Kültür
Giriş Tarihi : 16-12-2018 13:30   Güncelleme : 16-12-2018 13:30

Mevlâna'ya göre birlikte yaşamanın ilkeleri

Mevlâna'ya göre birlikte yaşamanın ilkeleri

İslam kelimesi sözlükte “barış, sulh, selamet” anlamlarına gelmektedir. Rahmet dini olan İslam; insanları bütünleştirici, uzlaştırıcı, barışı ve kardeşliği telkin edici yönleriyle ortaya çıkmıştır. Bu sebeple İslam hem bireyin ve hem de toplumun iç huzurunun, barış ve dayanışmasının teminatıdır. Toplumda birlikte yaşama bilincinin oluşabilmesi için, öncelikle fertlerin birbirlerine karşı iyi niyet ve samimiyet taşıması, insan olarak birbirine saygı duyması, bencillik ve bireysel çıkarcılığın insanı yiyip bitiren girdabından kurtulmaları gerekir. Birlikte yaşamanın önünde en büyük engel,  farklı olanların birbirlerini iyi tanımama, dinleme eksikliği ve önyargılı hareket etme tavrıdır. Onun için Hz. Mevlana Mesnevi’nin ilk beytine “bişnev/dinle” diye başlar. Bir arada barış içinde yaşamanın ilk adımı, birbirimizi dinlemek ve anlamaktır. Tasavvuf terbiyesinde temel ilke söylemek değil, dinlemektir.  Eğitim-öğretim işi aceleye gelmez. Belli bir süreç dâhilinde olgunluk dönemi geçirmesi gerekir. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir:

Gör zâhidi kim sahib-i irşâd olayım der,

Dün mektebe vardı, bugün üstâd olayım der.

Bu şiirin muhtevasından anladığımız kadarıyla, henüz “olmak”lık olgunluğuna erişmemiş kimseler, “dinleyemedikleri” için gerçek anlamda “öğrenme”ve birbirini anlama aşamasına varamazlar. Mecazi anlamda sağırlar diyaloğundan da bir şey çıkmaz.  Dinlemek, Kur’an’ın öğretme yöntemidir. Nitekim Kur’an’da ‘dinleme’nin bir öğrenme tarzı olduğuna dair birçok ayet vardır:

“Onlar, sözü (önce) dinlerler (sonra da) en güzeline uyarlar.” (Zümer, 39/18.)

“Cinlerden bir grup, Kur’an’ı dinlerler..” (Ahkâf, 46/29.)

“Vahyolunanları dinle.” (Taha, 20/13.) “Dinle! O münadinin bağıracağı günü yakın bir yerden.” (Kaf, 50/41.)

“Kur’an okunduğu zaman onu dinleyiniz…” (Araf, 7/204.)

“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, onu dinleyin: Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar; isteyen de istenen de âciz.”  (Hac, 22/73.)

Konuşmak ise;  dinleme ve öğrenmenin bir sonucudur. Kuş yavruları bile belirli bir müddet analarını-babalarını dinlerler,  öğrendikten sonra da ötmeye başlarlar. İşte Mevlana yaşadığı çağda entelektüellerin durumunu,  birbirlerinin ne dediğini anlamayan dört kişinin üzüm için kavgaya tutuşmalarına benzetir. Söylenceye göre adamın birisi dört kişiye bir dirhem verir. Dirhemi alanlardan İranlı ben bu parayı ‘engûr’a vereceğim, Arap olan ‘inep’ alacağım, Türk ise, ben ‘üzüm’ isterim, Rum da ben de ‘istafil’ isterim, der. Aralarında anlaşamayan bu insanların her biri aslında aynı şeyi istemektedirler. İşte bu insanlar, mana dilini bilmedikleri için kavgaya tutuşmuşlardır. (Mevlânâ,  Mesnevî, (çev. Veled İzbudak), İstanbul 2004, II, 263.) Bu sebeple aynı dili konuşan insanlar değil, aynı manayı paylaşan insanlar anlaşabilir. Maalesef içinde yaşadığımız çağın en can yakıcı sorunları arasında; toplumların birbirlerini gereği gibi tanımama, tanıma çabası içine girmeme ve önyargılı hareket etme düşüncesi yer almaktadır.   Bu olumsuz bakış açılarının derinleşmesi, özellikle çağımızda toplumlar arası güven bunalımını artırmaya ve çatışma ortamlarını genişletmeye hizmet etmektedir. Birleştirici bir dil kullanmayı temel ilke edinmiş olan Hz. Mevlana, birbirinin değerini bilmeyen insanlara: “Gel de birbirimizin kadri kıymetini bilelim; çünkü ansızın ayrılacağız birbirimizden.” demek suretiyle bir arada yaşamanın formülünü işaret etmiştir. (Mevlâna, Divan-ı Kebir, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul: MEB Yayınları, 1970, s. 97.)

Mevlana’ya göre bir arada barış içinde yaşamayı zorlaştıran nedenler arasında “senlik-benlik” kavgaları gelmektedir. Nitekim o, uzun bir şiirinde kardeşlik hukukumuzu zedeleyecek ayrımcı dile şiddetle karşı çıkmak suretiyle uyarılarda bulunmuştur:

“Beri gel, beri, daha da beri, niceye bir şu yol vurulacak? Değil mi ki sen, bensin, ben de senim, niceye şu senlik-benlik?

Hepimiz de bir tek olgun kişiyiz; fakat neden böyle şaşıyız ki? Neden böyle zengin, yoksulları hor görür ki?

Biz hepimiz aynı mayadanız; aklımız da bir, başımız da; fakat şu beli bükülmüş göğün altında iki görür olup kalmışız.

Bu beş duygudan, altı yönden pılım-pırtım çek birlik bucağına; niceye dek usul boylu birlik ağacının yalnız sözünü edip duracaksın?

Haydi şu benlikten geç, herkese karış kaynaş. Kendinde kaldıkça bir habbesin, bir zerresin, ancak; herkesle birleştin kaynaştın mı ummansın, madensin. (Mevlana, age. s. 144-145.)

İrfan dünyamızın ünlü yıldızı Mevlana bir başka şiirinde, “biz ayırmaya değil, birleştirmeye geldik” demek suretiyle çoklukta birlik fikrine vurgu yapmıştır.  Eğer insanlar aynı gönlü paylaşmıyorlarsa, aynı dili konuşsalar da onlar, asla birleştirme yanlısı olamazlar. Önce içte, gönülde birlik olmalıdır. Bu birliktelik, dolaylı olarak zaten dıştaki kalıpların, bedenlerin birlikteliğini beraberinde getirecektir. Manada birlik olmazsa, surette birlik olmaz. Mana ve surette birliğin ilacı; maneviyat, ahlak ve metafizik gerçekliktir.  Eğer yaşadığımız dünyada yüzyıllar ötesinden seslenen Mevlana, Yunus Emre gibi hikmetli kavrayışların farklılıkları varlık âlemindeki renkli vitraylar gibi görme dili, modern insanın gönül dünyasında ısıtıcı bir rol oynuyorsa, bunun köklerini, onların beslendiği manevi kaynaklarda aramalıyız.  Çünkü onların mesajının özünde ayırma değil, birleştirme; nefret değil, insanı sevme; dışlamacılık değil hoşgörü; düşmanlık değil,  merhamet; farklılıkları bir çatışma unsuru değil, birlikte yaşama zenginliği olarak görme ahlakı vardır. Dolayısıyla kullandığımız dil, öteleyici ve ötekileştirici değil, birleştirici; dışlayıcı değil, yaklaştırıcı; daraltıcı değil, kapsayıcı; suçlayıcı değil, affedici; alaycı değil, değer verici; intikamcı değil, bağışlayıcı olmalıdır. Aynı şekilde din dili de böyle olmalıdır.  Zira dinin kutsalları, dinî içerik kazanmış terim ve kavramlar her türlü hesabın üstünde tutulması gereken ortak insanlık değerleridir. Kaldı ki din, insanlığı koruyan bir kale ve onun var olma garantisidir. Eğer bir toplumda din ve bu dinin kavramlar dünyası coşkulu bir şekilde yaşanırsa, hem kültürel kimliği ve hem de toplumsal benliği yabancılaşmaktan korur. Bunun en güzel örneği de Yunus”un “gönüller yapmaya” dönük dili ile Mevlana’nın “yaklaştırıcı” dilinde görülebilir. Mevlana birlik çağrısını şöyle tekrarlar: “Sen, buluşturmak, birleştirmek için mi geldin, ayırmak için mi? / Gücün yettikçe ayrılık yoluna ayak basma.” (Mevlana, Mesnevî-i Manevi Şerhi, (Şerh: Hüseyin Top), Konya, Rumi Yayınları, 2013. IV, 196. Beyitler:  1718-1750.)

Netice olarak, Mevlana’nın yaşadığı yüzyılla bugünün İslam dünyasının içinde bulunduğu durum birbirine çok benzemektedir. Onun bütün çabası, Müslümanlar arasında “birlik binasının yeniden kurulmasına kerpiç” taşımayı sağlayıcı rol üslenmek olmuştur. Nitekim bu konuda o tünelin ucundaki ışığa şöyle işaret etmiştir: “İki elinle “Ben”e, “Biz”e sımsıkı yapışmışsın; bütün bu yıkıntılar ikilikten meydana gelmektedir. Dirilik, zıtların birbiriyle uzlaşmasıdır. Aralarında savaş belirdi mi, bu da ölümdür. Ayrı ayrı bedenlerde bir canız; ister küçük olalım, ister ihtiyar, ister genç… Mademki hem yaratılışta biriz, hem dirilişte; canların bu ayrılığı ne vakte dek sürecek… Gülle dikene tahammül etmek adamlıktır ama insanın asıl, insanlarla uzlaşması gerek.” (Mevlânâ, Divan-ı Kebir,  V, 121.) O hâlde birlikte var olmanın öncülü, zıtlıklarımızı kendi aramızda tolere etmektir. Unutmayalım ki Mevlana böyle bir dile hizmet ettiği için hâlâ gönüllerde yaşamaktadır.

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş / Diyanet Dergisi

adminadmin