Kültür
Giriş Tarihi : 15-10-2017 15:00   Güncelleme : 15-10-2017 15:34

Medyada ahlakın reytingi yok!

Neil Postman’ın “20 yıl önce ‘televizyon kültürü şekillendirir mi yoksa sadece yansıtır mı’ sorusu pek çok araştırmacı ve toplumsal eleştirmen tarafından ilginç bulunmuştu. Ancak televizyon zamanla bizim kültürümüz haline gelmeye başladıkça bu soru da geçerliliğini büyük oranda yitirmiştir” demesinin üzerinden neredeyse 20 yıl daha geçti. Artık karşımızda televizyon kültürüyle yetişmiş bir nesil var. Kültürümüzden ve manevi değerlerimizden uzaklaşmanın sorumluluğunu sadece televizyona yıkmamız adil olmasa da, büyük bir yer tutacağına şüphe yok. Zira Türkiye, Amerika’dan sonra dünyada en çok televizyon izlenilen ikinci ülke konumunda.

Medyada ahlakın reytingi yok!

Yerli ve milli bir nesil mi demiştiniz

Günümüz dünyasında popüler kültürün yayılmasına ön ayak olan iletişim araçlarından internet en önemli yeri tutarken, ulaşımı kolay olması ve zengin fakir herkesin evinde bulunması sebebiyle televizyonun yeri tartışılmaz. Kültür dediğimiz şey tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan her türlü değerlerle bunları kullanmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüyse, televizyon programları kültür taşıyıcılığının başında geliyor. Gündüz kuşağı programlarıyla kadınları ve çocukları ekran başında zehirleyen, akşam dizisi furyalarıyla tüm aileyi eğlence adına dinamitleyen TV programlarının içeriklerini tartışma, alternatif üretme, kısacası iyileştirme çalışmalarına ne zaman sıra gelecek? Yerli ve milli bir nesil yetiştirme arzusundayken, buna ket vuran saiklerle hesaplaşmanın vaktidir artık.

Kolay yol tercih ediliyor

TDK’nın “altın saatler” dediği bütün ailenin evde olduğu akşam saatleri, diziler arası reyting savaşlarıyla geçtiği için, çekilen dizilerde toplumun değer yargıları değil, reklam miktarı önemseniyor. Toplumun her kesimi tarafından izlenen televizyon dizilerinin en çok reyting alma konuları, aldatma, çarpık ilişkiler, kolay yoldan zengin olma, lüks hayata özendirme, kavga, gürültü ve aslında gerçeklikten uzak bir hayal dünyası. Türk aile yapısını bozmaya yönelik sahnelerinden şikayet edilen dizilerin çok izleyicisi olması, televizyoncuları belli bir ahlak çerçevesinde değil de, çıkar çerçevesinde programlar yapmaya zorluyor. Alternatif düşünülmüyor, tıpkı dizi senaryolarında olduğu gibi kolay yoldan para kazanma yöntemlerine başvuruluyor.

Çarpık ilişkiler normalleşiyor

Güney Kore dizilerinden uyarlanan dizilerle, bizde normal olmayan birçok sahne normalmiş gibi gösterilirken, ensest, aldatma, çarpık ilişkilerin normalleşmesi bu sahnelerle hayatımıza fütursuzca giriyor. Üstelik aile mefhumu bizim kültürümüzde bu kadar önemliyken… Fatma Gül’ün Suçu ne dizisindeki tecavüz sahnesinin bile gerçek hayatta örnek alınarak tekrarlanmış olduğunu gazetelerden okuduk. Böylesine uç bir örneğin öğrenilerek tekrar edilmesi mümkünken, kültürümüzü dinamitleyen her türlü içeriğin evimizin başköşesine oturmasına ne demeli?

Yerine konulacak alternatif yok

En masum aile dizilerinde bile ilkokula giden çocukların kız ve erkek arkadaşı olması, anne babaya kabul edilemez şekilde verdikleri cevaplar ve alttan alta aşılanmak istenen bir kültürün kokusu burnumuzun deliklerini sızlatıyor. Aynı cevapları kendi çocuklarımızdan duymak bizi ürküttüğünde, aslında çocuklarımızı anne babadan çok, televizyonun yetiştirdiğine şahit oluyoruz. Çocukluğun yok oluşunu en çok televizyona bağlayan Neil Postman’ın işaret ettiği tehlikeler için belki de artık sandığımızdan da geç. Çünkü en başta böyle bir derdi yok çoğu insanın, ardından da yerine konacak alternatifi. Her ne kadar bu tür olumsuz örnekler önemli bir yer işgal etse de, iyi örnekler de yapılmadı değil. Diriliş Ertuğrul, Abdulhamit, Ekmek Teknesi, Yedi Güzel Adam dizileri izlenme rekorları kırdığı halde, bu defa da bu başarılar başta sanatçılar ve meslek örgütleri tarafından görmezden geliniyor.

İtinayla katil bulunur

En çok kadınların ve tabii ki yanlarındaki çocukların izledikleri gündüz kuşağı programlarının hali ise içler acısı. Yıllarca evlenme programı diye, evlilik kurumlarının içini boşalttıkları, utanma duygusunun yok olduğu, yalan ve teşhir amaçlı programlarla eğleşir oldu kadınlar ve tabii ki yanlarındaki çocuklar. Çoğu paralı tutulan figüranlardan oluştuğu bilinse de, gündüzün en çok reyting alan programları bunlardı. Çünkü alternatif yoktu. Şikayet rekoru üzerine 10 yıldır devam eden evlilik programları yasaklanınca, yerine “gelen gideni aratır” türden alternatifleri sergilendi. Şimdi de ortalık cinayet, kayıp, kavuşma programlarından geçilmiyor. Sabah kuşağı ya da akşam 5 çayı saatlerinde yayınlanan programlarda cinayetler çözülüyor, kayıplar aranıyor, dosyalar açılıyor, birçok adli vaka gün yüzüne çıkarılıyor, anlaşmazlıklar tatlıya bağlanıyor, kavuşamayan aileler buluşturuluyor… artık gündüz kuşağı polisliğe ve dedektifliğe soyunan programlara teslim.

Reyting varsa onur ne ki

Öte yandan, Türk gelenek ve göreneklerine aykırı bir şekilde erkek ve kadınların bir adada, evde kısacası bir arada yaşadığı, dedikodu üzerine kurulu, yarışmayı kazanma uğruna türlü oyunların döndüğü programlar da maksadı aşan içeriklerden. Moda ve giyim yarışması adı altında teşhirciliği teşvik eden, kazanmak uğruna kendini küçük düşüren, karşısındakini aşağılamayı öğreten programlara ise söylenecek kelime yok. Her şey reyting uğruna ve bu uğurda kaybolan onurun lafı bile olmaz.

Bu dizilerle mi öncüyüz

“Televizyon kötü, git kitap oku” gibi bir yaklaşım çok da işe yaramıyor gençlik üzerinde. Televizyon yoksa internetin kirli dünyasında yer buluyor çünkü. Küçük yaştan itibaren çizgi filmlerle büyüyen çocukları, ilkokul 3 veya 4. sınıftan itibaren çizgi filmler artık oyalayamıyor. Tam da ergenliğe giriş yaptıkları ortaokul döneminde ise televizyonda çocuklara hitap eden hiçbir şey yok. Direkt yetişkinlerin dünyasına giriş yapan çocuklar için tek alternatif, gençler için özellikle Kore dizilerinden uyarlanan ve tabii ki bizim kültürümüze hitap etmeyen gençlik dizileri oluyor. Kavak Yelleri, Kiralık Aşk gibi dizilerle hayata hazırlanan gençlerimiz, her şeyin mübah olduğu anlayışını baştan kabullenmiş durumda. Üstelik bu diziler Türkiye’nin öncülüğünü kabul etmiş ülkelerde büyük bir merakla izlenirken, öncü olmanın getirdiği sorumluluğu bir kez daha düşünmek gerekmez mi? Televizyon vasıtasıyla toplum ve özellikle de gençlik, bilgi, başarı, ahlak ve üretkenliğe teşvik edilecek yerde, ahlaki ve vicdani yozlaşmanın temel taşlarının örüldüğünün ne zaman farkına varacağız?

En fazla şikayet gündüz kuşağına

Televizyon dizi ve programları toplumun her kesimini etkiler, özellikle de çocuklar ve gençleri. Yeni Türkiye’de bir iddiamız olacaksa, gençlerin ahlakına dinamit koymakla bu iddiadan çok çok uzağız. Neyse ki şikayet etmeyi biliyoruz, herkes rahatsız, ama çözüm yolunda kimsenin adımı yok. Nitekim 2017 yılının ilk altı aylık verilerine göre RTÜK’e ulaşan vatandaş bildirimlerinden en çok şikayet alan televizyon programlarında ilk sırada yüzde 45.67 ile gündüz kuşağı programları, ikinci sırada yarışma programları, üçüncü ve dördüncü sıralarda ise sırasıyla tele-alışveriş ve dizi filmler yer aldı. Dizi sezonun başladığı Eylül ayı verilerinde ise dizi filmlerden şikayetler ikinci sıraya yükseldi.

Herkesin suçu bu

Televizyonun içler acısı programlarını uzmanlara sorduğumuzda, RTÜK üyesi Nurullah Öztürk “Yayın kuruluşlarının ne tür programları yayınlayacakları konusu editöryal bağımsızlık kapsamında olup, program öncesi Üst Kurul’un bu konuda herhangi bir müdahalede bulunma yetkisi bulunmamaktadır” diyerek belki de asıl eksikliği gözler önüne seriyor. Erol Göka, “Bu programları yasaklarsak, cascavlak ortada kalırız, yerine bir şey koyamayız” uyarısıyla alternatifsizliğe dikkat çekiyor.  Bülent Ata ise “Reklam verenler reklam vermeye devam ettikçe, ne kanal yönetimleri ne de yapımcı, programlarının topluma zarar verici içeriğini görmek istemeyecektir” diyerek reklam verenleri mesuliyete davet ediyor. Sema Karabıyık, İyiliğin dilini televizyon lisanına çevirmemiz gerektiğine işaret ederek özellikle içerik üretenlere sorumluluk yüklüyor. Senai Demirci “Arz ederek ürettiği yapay talep öyle şiddetleniyor ki, arz etmesinin haklı gerekçesi haline geliyor” diyor. Serap Buharalı ise televizyonun en fazla etkisinde kalan çocuklar ve gençlerin geldiği noktayı şu ifadelerle anlatıyor: “Aşkı, sevmeyi, satmayı, oyun kurmayı, isyanı, kültürsüzlüğün hiçbir gam olmayacağını öğrendiği bu dizilerin senaryolarına mahkum kalıyorlar.”

İzleyicinin gücü büyük

Nurullah Öztürk / RTÜK üyesi

Yayın kuruluşlarının ne tür programları yayınlayacakları konusu editöryal bağımsızlık kapsamında olup Üst Kurul’un bu konuda yayın öncesi herhangi bir müdahalede bulunma yetkisi bulunmamaktadır. Yayın sonrası ise; diziler, sinema filmleri, evlilik, kayıp bulma, katili bulma vb. programlar ile diğer bütün yayınlar, Üst Kurul uzmanlarınca titizlikle takip edilip rapor düzenlenmekte ve gerektiğinde cezai müeyyideler uygulanmaktadır. 2017 yılında en fazla reklam içeriklerine, ikinci olarak arkadaş, eş bulma programlarına, üçüncü olarak çocukların gelişimini olumsuz etkileyecek aykırılıklara müeyyide uygulanmıştır.

Televizyonlarda kaliteli programlar yapılamamasının, maliyet, rekabet, izleyici tercihleri, yayıncının tercihi, reklam verenin eğilimi vb. gibi birçok sebebi var. Gündüz kuşağı dediğimiz evlilik, kayıp bulma, katili bulma vb. programlara izleyicilerin daha çok ilgi göstermesi ve insanların özel hayatlarının ifşa edildiği programların izlenme oranlarının çok yüksek çıkması, bunlardan birisi ve en önemlisidir. Zira izlenme oranları ve reklam gelirleri arasında kuvvetli ve doğru bir ilişki söz konusudur. Ancak, nitelikli olup da, izlenme oranları yüksek program türleri de mevcuttur.

Aslında bu sorun, bir tavuk-yumurta paradoksu sorunudur. Kalitesiz programlar mı bu tür izleyiciyi üretiyor, yoksa bu tür eğilimi olan izleyiciler mi bu programları teşvik ediyor, tartışmalı bir konudur. Ancak, yayıncı sorumluluğu, hem yasal olarak, hem etik olarak her zaman gözetilmesi gereken bir husustur. Yani izlenme oranı yüksekliği, hiçbir programı meşrulaştırmaz. Yayıncının, yüksek izlenme oranı yakalamak istemesi gayet doğaldır, ancak bunu kamusal sorumluluk ile birlikte sağlamalıdır.

Niteliksiz programların artmasında ve yaygınlaşmasında izleyici de elbette önemli bir pay sahibidir. Zaman zaman cezalar caydırıcı olmayabilmektedir. Aslında izleyici, kullandığı takdirde, programların nitelikli olmasında çok büyük bir güce sahiptir. Bu güç, bazen izlememeyi tercih ederek, bazen gerekli yasal tepkileri/bildirimleri yaparak, bazen bu tür programlara sponsor olan ve reklam verenlere, yine yasal hakları çerçevesinde gerekli tepkileri vermekle etkisini gösterir. Ayrıca, TV ve medya dünyasına karşı  “Medya Okuryazarlığı” ile kişinin kendisini etkinleştirmesi ve yetkinleştirmesi günümüz iletişim ve medya çağında oldukça önemlidir.

Eğleşmek için alternatif yok

Erol Göka / Psikiyatrist

Uzunca bir süreden beri,  televizyondan, akıllı telefonlardan, internetten söz edildiğinde, bunlarla ilgili bir soru sorulduğunda “teknomedyatik bir dünyanın içinde yaşıyoruz, bu deniz içre balığız” diye söze başlıyorum.  Yepyeni bir insanla, yepyeni bir insanlıkla, yepyeni bir zihinle karşı karşıyayız ve içine düştüğümüz bu yeni durumla ilgili hemen hiçbir şey bilmiyoruz!

Hayat sandığımız kadar ciddi değildir. Hepimizin tüm vaktini kendimizce ciddi ve yararlı bulduğumuz şeylerle uğraşarak geçirmesi mümkün olmaz.  İnsanlara dertlerini unutmak, avutmak, eğleşmek, vakit geçirmek, hayatı doldurmak için daha iyi bir yaşam çevresi hazırlayamazsanız, onlar buldukları en kolay yoldan giderler. Geleneksel dünyada, insan ilişkileri, iş, güç, meşgale, öbür dünya için hazırlanmak tüm vakitleri dolduruyordu. Şimdi modern zamanlarda insanların olağan, olması gereken yaşam çevreleri tarumar edildi, ruhlarına dinlenmek, eğleşmek için hiçbir imkân hazırlanmadı, insanlar robot, hayat mekanize bir işleyişmiş gibi düşünüldü. Karşımıza böyle bir dünya, reyting için her şeyi yapan, görüntü cambazlığıyla insanların bakışlarını avlamanın “başarı” sayıldığı meslek madrabazlıkları çıktı. Daha iyisini, başka alternatifleri sunmadığımız, apartmanlara tıkıştırdığımız insanlar, afallayıp kaldılar.

En azından 30 yıldır televizyonun, programlarının kötülüğünden, yol açtığı ahlaki zaaflardan bahsedip duruyoruz. O kadar kötüyse çıkarırsınız bir yasa, yasaklarsınız olur biter. Niye bunu kimse yapamıyor, niye göze alamıyorlar? Yeterince cesur olmadıklarından değil, ne yapacaklarını bilemediklerinden. Zira onlar da hissediyorlar yeni denizin balıkları olduğumuzu, yasaklayınca cascavlak kalacağımızı…

Kendi adıma hoşnut değilim teknomedyatik dünyadan, ne otomobil kullanırım ne televizyon izlerim. Ama benim yapacak dünya kadar işim var, çoğu zaman 24 saat yetmiyor, hastalarla, dertlerle, kitaplarla, yazıyla boğuşmama. Ev halkını, dostlarımı çokça ihmal ediyorum, yıllardır sinemaya bile gitmişliğim yok. Ama ya gününü nasıl dolduracağını bilmeyenler? Gelin soruyu tam da böyle soralım. Bir insan bir günü, 24 saati nasıl doldurur? Bence modernlik, kaş yapayım derken göz çıkardı, inanılmaz bir “artık zaman” ortaya çıktı ve bu da varoluşsal vakuma neden oldu. Bunları görelim, gerisi kolay. Çünkü en nihayetinde insanların fıtratı iyidir, insan kaliteliye meyledilen, ahlaklı bir varlıktır.

Sorumlu seyirci değil, yayıncıdır

Sema Karabıyık / TV eleştirmeni

Televizyonlarda gündüz kuşağı özel kanallarla birlikte başladı. Şöhret başlığı adı altında toplayabileceğimiz şarkıcı ve oyuncuların özel hayatlarına dair bilinmeyen kalmadığında “sıradan insanın” magazinine geçiş yapıldı. Sabah kuşağının kadrolu seyircilerinin evlerine gidildi, gardıropları aynı şöhretlere yapılageldiği gibi modacılar tarafından didik didik edildi. Şarkılı, türkülü, bilgilendirmeli, tavsiyeli sabah kuşağı izleyicide doyum noktasına ulaştığında, realiti şov çatısı altında sıradan insanın şovu başladı. Gerçeklik şovu olarak başlamıştı realiti şovlar, reyting mücadelesi neticesi gerçeklik kurgusuna dönüştü kısa zamanda. Ekran başındakilerin bizden/ içimizden biri olarak seyrettiği pek çok karakter, cast ajansına kayıtlı, dizi oyuncusu olarak şöhret olma hayali kuran ama şöhretimsi olabilen, son kullanma tarihi geçince unutulan kişiler.

Neil Postman televizyonu “öldüren eğlence” olarak tanımlar. Ama zaman içinde merak duygusu eğlenme ihtiyacının önüne geçti. Seyirci salt eğlenmek için değil merak duygusunu taze tutacak programları tercih etmeye başladı. RTÜK müdahalesi ile ekrandan uzaklaştırılan izdivaç programlarını da suç temalı realiti şovları da cazibe merkezi haline taşıyan merak duygusudur.  Seyirci bir sonraki aşamayı merak ettiği için oturur ekran başına, ki izdivaçlarda kurgu yapılmaya başlandıktan sonra izlenme oranlarında ciddi bir artış yaşanmıştır. Seyredilen kötü bir kurgudan ibarettir ama gördüklerinin ötesine geçemeyen, sorgulamayan seyirci gerçekmiş gibi seyreder.

Para kazanıldığı müddetçe rezil olmak, küçük düşmek, gülünç duruma düşmek kimsenin umurunda değil! Realiti şovların yapılma amaçları da tamamen yüksek reyting almak. Yüksek reyting reklam demek, reklam da kazanç demek. Bir programın ya da dizinin bitişine sadece reyting oranlarına bakılarak karar verilir. İzdivaç programlarında olduğu gibi dışarıdan müdahale olduğunda program bitmez, reytingleri bitene kadar dönüşerek yoluna devam eder.

Dizilerde de durum benzer şekilde gelişir. Bir dizinin derdi, önermesi, felsefesi yoksa anlatacak bir hikaye de yok demektir! Ya iki erkek bir kadın hikayesidir anlatılan ya da iki kadın bir erkek. Yan hikayelerde de bilumum ilişki kombinasyonu denenir. Anlatacak bir hikayesi olmayanların sektöre egemen olmasının getirdiği bir durum yaşadığımız. Öyle ki bu sezon üç dört dizinin karması haline gelen diziler var ekranda. Seyirci seçimini mevcut arz edilenler arasından yapar, dolayısıyla bu durumun sorumlusu seyirciden ziyade bu dizileri üretenler ve yayınlayanlardır.

Diziler ve realiti şovlar kötünün, kötülüğün dilini keşfetti, her iki program türü de tüm enerjisini kötülerden ve kötülükten devşiriyor. Bizim tekrar iyiliğin dilini televizyon lisanına çevirmemiz gerekiyor.

Alan razıysa satan çoktan razı

Senai Demirci / Yazar

Televizyonun seyrettirme mantığı tüketmek ve eğlendirmek üzerinden işliyor. Bu tür bir görüntü üretimi ne kadını ne erkeği önceliyor aslında. Daha çok seyrettirmek için, daha çok tuhaflığı gündeme getirmek, içinde skandal da olsa hep sarsıcı görüntüler üretmek zorunda. Hatta skandalı ve rezaleti seviyor televizyon. Çünkü “daha çok” merak uyandırıyor, daha yüksek reyting getiriyor.

Televizyoncular, başlangıçta uyanmayı istemedikleri, şimdilerde uyanmayı unuttukları bir rüyaya daldılar. Sanki sürekli hızlanan bir bant üzerinde koşuyor yapımcılar ve sunucular. Hızlı koşan bandın gereği neyse ona ayak uydurmak zorundalar hep birlikte. Rakiplerinden geri kalmama telaşı, bütün rakipleri mağdur ediyor. Biri vazgeçtiğinde meydanın diğerlerine kalacak olması hiçbirini vazgeçirmiyor. Birlikte, hep birlikte, sadece kadına değil insana dair sorumluluğumuz hatırlanırsa, kalite de fayda da gelecektir diye umuyorum. Bir deli çıkıp “Kral çıplak!” deyinceye kadar kral da ahali de kralı giyinik sanmaya devam edecek; yoksa ayıplanacak.

İzdivaç programları, katil bulmalar vs. aslında kurgulanmış realite. Aklı başında hiç kimse, televizyondan bulduğu adamla ya da kadınla evlenmeyi düşünmez; katil bulmanın sunucu işi olduğuna inanmaz. Fakat sadece seyirci kaldığımızda, gönüllü olarak aldatılmaya razı oluruz. Burada, “anahtar deliğinden bakma” şeklinde özetleyeceğimiz nefanî merak yağmalanıyor. Haliyle, alanın razı olduğu yerde, satan çoktan razı olmuş oluyor. Arz ederek ürettiği yapay talep öyle şiddetleniyor ki, arz etmesinin haklı gerekçesi haline geliyor.

Daha teknik konuşacak olursak, televizyon pornografik meraka hizmet ediyor. Pornografi, mahrem dairede normal sayılabilecek işleri, sırf heyecan uyandırmak için teşhir etmek demeye gelir. Bu, sadece cinsel alanda olmaz. Her alanda vardır bu. Din programında hocanın biri kefen sarar, bir diğeri tabut içindeki sorgu meleklerinin sorularını sorar, masaya sidik koyar vs. “reyting patlatır.” Nasıl olur bu? Herkese görünmeyeni görme, herkesin duyamadığını duyma türünden bir şehveti gıdıklar çünkü. Bu soft şehvet sürekli provoke edilir, sürekli acıktırılır ve sürekli tatmin edilmeye çalışır. Ama bunun sonu tatmin değil, devasa bir açlıktır.

Televizyona dair algımız değişene kadar televizyondan kalite beklemek bence boşuna sanıyorum. Adı üzerinde “seyredilen” bir nesne, sırf eğlenme amaçlı ilgilenilen bir ekran, kaliteyi aramaz ki kalite üretimini sağlasın. Televizyonun evlerde “merkezi” konumdan uzaklaştırıldıktan sonra, belki daha sakince bir televizyonculuk estetiği düşünülebilir. Üretilmiş ve öğretilmiş bunca vahşi açlık varken, kimseyi sakinleştirmek, kimseyi bu sıcak satıştan vazgeçirmek mümkün değil.

Reklam verildikçe durum değişmez

Bülent Ata / TV Uzmanı

Bu kalitesiz programları izleyen kitle bizim akrabalarımız, komşularımız. Reytingler öyle gösteriyor ki sayıları da az değil. TV projeleri toplumun erdemlerini artırmak için değil toplumun eğlence ihtiyacını karşılamak için yapılır çoğunlukla. TV sektörü izleyiciyi ekran karşısında tutabilmek motivasyonu ile hayatını sürdürür. Yaptıkları şeylerin toplumda ne gibi deformasyonlara sebep olduğunu düşünmek, kafa yordukları bir mesele değildir.

Gündüz kuşakları için yapılan programlar AB grubu eğitimli izleyiciler için üretilmez, çünkü günün o saatinde çoğunlukla ekran karşısında değildirler. Bu izlenirlik, bir tesadüf değil. Markalaşmış ekran yüzleri ve başarısı tecrübe edilip lisanslanmış yabancı formatlar var karşımızda. Bunlar ne yapıyor? Hikâye anlatıyor. İnsanların dedikodu dinleme ihtiyacını gideriyor, insanların endişe ve merak duygularını gıdıklayan gerçek insan hikayelerini yine gerçek insanlarla ekrana taşıyor. Eğitimli insanlar için bile cezbedici bir içeriktir bu. Bu programlar mutlaka bir senaryo ya da akış planı uygulanarak ekrana gelir. Rastgele yapılan işler asla değildir. Bu tip programlar geçmişte sunucu ya da konukların infial yaratan bir davranışı sebebiyle ancak yayından kaldırılabilmiştir. Bu program biter, yenisi başlar. Burada kritik nokta reklam verenlerin bu içeriğe reklam vermeye devam etmesi. Onlar reklam verdikçe, ne kanal yönetimleri ne de yapımcı, programlarının topluma zarar verici içeriğini görmek istemeyecektir. 

Türk dizilerinin giderek çok daha azı orijinal bir hikâyeye dayanır hale geldi. Kanal yöneticilerine risk almaktansa başarılı olmuş bir Kore dizisini adapte etme fikri cazip geliyor. Adapte edilen ya da “esinlenilen” dizilerin entrika matematiği bize ahlaki bir erozyonu fısıldıyor. Bununla birlikte yabancı dizilerin içeriği hoşumuza gitmese de çalışılmış drama matematiği izleyici yakalamayı başarıyor. Burada kanal yönetimlerinin ayakta kalmak için reklamı, yani parayı getiren projeyi desteklemesi anlaşılabilir.

Sorun, aynı drama matematiğini kültürel kodlarımızı bozmadan ekrana taşıyabilecek senarist ve yapımcılara daha fazla şans vermekle çözülebilir. Oysa son 2-3 yıl içinde dizi sürelerinin artması ve bütün günü tek diziyle kapatmak, üretim hacmini yüzde elli azalttı. İçerideki rekabet koşulları, dışarıya satılan dizi sayısına da zarar verecektir. Daha az proje daha sert bir mücadele ile ekrana gelebilir oldu. Bu alanı genişletmek lazım ki alternatif örnekler çıkabilsin. Süreleri makul bir seviyeye çekip, üretim hacmini ve çeşitliliğini artırmak lazım.

Çocuklar için güvensiz bir dünya

Serap Buharalı / Çocuk Gelişimcisi  

Anneler çocuklarıyla beraberken, gündüz vakti gerek bir ses olması, gerekse bir oyalanma olması amacıyla televizyon programları açıyor. Bu esnada annenin izlediği bir magazin, evlilik veya birinin kaçırıldığı veya öldürüldüğünü tüm detaylarıyla veren bir programı hevesle izleyen bir yetişkin ve yanında bulunan çocuklar bunu dünyasına sokuyor. Ve dünya algısı, ya burası güvenilir bir yer değil ya da burası çok eğlenceli, her şey pürneşeden ibaret diyebiliyor.

Çizgi filmlerin hepsine “tüü kaka” diyemeyiz, benim bile rastlayınca izlemekten alıkoyamadığım bir iki tane de olsa çizgi film var. Ama çoğu yabancı kaynaklı çizgi filmler, ütopik, gayesiz ve alt bilince yönelik kaygı uyandırabilecek mesajlarla dolu. Bu renkli, canlı, hareketli çizgi filmlerle bir şekilde karşılaşan çocuklar, bunların müptelası haline geliyor. Bunlar olmaksızın yemek yemiyor, tuvalete gitmiyor, suskunlaşıp sakinleşemiyor.

Çizgi filmlerle çocukluğunu geçiren bir süreçten sonra ilkokul döneminde daha üst level hareketin, içeriğin olduğu çizgi filmlerle devam ediyor. Ve bu çocuklar arasında muhabbet konusu oluyor. Çeşitli mini dizilere, yarışmalara ve birçok yetişkin dünyasına ait eğlence programlarına kapı açan bir dönem, tanışma dönemi, burada da sağlıklı bir kontrol kullanabilmek büyük ölçüde gerekiyor.

Gelelim yetişkinlik ile çocukluk arasında kalan Araf döneme, yani ergenliğe. Bu dönemde onu TV’de hangi tuzaklar bekliyor? Tabi ki gençlik dizileri… Aşkı, sevmeyi, satmayı, oyun kurmayı, isyanı, kültürsüzlüğün hiçbir gam olmayacağını öğrendiği bu dizilerin senaryolarına mahkum kalınan, özenti hayatlarla kendi hayatını kıyasladığı, rol aldığı, uyguladığı bir düzenek. Bu düzenek içerisinde belki de kendi idealleri benliği ile gösterilen idealler ve ideal benlikler arasında makasın bayağı açık olması sonucu tahribatlar.

Biliyorum TV hakkında hiç iyi bir şey söylemedim. Çünkü haber programlarından tutun birçok dizi şu bu içerikli programlar konusunda tepkiliyim. İzlenebilecek sağlıkta programlar biz yetişkinler için bile çok az. Ve bu programlara harcanılan her türlü maddi manevi efor bizim toplum kalitemizden götürmekte. Daha sağlıklı bilinçli programların olabileceğine dair inancım çok az da olsa var. Umarım bununla ilgili gayret ve tedbirleri görme şansımız olur.

Sevda Dursun

http://www.gercekhayat.com.tr

 

adminadmin