi. İlerleyen yıllarda ihtilal hükümetlerinin devamlı problem ettiği ve 1950 sonrası DP-Menderes döneminde açılan imam hatip okulları, daha önce CHP dönemi 1947 din-laiklik kongresinden sonra  imam-hatip kursları şeklinde başladı.” dedi. Buna ilaveten, “1950-DP Kadrosunun çoğu, eski CHP’li politikacılardır. İnönü dünyaya ayak uydurma babında bilerek çok partili politikaya geçti. Bu muvazaalı bir sistem değişikliğidir. Aslında DP kadroları, CHP kafasından çok farklı değildir. CHP ve DP’nin bu türden politikaları, din ve dindarlarla arasını hassas noktada tutma babında Cumhuriyetin değişmeyen bir dini politikasıdır.” diye ifade etti.
Fotoğraflarla din görevlileri portreleri
1960’a kadar olan dönemde, Osmanlı bakiyesi Cumhuriyet dönemi tarikat ve cemaat önderlerinin kıyafeti değişse de manevi-maddi görevlerini devam ettirdiklerini söyleyen İsmail Kara; “günlük hayatın normal seyrinde devam ettiğini, din görevlisi ve tarikat şeyhlerinin nispeten farklı görüşleri benimseseler de birbirlerine misafir olarak gidip geldiklerini, birbirlerine insancıl davrandıklarını” ifade etti. Fakat 1960 darbesiyle artık o cemaat, tarikat ve kanaat önderlerinin bir arada fotoğraf vermekten korktuklarını, ilgili fotoğraf sunularıyla ve söylemlerden hareketle ifade etti.
İsmail Kara söyleşinin devamında ise şunları söyledi: “Hatta 1970 sonrası siyasi olarak İslam’ın siyasi ve sosyal yönünü ön plana çıkaran Erbakan hükümetlerinde de Türkiye’deki cemaat ve tarikatların çoğu doğrudan destek vermedi. Ancak bu, 1990’lı yıllarda değişen Selamet Partisi söyleminin etkisiyle bir miktar değişti. Bu söylem AKP ile daha da çoğalıp merkeze oturdu. Tarikat/cemaat önderleri, daima kazanacak olana ve merkez sağ partiye destek verdi.” Bunu çeşitli örneklerle ifade etti. Fakat sistemin de bir şekilde bunları kendi içinde tuttuğunu, doğrudan çok üzerlerine gitmediğini, onların da sisteme karşı asla bir silahlı eylem ve kıyam düşünmediklerini, hatta düşünenleri dışladıklarını ve bir terörist gibi gördüklerini ifade etti. Bunun sebebinin uzun yıllar tarihimizde oluşan tecrübeye dayandığını ifade ederek sistemin farklı olana biraz karşı gelse de ona belli oranda hoşgörü ile baktığını ifade etti. Buna misal olarak Rize Müftüsü’nün 1980 yılına kadar müftülük binasına ayakkabı ile kimseyi sokmadığını ve Atatürk resmini müftülüğe asmadığını delil gösterdi.
Evet, böyle bir cumartesi günü, sonrasında gerçekleşen çay ve ikramlarla samimi ve keyifli havada geçti. Sohbetten sunu eşliğinde hem bilgiler aldık ve hem de bizlere İsmail Kara Bey’in Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam 1 kitabı hediye edildi. Bu vesileyle Başkan İbrahim Karaosmanoğlu’na ve ekibinin şahsında Kültür İşleri sorumlusu Dr. Kenan Göçer Bey’e teşekkür ederiz.
Son kısımda İsmail Kara’nın Güneyce-Rize Sözlüğü de âcizane benim tarafımdan “Niçin Karadeniz Bölgesi aksanı bağlamında değil de dar bir alan ‘Güneyce Beldesi’ bağlamında isimlendirildiği sorusu”  da gündeme geldi. Atalarımızdan öğrendiğimiz kelimeleri unutmamamız için güzel bir çalışma olduğunu söyledik. Bu arada dinleyiciler tarafından pek bilinmeyen bu kitabı hemen raftan Kenan Bey alıp getirdi. Bu da hocamıza ve Başkan Bey’e bir jest oldu. Meğer Başkan Beyin böyle bir kitaptan haberi yokmuş… Aynı zamanda hemşerisi olan İsmail Bey’le Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, bu sözlük ve dil vesilesiyle Rize ağzıyla samimi bir sohbete başladı. Başkan sözlükteki kelimelerin çoğunu bildiğini, bu ağzın halen kendi köyü Yuvacık’ta ve Kocaeli’nin diğer Karadenizli köylerinde yaşatıldığını ifade etti.
 
Dr. M. Abdülmecit Karaaslan / dünyabizim.com
adminadmin