Samsun Haber
Giriş Tarihi : 15-07-2012 12:41   Güncelleme : 15-07-2012 12:41

Mitolojiden Sinemaya

Bu âlemde her ne varsa, “aslı” peygamberler vasıtası ile ulaştırıldı bize; Efsanelerden masallara, mitlerden çeşitli kültürlerdeki ritüellere kadar hepsinin “hakikati olan” bir yanı var mutlaka..

Mitolojiden Sinemaya
Hayatın akışı içinde kırılmadan ve pörsümeden duran şeylerden birisi de herhâlde hayâl kuvvetidir, bu melekedir. Albert Camus’nun (1913-1960) "mitler, hayâl gücü onları canlı tutsun diye vardır" sözü bu mevzudaki bir yazı için "tetikleyici" olması bakımından bizce ehemmiyetli. Üstad Necib Fazıl`ın dediği gibi, "hafızamız ve hayâlimiz olmasa yaşayamazdık!"

Mitleri canlı tutan hayâl kudreti aynı zamanda hafızanın birikmiş gücünden -geçmişten- faydalanarak ilerler; hafızamızda yer bulmayan, şuurumuza işlenmemiş bir dayanak noktasını -bu baskıyı- bulmadan, hissetmeden, bilemem ki hayâl kuvveti -Andre Gide’nin uçurtması gibi- yükselebilir mi?

***
Hafıza, hatıra ve tabiî ki geçmiş, tarih...
Hafıza`nın "hıfz" etme, tutma, saklama ve depolama yönü bariz. Bunlara, galiba "unutmak"ı da eklemek gerekiyor; çünkü Salih Mirzabeyoğlu`nun Telegram -Zihin Kontrolü- isimli eserinde geçtiği gibi, "unutmak, saklamanın bir başka biçimidir!"
Görüldüğü üzere, "hafıza"nın zannettiğimiz biçimi, bizim "hafızasızlık” olarak isimlendirdiğimiz bir eylemde farklı olarak tezahür ediyor. Demek ki, "hafıza" bizim umumiyetle zannettiğimiz gibi sadece bir depolama aracı değil, aynı zamanda şuurumuz ve irâdî faaliyetimiz ile birlikte biçim ve şekil değiştiren, kendi unsurlarını değiştirebilen-değişebilen, statik olmanın zıddı bir biçimde hareketli bir yapıya sahib.

Her hatıramız aynen olduğu gibi kalır mı?

Bizim, bir depoda durduklarını zannettiğimiz hâdiseler-hâtırâlarımız, her yeni bilgi, her yeni tecrübe ve hissiyat ile farklılaşabilir.

Alelâde bazı hâdiselere baktığımızda her şeyin yerli yerinde durması bizi yanıltmasın; bunlar, hayatın, "gerçek hayat"ın bize akseden yahud aksetmesi gereken tarafları olmadığı için -meselâ herhangi bir gün falanca bir mekânda yediğimiz simit- "statik" taraflarını korurlar.
Oysa hafızamıza yerleşmiş bir roman, bir sanat eseri böyle değildir; zamanla çehresi değişir ve durmadan zenginleşmeye devam eder. Mevzuun neresinden tutarsak tutalım, iş gelip ruha dayanıyor.

Bir roman karakterinin yediği simidi unutmaz ve dipdiri hatırlarken, kendi yediğimiz herhangi bir simidi hatırlama çabamız ya hüsran ile yahud da bulanık ve sisli birkaç görüntü ile neticelenecektir. Oysa, (Lebyadkin)in kızkardeşini kırbaçlarken yüzünün aldığı şekli pürüzsüz ve net bir biçimde hatırlarız. Aynı zamanda, çok sevdiğimiz birisine dâir bir an, bir yüz ifâdesi ve hattâ bir ses tonunun yankısı, canlı bir biçimde kulaklarımızda çınlarken hafızamız bizi yanıltmaz!

Bu mevzudaki en iyi misâllerden birisi de Stefan Zweig`a (1881-1942) âid. Zweig, bilindiği üzere, kaleme aldığı meşhur biyografik eserleri ile tanınır. Ele aldığı yazarların, şâirlerin ruhlarına nüfûz etmek için belki bir ömür çırpınmış bu adamın "hafıza" hakkında söyledikleri bizce gayet ilgi çekici.

O, hafızayı, "akıcı ve kaypak" bulur; âdeta, hâdiselerden kalan tortuların biriktiği ve birikenlerin zamanla değiştiği bir "kaypak" depo olarak görür. Vak’aları “bir selin dibindeki çakıl taşları”na benzetir ve öyle niteler. “Çakıl taşlarının zamanla birbirlerini yontması ve cilâlaması neticesinde değiştiğini” savunur ki gayet tutarlı bir benzetme.

Hafıza ve kaleme aldıkları hatıralar mevzuunda yazarları, şairleri ve fikir adamlarını “ister istemez” tutarsız olmakla suçlar; en azından kendi çağı ve ele aldığı yazarlar bakımından sonuna kadar da haklıdır; özellikle de Jean-Jacques Rousseau’dan (1712-1778) bahsederken... Mevzumuza dönelim.

Zweig`ın şu tanımı bizim söylemek istediğimizi net bir biçimde ifâde ediyor: "Her yeni intiba bir öncekini gölgeler. Her yeni hâtırâ bir eskisini değiştirir ve çoğu zaman bambaşka yahud da tam tersi bir görünüm alacak derecede bozar."

Zweig’ın Stendhal (1783-1842) hakkında söylediği şu sözler mevzuumuza dâir bahsi açıcı bir misâl olacak: “Stendhal, hatırlama gücünün bu sadakatsizliğini ve mutlak bir tarihî gerçeğe ulaşma mevzuundaki kendi kabiliyetsizliğini ilk olarak fark etmiş olanlardan biridir.”
Aynı mevzuya devam etmek istiyoruz.

Bir parça “bisküvi”nin ucunda bütün bir geçmişi hatırlayan ve sayfalar dolusu eser veren Marcel Proust (1871-1922) bile, Komedyen Berma vesilesiyle zikrettiği bir bahiste hafızamıza tam mânâsı ile güvenemeyeceğimizi anlatır.

Sözkonusu misâlde hafızanın yanıltıcı tarafı, daha da beliriyor galiba.
Oscar Wilde (1854-1900), bilindiği üzere “hatırlama"yı "görme" ye bağlar; görmek sadece göze âid bir vasıf olmadığına, görmek için bir vasıta olduğuna göre, biz, gözümüz ile görmediğimiz bir şeyi nasıl hatırlarız peki?

Çok defa insanlarda rastladığımız ve belki de kendi hayatımızda tesadüf ettiğimiz, yaşadığımız bir hâldir bu; hiç bulunmadığımız bir şehrin yahud semtin bir yerinde gördüğümüz bir mekân yahud obje veya şahıs, bize çok ama çok bildik, tanıdık gelir. Ve bu tanışıklık, her gün tesadüf ettiğimiz, bize "tanışık" olanlardan daha yakın bir hissin tesiri altında algıladığımız fakat tarif edemediğimiz bir tanışıklıktır.
Demek ki, gördüğümüzü "unutup saklamışızdır" o hâlde.
Peki, bizdeki bu “derin” bilgi, esrarlı his nereden kaynaklanıyor?

“Şuur ve şuuraltının kişileşmesi” bahsine varmak istiyoruz; demek ki, her şey bir “el”den, bir “söz” den, bir “nur”dan akseden huzme…
Bu huzmeler hakikata yaklaştıkça belirginleşiyor ve hakikatten uzaklaştıkça da karışıp dağılıyor.

Hafızamız, bize belli başlı unsurlar, objeler, mekânlar, moda tâbirle matrix-vârî bir imaj dünyasını sunabilir ancak. O imaj dünyası ise, şuurumuzun, ruhumuzun seçiciliğinde hizmet görür. Böyle söylediğimizde ise galiba şöyle bir tefrike gitmek durumunda kalıyoruz ki, "hafıza" başka, "hatıra" başka, onların muharriki-hareket ettireni "ruh"umuz bambaşka!

***

Günlük işlerimizde "olağan", sıradan bir şekilde, aksamadan yürüyen yahud aksayarak da olsa ilerleyen akışta "alışkanlık"ın payı büyük; bu alışkanlıklar silsilesi, bu işlerimizi devam ettiren eylemlilik, bu bilirken bilmemezlik, aslında, hepimizin bildiği gibi zamanla kanıksama hâline gelen ve hafıza-hayâlimiz ile -ama çok çok kısıtlı bir şekilde bunlardan güç alarak- ilerleyen bir hâldir.

Bu hâl, hepimizde toplu bulunan, hayatın akışı içindeyken erimiş gibi gözüken ve hakikatte kadîm bir sözün, bir öğretinin, bir bilginin asırlar aşarak kâh sembolize bir biçim, kâh müşahhas bir ifâde olarak bulunmasıdır. Yani, "geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi"...
Tıpkı bir bebeğin ailesi ona nasıl kaşık tutmayı öğretirse onu öyle öğrenmesi ve bunu kendi çocuğuna aktarmasının, bu sıradan eylemin, bir hareketin, bir öğretinin devamlılığındaki süreç gibi... Edebî ve felsefî yanı olmayan bu misâlin, "kültür" mevzuu ile alâkası bakımından, birden "değer" kazanması bile, "geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi"ni nasıl da yansıtıyor.

“Değer” in, Salih Mirzabeyoğlu’nun literatürümüze kazandırdığı tabirle “ruha nisbet işi” olduğunun altını çizelim. (TRT 2 televizyonunda yayımlanan ve M. Ali Kılıçbay’ın yönettiği bir programda, Kılıçbay’ın yanındaki iki kişiye -isimlerini hatırlamıyoruz şu ân- “değer nedir, değerin kendisi ne?” sorusunu sormasını ve onbeş dakika boyunca kendi de dahil misafirlerinin buna bir cevab verememesini; aksine, tezahürlerinden bahsetmelerini ve çoğu misâllendirmelerinde sorunun cevabından alâkasız biçimde konuşmalarını, en sonunda da bir cevab verilemeden televizyon programının bittiğini buraya not düşme gereği hissediyoruz.)

Bu açıdan bakıldığında Mitoloji, sadece hayâlvârî sembollerin kurgulanması olarak bakılan bir “değer”den çıkıp, çehresini değiştiriyor; tabiî ki, bu yazıda farklı yönde bir algılama, bir "değer" atfettiğimizin imâsı uyanmaması için hemen şunu ekleyelim: Salih Mirzabeyoğlu`nun ortaya attığı ve eserleri boyunca anlattığı, örgüleştirdiği "peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı" tezini kabul ederek ve inanarak bu mevzuyu ele almaya çalışıyoruz. Bir not olarak eklemek gerekiyor ki, bahsettiğimiz "tez" hemen ilk ânda hatrımıza gelen mânâsı ile ele alınabilen bir çehreye değil, aksine, tuhaf bir biçimde (harikulâde demeli aslında) anti-tez`ini de kendi ortaya koyan ve sonra onu tekrar ve ancak kendi yıkarak aynı tez`i sürdüren, bir dünya görüşüne bağlı olarak devamlı kendini yenileyen (sentez!) bir çehreye sahib; ve sistematiği üzerine -siyâsî baskılar sebebi ile- konuşulmayan, aksine ademe-yokluğa mahkûm edilmeye çalışılan bir "tez"...

Kaldığımız yerden devam edersek "Mitoloji"ye etimolojik olarak baktığımızda şunları görüyoruz: Yunanca: μυθολογία, μυθος [mithos] yâni “söylenen yahud duyulan söz” ve λογος [logos] yâni “konuşma” kelimelerinin birleşiminden oluşmuş olup, Eski Yunan’da “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi” gibi bir mânâ barındırmaktayken, zamanla Batı dillerinde "efsane" mânâsını kazanmıştır. Evet, "geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi"...

Oxford English Dictionary, "Mitoloji" hakkında şu ibareleri koymuş:
1) Mitlerin, özellikle de belirli bir dinî veya kültürel geleneğe âid olanların bir bütünü.
2) Yaygın mânâda benimsenmiş fakat abartılmış veya kurguvârî hikâyeler yahud inançlar kümesi.
3) Mitlerin incelenmesi (bilimi).
Anahtar bir ifâde: "Belirli bir dinî veya kültürel geleneğe âid"...
Böyle bakıldığında ise, Mitoloji`yi, her ehemmiyetli mesele gibi ister istemez "Tarih" mevzuunun kapsamı içinde değerlendirmek icâb ediyor.
Büyük Muztaribler II -Düşünce Tarihine Bakış- isimli eserinde Salih Mirzabeyoğlu`nun "Fert Hakikati, Toplum ve Tarih" başlığı altında söylediği şu sözler, bütün bir felsefe âleminin, edebiyat âleminin ve başka her şûbenin istinad noktası olmak icab eder:
- «... en iptidaî toplumların bile bir kültür ve medeniyet vahidi teşkil etmesi, dilsiz hiçbir kültür olmaması; evet, bütün bu hakikatler, insanlık tarihi boyunca gelmiş bütün medeniyetlerin, “Peygamberler Tarihi”nin salkım-saçak görünüşlerini temsil etmesini açıklar...»
Tarihî plânda "efsane" olarak adlandırılan bir çok husus, aslında ve galiba, zamanın o hükmedilemez akışı içinde, "hakikat" formunun başka formlara dönüşerek değişmesi ile tanımlanabilir şu hâlde.

At izi ile it izinin birbirlerine karışmış olması, "it izi var!" diye at izini nefyetmeye vardırılamaz elbette. Bilakis mesele, iki “iz”in ayrışması, ayrılması ve hakikat bakımından hakları ne ise o mevkiye ircâı olmalıdır bizce. (Mevzu içinde, Salih Mirzabeyoğlu`nun "faruk-ayırd edici” yanını bir nebze olsun daha iyi görüyoruz.)

Kur`an-ı Kerim bizlere Peygamber Efendimiz vasıtası ile gelmese idi, Nuh Tufanı`na dâir birçok kültürde anlatılan ve hepsinde birbiri ile iştirak noktaları mevcud olan; fakat hiçbiri bir diğerine benzemeyen, hâlâ ve hâlâ tahrif edilmiş birçok din ve kültürde çeşitli hikâyeler hâlinde bulunan bu meşhur hâdise, yâni bu tufan hakkında “kesin” bir bilgiye sahib olamayacaktık. Elimizde kalacak yegâne şey, farklı açılardan anlatılmış ve gerçekliği noktasından bir çok şübheyi barındıran, çelişkilerle dolu büyük bir malzeme olacaktı belki de.
(Mevzuun kasdettiğimiz noktası bir yana, şu inceliğe de dikkat çekmek gerekiyor ki, o da Salih Mirzabeyoğlu`nun biraz önce zikrettiğimiz eserinde söylediği: "...insanın bildiren olmasa bilemeyeceği...")

Mu Kıtası hakkında M.Ö. 421 yılında Sokrates`in evindeki bir felsefe sohbetinde Atinalı devlet adamı Kristias, dedesi Dropides`in kendisine naklettiği efsaneyi hikâye eder. Hikâyeyi dede Dropides`e nakleden, meşhur Yunanlı şair Solon`dur. Solon`un gösterdiği kaynak ise, Mısır`da bulunduğu dönemde tanıştığı Mısırlı bir keşiştir ve keşişe göre Atlantis`e ilişkin hâdiseler M.Ö. 9000 yılında gerçekleşmiştir ve Mısırlı keşiş Solon’a Mu kıtasından bahsederken, Solon’un daha iyi anlaması için, şahıs ve yer isimlerini o günkü eski Yunanlıların anlayacağı dile aplike ederek anlatmıştır.

Sadece bu misâldeki değişim bile, bize, hakikatlerin belli bir form içine tıkılıp kalmayacağını; çeşitli sebeblerle değişebileceğini; insanların ona bakışında onları yanlış tanıyabilecek bazı zaman ve zeminlerde bulunabileceğini; zamân, mekân ve hatta o ânın saadetleri yahud felaketlerinin bile bunda tesir edici faktörler olabileceğini gösteriyor. Mu kıtası hakkındaki her şey aslında ortada; bütün mesele, ona bakarken zaman, hâdiseler ve şahıslardan katışmış ve karışmış her ne varsa ayırd etmek ve hakikati işaretlemekte. Başka bütün mevzularda olduğu gibi…
Bu arada “hakikat”in “Hakkın muradı” olduğunun altını çizmek icab ediyor; Üstad Necib Fazıl’ın bir şiirinde söylediği üzere: “Hakikat de ne; Hakkın muradıdır hakikat.”
“Hakkın muradı”, değişmez, bozulmaz, pörsümez olandır; değişen, ona bakan anlayışlar; bozulan, onu göremeyen gözlerin basiretsizliği; ve pörsüyen, zamanın kemendi altında “Hakkın muradı”ndan berî kalan ve içten içe çürürken “hakikat”ı kendinde boğanlar.
Salih Mirzabeyoğlu’nun “Hakkın muradıdır hakikat ve tecellisi topyekûn kâinat!” sözünü burada hatırlamak gerekiyor. Mevzuya bu şekilde bakıldığında, tahrif olunmuşların, yanlışların, eksikliklerin de “hakikat”e nisbetle onun dâiresi içinde ve anti-tez’i olarak varlıklarını bulduğunu, bütün meselenin de bunu tefrik ederek yerli yerinin tâyini olduğunu anlıyoruz.

Sanıyoruz, Mitoloji hakkında, ona dâir bakış açımız da belirdi.

***

"Tarih" denildiğinde hatırımıza hep Fransızca “histoire-istuar” kelimesi gelir. Fransız dilinde "tarih" mânâsına gelen bu kelime, yine aynı dilde "hikâye" mânâsına da gelir... Şimdi, aynı kelimeyi tekrar (istuar-hikâye) diye telaffuz ettiğimizde, "tarih"e olan bakış açımız daha farklı mânâları tedâi ettiriyor bize. Argodaki “hikâye bunlar” tâbiri, Mitolojik “hikâye”lerdeki hakikat olmayan unsurlar için pek yerindedir…
Mitolojik "hikâye" içinde ele alınması gereken en mühimi, Yunan Mitolojisi olması lâzım gelir; çünkü onlar, yakın Doğudan etkilendikleri kadar, birçok Avrupa Mitolojisini de etkilemişlerdir. Yunan tanrılarının her biri Romalılar tarafından kabul görmüş ve farklı isimlerle kültürlerine aktarılmıştır.

Hakikat`in zamanla hafızalarda, tarihte tahrifata uğramasına, şekil değiştirmesine ama aslından bir parçayı da içinde muhafaza etmesina dâir bir misâl vererek devam edelim:
- «Yunan Tanrıları dünyayı Olympos Dağının üstündeki bulutların üstünden idare ederler. Toplamda 12 Tanrı bulunur. Bu 12 sayısı hiç bozulmaz, bir tanrı eklenirse bir başkası bu listeden çıkar.»

Şimdi de aslına dâir hakikatten bir misâl; İBDA Mimarı’nın Esatir ve Mitoloji –Güneş ve Ay- adlı eserinden:

- «Burada, Muhammed Parisa Hazretleri’nin eserinden, KUTUB sahibleri ve onların Peygamberlere ilgileri ve sûrelerle olan alâkalarından, birkaç işaret: “Bu ümmetin kutubları 12 kişidir. Şu gördüğünüz âlemin burçları da 12’dir.»
Murry Hope`nin sözünü "hatırlama"nın tam yeri: "Gerçekte, tüm mitler gerçeğin bir parçasını ihtivâ ederler." (Atlantis Efsane mi Yoksa Gerçek mi?, s. 38-39)
Peki, biz burada hangisinin "gerçek" olduğunu nereden bileceğiz? Bize göre, bizim sevdiğimiz ve fikirlerini beğendiğimiz yazardır “doğru”yu söyleyen; fakat bu, zıddımız için de böyle değil midir?

Aslında bütün meselelerin düğümlendiği nokta da galiba burası.
"Gerçeğin bir parçası"nı barındıran misâl hangisi, hakikatli olan hangisi ve buna nasıl karar vereceğiz?
“Bildiren” olmasa bilemeyen insan, zamanla “bildiren”in bildirdiklerini “unutup”, çaresiz kendi tahayyül ve aklının yolunu tutar. Bu şekilde geçen uzun yahud kısa süreler içinde, “Bildiren” ya bir peygamber (resûl veya nebî), ya bir yenileyici, yahud da bir kutub yollar ki, işte o kimseler unutup “sakladıklarımız”ı tekrar ortaya çıkarırlar. (“Saklamak” deyimini, “küfr”ün “hakikati örtmek” mânâsına geldiğini hatırlayarak da okuyabiliriz.)

Aklın bir "bağ" olduğu burada hatırlanmalı o hâlde. Herhangi bir mevzuda karar verebilmek için mutlaka bir istinad noktasına ihtiyaç vardır; bu ihtiyacın ortaya çıktığı yerde “bağ”lı akıl hemen devreye girerek mantıkî esasları sıraya dizer ve unsurları mihraksızca sıralamaya başlar. (Burada kasdettiğimiz “bağ”, aklın kendi tarifi içindeki bağ’dır; Mutlak Hakikat’e olan bağ’dan söz etmiyoruz.) Bu “sıralama” öyle yoğun, öyle çılgınca ilerler ki, bu ardarda dizilişler gözleri kör ederek düz mantık dağlarını ortaya çıkarır; böylece, kendi elimizle kendi önümüzü kapamış ve tabiri câizse, Mekkeli müşriklerin helvadan putları gibi bir puta varmış oluruz. Akıl, kendi aczini ve gücünü, ancak “toprak üstü” seviyeli İlâhî bir emir’in mantosu altında, Hakkın şeriatına bağlı bir dünya görüşüne nisbetle bulur. Ve o zaman, ona “Selîm Akıl” derler.
“Selîm Akıl”, kurtulmuş ve hür olarak “akıl ve mantık üstü” vahy’in çerçevesi altında hakkını bulur ve bütün tefrik gücünü aradaki bu bağ’dan-ilişkiden alır; uzun uzadıya bu mevzudan bahsetmeden, bir misâlle bu mevzuyu bağlayalım:

Rüyalarımızda gördüklerimizi -ne kadar aklî ve mantıkî çerçeve dışında olsa da- hiçbir zaman “akılsızca hareketler” olarak nitelendirmeden kabul ederiz; oysa rüya dışında onu kabul eden de aklımız değil midir? Bu basit misâl bile, “Selîm Aklın” hemen devreye girerek bizi rüyâlarımızı kabul etmeye razı ettiğini gösterir; sıkıntı ise, bizim rüyâvârî bir hayatta yaşadığımızı idrak etmememizden, yahud sınırlı vakitlerde bunu hatırlamamızdan kaynaklanıyor herhâlde.

Peygamberler Tarihi’ndeki şu noktaya da dikkat çekmek istiyoruz ki, her yeni şeriatın sahibi “resûl”, kendisinden önce gelen peygamberin şeriatını sürdüren peygamberler ise “nebî”, malûm. Misâlen, Hazreti Musa, resûl; Hazreti Harun ise nebîdir.

İnsanlık tarihine baktığımızda -ki bizce Peygamberler Tarihi’dir insanlık tarihi-, her resûl ile derlenip toparlanan kavimlerin, bir süre sonra tekrar “yol”dan çıktığını görürüz. Sonrasında müşâhede ettiğimiz manzara ise, “hak yol”dan işaretler, izler ve sembollerin “hak olmayan” hurafeler ile katışık bir ritüelinin resmi olur hep...
Hazreti Musa’nın Tur dağına gitmesi ve ardından döndüğünde kavminin “yol”dan çıkarak altundan bir buzağı heykeline taptığını görmesi, Kur’an-ı Kerîm’de geçen meşhur bir hâdisedir. Görüldüğü üzere, Hazreti Musa’nın bir yolculuğa gitmesi ve gelmesi arasında, kavmi şeriattan sapmıştır. Hazreti Harun’un başlarında olması ve onları ikâz etmesi bile onları yaptıklarından döndürmeye yetmemiştir.

Allah, Kur’an-ı Kerim’de Hazreti İbrahim’in “yahudi ve nasranî” olmadığını, aksine “hanîf müslüman” olduğunu söyler; Salih Mirzabeyoğlu’nun Yağmurcu -Gerçekliğin Peşinde- isimli eserinden takib edelim:

- «…semavî dinlerin kendi içlerinde ve İslâm’a nisbetle muhasebeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü din yalnız İslâm’dır. Peygamberler bir bayrak yarışçısı olarak yola çıkmışlardır. HER PEYGAMBER BELLİ BAŞLI ZAMAN VE MEKÂNIN PEYGAMBERİ… (...) O hâlde: Tefekkür tarihi boyunca görülen bütün düşünceler, kendi çıkış zamanlarındaki dinin mihengi içinde… Allahsız düşünceler de dinin antitezi olarak, hakikati tersinden gerçekleştirici ve görünüşlerini dine borçlu; herşey zıddıyla kaimdir ve tez olmadan antitez olmaz. …» (s. 269-270)

Tarih’e baktığımızda -ilk insan ve ilk peygamberden bu yana-, bu gibi hâdiselerin tekrarından oluştuğu intibaına kapılıyoruz ki galiba bu mevzuda da haksız değiliz. Nitekim, “ibret alınsaydı tarih tekerrür eder miydi?” denilmiştir; oysa tarihin –bu anlamda- “tekerrür-tekrarlar”dan ibâret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Salih Mirzabeyoğlu`nun "Peşin Fikir Hikmeti", “Mutlak Fikrin Gerekliliği” diye altını çizdiği hususların ehemmiyetiyle beraber, yukarıda Yunan Mitolojisi hakkında ve sonrasında verdiğimiz misâllerin ikincisinin “hakikat” olduğu sanırız görülüyor.

***

Homeros ... Homeros hakkında bilinen en kesin şeyler, M.Ö. 850 civarında yaşadığı ve İzmirli olduğudur. Yunan mitolojisinin ilk ve en mühim kaynağıdır Homeros. Yunan mitolojisi hakkında ikinci en mühim kaynak ise Hesiodos. MÖ. 8. yüzyılda yaşamıştır. İonyalı`dır. “İşler ve Günler” ve “Tanrıların Yaratılışı” (Theogonie) isimli iki uzun şiiri bulunmaktadır. Bunlar, Homeros destanlarından sonra Yunan mitolojisinin en değerli kaynakları olarak kabul edilir. M.Ö. 7. yüzyılda Lesbos (Midilli) adasında yaşamış ilk Yunan kadın şairi olan Sappho, Pindaros (MÖ 518-446), Kallimakhos (MÖ 310-240) ve Theokritos (M.Ö. 3. yüzyıl başları), Yunan mitoslarını işleyen diğer meşhur Yunan şairleridir.

Latin şairler de eserlerinde Mitolojik hikayeleri dillendirmişlerdir; bunların en ünlüsü, M.Ö. 70-19 yılları arasında yaşamış olan Vergilius. Mitolojiyi en geniş şekilde kucaklayan eseri Aeneis Destanı`dır. Lucretius (M.Ö. 98-55) ve Horatius (M.Ö. 65-8) da mitolojiyi işleyen meşhur Romalı şairlerdir.

Yunan komedya ve tracedyalarının tek kaynağı Mitolojidir. M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan üç büyük tracedya yazarı Aiskhylos, Sophokles ve Euripides ile komedya türünde yazmış olan Aristophanes; Latin edebiyatında ise Seneca (M.Ö. 4-M.S. 65) ile Plautus, mitolojik konuları ele alan şairlerdir.

Yunan Tracedyaları çoğu zaman bir drama etrafında cereyan eder:
Poseidon, şehre at; Athena da zeytin ağacı bağışlar. Atinalıların Athena`nın bağışını seçmeleri üzerine kızan Poseidon, yabasını yere vurur ve şehrin de içinde bulunduğu yarımada tuzlu sular altında kalır…
Herakles`in Zeus`un çocuğu olduğunu anlayan Hera, onunla sürekli uğraşır ve ölümüne sebeb olur…

Ölümlü bir kadın olan Medusa, güzellikte Athena ile boy ölçüşmeye kalkışınca, Athena Perseus`a emrederek kafasını kestirir ve kalkanının üzerine takar. Vesâire, vesâire…

***

Görüldüğü üzere, zaman ve mekân şartlarına göre, bulunulan kültür ve imkân şartları nisbetince, insanlar çeşitli irtibat vasıtalarını kullanıyorlar. Şiir ve tiyatro, eskilerin en başta kullandığı ve vazgeçilmez kendini ifâde etme biçimleri, araçları. Öyle ki, birçok toplumda şairler ve tracedya yazarları en üst seviyede hürmete lâyık görülüyor. Hattâ Eski Yunan’da (Pityon) ismi verilen bir “Millet Sarayı” var ki, burada ziyafet veriliyor kendilerine. Hatırlanacağı gibi Sokrat, meşhur savunmasında, kendisine ceza verilmesi yerine (Pityon)da ziyafet çekilmesi gerektiğini ihtar etmişti kendisini yargılayanları alaya alarak… Günümüzde ise mâlum, “Mutlak Fikri” zindanlara lâyık görüyorlar ki, kültür vasatını göstermesi bakımından önemli. Üstad Necib Fazıl’ın dediği gibi, “hiç olmazsa onlar, Sokratın savunma yapmasına izin vermişti!”

Eski Yunanistan’da, şehirden şehire dolaşarak Homeros’un şiirlerini okuyan şarkıcılar bulunurmuş; rapsod’lar. Rapsod’lara, bir nevî gezgin diyebileceğimiz gibi, aynı zamanda bu efsaneleri canlı tutan, insanları çeşitli ritüellerle heyecanlandıran ve anlattıkları ile seyirciler arasında bir bağ oluşturan kimseler olarak da bakabiliriz. Mitleri ezberden söyleyen bu kimselere saygı ile bakılırmış. Ritüel demişken, Esatir ve Mitoloji’deki “rit” bahsini hatırlayalım (s. 492):
 
- «RİT:
- dinî âyin
- teshirine girilen şey…»
 
Ritüeller, Mitolojik hikâyelerin belkemiğini oluşturur bir yerde olsa gerek; çünkü, “ritüel, Yunanlıların dromenon (dram) adını verdikleri “yapılan” eylemler bölümüyle, muthos (hikâye) ismi ile ifâde edilen “söylenen” sözler bölümünden, yani mitos (mit) bölümünden oluşmuştur.

Ritüel, yalnızca eylemlerden oluşmuyor, onlara sözler, şarkılar, efsunlar da eşlik ediyor. Ritüel (tören-âyin), muhatabı teshir ediyor, büyülüyor. Bir diğer ifâdeyle, “geçmişte söylenenlerin tekrarı”, bunların ardarda tekrarı sâyesinde, hikâye olunanın o hikâyenin muhatabı ile bir nevî irtibatını sağlıyor ve Mit’lerin cansız bir “efsane” olarak kalmasından önleyip, “yaşayan”, hayatiyet bulan bir hâl almasını sağlıyor.

Ritüellerin insanı kendi sınırlarını aşma yoluna doğru sevk etmesi bir yana, hikâye kahramanlarının yanında yer almasına ve kendi varlığının sınırlarını keşfetmesine yol açmak gibi bir yönü de bulunuyor. İçinde bulunulan ân’dan Mitoslardaki kahramanların zamanına ritüellerle geçiş yapılıyor.

Tiyatro’nun misyonu hakkında uzun uzadıya konuşmaya gerek yok sanırız. Eskiler tiyatroyu, sadece bir eserin sahnelendiği yer olarak değil, aynı zamanda belirli ritüellerin canlandırıldığı, sahnelenenin “teshirine girildiği” ve seyircilerin de buna iştirak ettiği “hayatiyet” tüten bir yer olarak görüyorlardı besbelli.

Çok değil, yakın bir zamana kadar Fransa’da Tiyatro, asillerin, tüccarların, askerlerin ve “aşağı tabakadan” sayılan halkın bir araya toplandığı, sadece seyretmek için değil, günlük dedikodulardan felsefî tartışmalara kadar birçok mevzuun konuşulduğu, âşıkların birbirini gördüğü, dilencilerin, üçkâğıtçıların da ortalarda gezdiği, kısacası toplumun bütün tabakalarının bir araya geldiği, her şeyin bu “rit” etrafında gerçekleştiği bir yerdi. (Sirano) isimli filmin ilk on dakikası, bu tiyatro üzerine verdiğimiz misâli pek güzel anlatır.
Nasıl ki ağır silahların, meselâ “top”un icâdı, surların arkasındaki şehirlerin artık korunmasız kalmasını sağladıysa ve neticesinde krallıklar bir bir çöktü ise, “sihirbaz feneri” sinemanın icâdı ile -müsbet yönleri ayrı bahis-, tiyatro’nun o toplayıcı, esrarlı, “doğrudan” ve “kanlı canlı” teshir edici özelliği kalmadı. Bir önceki yüzyıl ile bu yüzyılın insanını, tam aksi yönde, koltuklarına sessizce oturan, “teshirine girilen şey” ile daha zayıf bir seviyede alâkalanan ve sonrasında ise yine sessizce evine dönen bir ferd hâline getirdi. (Sihirbaz Feneri: Cam üzerine çizilmiş şekillerin büyütülmüş imajını bir ekran üzerine yansıtan optik cihaz. Projeksiyon âletinin daha ilkel şekli.)
 
Bunun peşinden, -şimdiki mahiyeti ile- atom bombasından daha tesirli ve tiyatro’ya nisbetle beğenmediğimiz (!) -ve yine müsbet yönleri ayrı bahis- “sihirli kutu” televizyon icâd edildi.
Sözlü mitik nakiller, yazılı mitolojik metinler, kanlı canlı ritüeller veya tiyatrolar gibi, “rapsod”lar da mühim. Mitoslardaki kollektif yapı, rapsodlar tarafından dinleyicilerin şuurlarına taşınır bir nevî; rapsod’ların şarkılarını söyleme hüneriyle, bu “rit”ler etrafındaki edebiyat zihinlere işlenir. Aynen bunun gibi, günümüzde sinema’nın da aynı fonksiyonu yerine getirmeye çalıştığı söylenebilir; yönetmenin vermek istediği mânâ, idealize ettiği şey, seyircinin ruhuna sesli ve görüntülü olarak kanalize edilir. Bu açıdan, sinema tekniklerinin bir çok hususta gelişmiş olması, renk uyumları, uyumsuzlukları, fondan gelen sesler, diyaloglar ve diğer bir çok unsur ile, pasif durumda ama büyülenmiş vaziyette bırakılan seyirci adetâ bir bombardıman altındadır.

Eski zamanların ateş etrafında yapılan ritüellerinin yerini, yeni zamanlarda –çağımızda- sinema ve televizyon almıştır bu anlamda. Biz de yine bir ışık (ateş) etrafında, sanki büyülenmişcesine, bir ritüele (anlatılan hikâyenin canlandırılmasına) katılırız. Aynen ritlerdeki gibi, ân’ı unutur ve hikâyedeki kahramanın zamanına uyum sağlarız. Filmdeki kahramanın yerini alır, onun heyecanlarını duyar ve kendi sınırımızla karşı karşıya geliriz; onun aldığı nefesi alır ve bir nevî film kahramanını kendimizde yaşatırız. Ve âyin, “son” yazısını görünceye kadar devam eder.

Sinema sektörü, elbette “muhtevâ” olarak da Mitolojiye kayıtsız kalmamış ve birçok Mitolojik film yahud mitolojik unsurlar barındıran film sinemaya aktarılmıştır. Ayrıca, tarz olarak mitolojik unsurları günümüz dünyasına uyarlayarak çekilmiş bir sürü film de mevcut. “Star Wars” yahud “Tarzan” gibi filmleri de bu kategoriye eklemek gerekir sanırız.
Bu filmlerden bazıları şunlar:
 
Yüzüklerin Efendisi (Lord of the Rings Trilogy) (2001-2002-2003)
Gece Nöbeti (Nochnoy dozor / Night Watch) (2004)
Amélie (2001)
Hulk (2003)
Pan’ın Labirenti (El Laberinto del Fauno) (2006)
Watchmen (2009)
Yurttaş Köpek (Mah Na Kahorn / Citizen Dog) (2004)
300 (2006)
Dr. Parnassus (The Imaginarium of Dr. Parnassus) (2009)
Beowulf (2007)
King Kong (2005)
Manhattan’da Sihir (Enchanted) (2007)
Sudaki Kadın (Lady in the Water) (2006)
Hellboy II: Altın Ordu (Hellboy II: The Golden Army) (2008)
Clash of the Titans (1981)
Jason and the Argonauts (1963)
Siyah Orfe (1954)
Truva (2004)
Percy Jackson ve Olimposlular: Şimşek Hırsızı (2011)
Narnia Günlükleri (2009-2011)
 
Son olarak diyeceğimiz şu ki, efsanelerden masallara, mitlerden çeşitli kültürlerdeki ritüellere kadar hepsinin “hakikati olan” bir yanı var mutlaka. Çünkü bu âlemde her ne varsa, “aslı” peygamberler vasıtası ile ulaştırıldı bize. Ne var ki, zamanın yorulmaz çarkları döndükçe, birçok kültür ve medeniyetin üzerine toz bulutları kondu; aynalar paslanınca, “asıl” görünmez ve giderek hatırlanmaz oldu. Abdülhakîm Arvasî Hazretlerine kıble istikâmetindeki haç’a benzer bir sembol gösterildiğinde, “ne niyetle bakarsanız odur!” buyurmuşlar. Salih Mirzabeyoğlu gibi mütefekkirlerin kıymet ve misyonu işte bu noktada ortaya çıkıyor. Salih Mirzabeyoğlu da bütün bir Mitoloji kültürünü bir uçtan bir uca eleyip, bizlere 21. yüzyıl ve İBDA Çağı’nın “kültür”de başladığını ilân ediyor. Ve eseri ile sanki şöyle sesleniyor:
- «Bir şey, hatırlattığı şeydir de!»
 
Fatih TURPLU / AKADEMYA Dergisi  II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012
 
adminadmin