Fikir
Giriş Tarihi : 18-03-2020 13:07   Güncelleme : 18-03-2020 13:07

Modern Dünyalılar Ölüm Karşında Dehşete Düşerler

Modern, yâni geniş mânasıyla seküler, pozitivist, agnostik, deist, materyalist zihniyetli insanlar ölüm denince ürperirler, tir tir titrerler. Çünkü Müslümanca yüreği yok onların. “Ölüm aklıma geldikçe korkuyorum” diyen modern zihniyete sahip olanlara, yâni ahmaklara acıyınız. Onlara ölüm bilgisine sahip olmasını tavsiye ediniz. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalım satan modern dünyalılara üstad Necip Fâzıl’ın mısraıyla “Soruversem: Haberin var mı ölümden?”

Modern Dünyalılar Ölüm Karşında Dehşete Düşerler

“Ölümün yüzü soğuk” diyen modern câhiller

“Ölümün yüzü soğuk” diyenler modernler, yâni câhil ve seküler güruh…  Azrail aleyhisselâm’ı, Kur’ân ve hadislerden tanıyıp bilmedikleri için ölümün yüzünü soğuk ve korkunç sanıyorlar. Modern dünyalılar ölümü tabiî ve lüzumlu bir ulvî

hâdise olarak görmezler. Ölüm mağlubiyettir bunlara göre. Dehşet ve hiçlik duygusudur. Modern bilimin şimdilik güçsüzlüğünden dolayı kaybedilen bir savaştır. İnandıkları felsefe ve bilim onlara böyle öğretmiş ölümü. Hâlâ ölümü uzaklaştırabileceklerine inanıyorlar. Modern bilim ve felsefe onlara “her şeyi yapabilirsiniz, yenebilirsiniz” diyor.

 

“Lütfen bana ölümü hatırlatmayın” çığlığı atan modern dünyalılar

“Lütfen bana ölümü hatırlatmayın” diyen modernlere Hz. Mevlâna’nın üslûbunca derim ki: Ey ahmak! Ölümden güzel bir şey var mı? Biz unutsak ta ölüm bizi unutmaz. Vakti saati geldiğinde kapıyı çalar gelir. “O kaçmakta olduğunuz ölüm, işte size mutlaka ulaşacaktır…”  âyetine (Cuma sûresi / 8) inanmıyor musun?

 

Karacaoğlan’ın, dünyasına doymamış, gök ekini gibi taze insanlar için dediği “Var git ölüm sonra gel” mısraları sizi aldatmasın ve kötü gamlara düşürmesin.  Karacaoğlan modernler gibi ölümden korktuğu için figan etmiyor. Ölüme, Azrail aleyhisselâma inanıyor ve hürmet ediyor, fakat biraz fırsat vermesi için dilekte bulunuyor:  “Ölüm ardıma düşüp de yorulma / (…) / Akıbet alırsın komazsın beni / Var git ölüm bir zaman da gene gel / Şöyle bir vakitler yiyip içerken / Yiyip içip yaylalarda gezerken / (…) / Eşimle dostumla buluşamadım.”

 

Müslüman ecdadımız gibi ölüm bizim için gül bahçesine göçmektir diyemiyorsak, Yunus Emre Hz.lerinin yüzüne nasıl bakacağız? “Ölüm dosttan (Allah’tan) gelen dâvete icabettir / (…) /Yunus ölürse ne gam aşk içinde kardaşlar ” diyor. Ölümden ürperenlere onun mısralarıyla derim ki: “Bir gün Azrail / Sana da gelür / Bana da gelür” (…) “Ölüm demez yiğit, koca / Ya gündüz gelir yahut gece / (…) / Hani Ali, hani Osman? / Onlar oldu hepsi yeksan …”

 

Tereddüt etmek yakışır mı Müslümanca yüreği olan insana? Bu ulu dervişin mısraıyla “Azrail hamle kılmadan gel dosta gidelim gönül” tâlimi yapalım, derim. Ölüme Müslümanca bakanlar, korku değil, muhabbet hissederler. Ölüme insan-ı kâmiller gibi dost olmak gerek: “Allah’a dost olana ölüm acısı olmaz. Acı olmayınca ölümden korkmak lüzumsuzdur.”                                                                                                                          

 

“Gerçeklerden haberli olarak ölen Hak âşıkları, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler. Ötelerden haberdar olanlar, (…) şu insan kalabalığı gibi ölmezler” diyor Hz. Mevlânâ. Var mı aranızda böyle güzel bir ölüme tâlib olanlar? Dostlarımıza onun sözleriyle vasiyette bulunabilme cesaretini gösterebiliyoruz muyuz?  Bunun tâlimini şimdiden yapmalıyız?: “Öldüğüm gün tabutum götürülürken, (…) Benim için ağlama, yazık vah vah deme! (…) Cenazemi gömdüğün zaman firak, ayrılık deme! Benim buluşmam, kavuşmam işte o zamandır.” 

 

Geridekilere insan olduğumuzu hatırlatmak için ölelim                                                                                                                        

İslâm düşünürü El Kindi: “Ölüm olmasaydı, insan olmazdı. Ölüm yoksa insan yoktur. Bir insan ölümlü değilse, insan olamaz.” Öyleyse geride kalanlara insan olduğumuzu hatırlatmak için ölelim. Kendi devrinde Asya’nın hâkimi olan Gazneli Mahmud gibi kudretli hükümdar bile daha tahtında iken ölümü sevmiş ve “Yoklansın kafası mezarda her ölenin; farkı var mı bakalım, hükümdarla kölenin” demiş. Ehl-i tasavvufun dediği gibi “Hangi güzel yüz ki, toprak olmadı. Hangi güzel göz ki, toprak dolmadı. Dünya hayatı yarımdır, ölünce tamamlanıyoruz.”                                                                                                                                    

 

Şair Bahaettin Karakoç’un şiirinde ölüm suali üstüne insan hâlleri anlatılır. Ölümden ürperen modern okusunlar: “… Sordum ki ölümün aslı nedir? / (…) / Hiç ağlamamış bir hâkime sordum bu soruyu / Titredi deri değiştiren bir yılan gibi / Belli ki ölümü hiç aklına getirmemiş/ Herhalde iktidardan düşmek dedi /Açgözlü bir bezirgâna sordum bu soruyu / Bir servetine baktı, bir de dağlara / Ne fırtınalar atlatmıştı bugüne dek / Ölüm, bir iflastı kapkara / Şanlı bir güzele sordum aynı soruyu / Işıklı kanatları aniden buruşuverdi / İlk kez sıkışıyordu zaman aralığında / Ölüm, yaşlanmak dedi ve ıslandı kirpikleri / Umutsuz bir hastaya sordum aynı soruyu / Doktoruna baktı, baktı ve daldı / Doktorsa bir kalbin durmasıdır ölüm dedi…”

 

Çağdaş, kalkınmış, modern, seküler zümrelerin hâli böyle işte… Sakın onları “adam” sanmayın. Ölümden korkan insancıklardır onlar.

 

Modernler için ölüm karanlık bir düşüncedir      

Bize örnek olarak gösterilen Cumhuriyetin lâdini büyükleri (!) aydınlar ve ders kitaplarında yazıları ve şiirleri okutulan pozitivist ve seküler edebiyatçıların çoğu ölümden korkan zavallılardır. Onları ölüm karşısında zavallı yapan şey kapıldıkları Batı’nın düşünce ve felsefeleridir, “yaşamak İştahı” dır. Bu zavallı güruha göre ölüm rahatsız edici, hayattan koparıcı ve sonsuz karanlık bir düşüncedir. Cumhuriyet modernleşmesinin bu zavallılara öğrettiği şey: “Ölüm, insanların başarılarından hoşlanmayan tanrıların verdiği cezadır.” Bunların hâlini Necip Fâzıl mısralara çekmiş: “Ölümü sığdıramaz /Akıl daracık koğuk / Ölemez, çıldıramaz /Ağlarlar boğuk boğuk.”

 

Ölüm daima gözümüzün önünde olmalı                                                                                                                                        

Doğduğumuza seviniyorsak, öldüğümüze de sevineceğiz. Ölüm daima gözümüzün önünde olmalı. Ölüm her an yoklayabilir. Kitap okurken, yazı yazarken, para sayarken, türkü dinlerken, haram mekânlarda eğleşirken, namaz kılarken… Elbette ölüm geldiğinde iyi amel üzere olmak bahtiyarlıktır.

 

***********

“Kime danışıyoruz?”

Ali Yurtgezen hocanın Semerkand Dergisi Mart 2020 sayısındaki “Kime danışıyoruz?” adlı yazısı, danışmanlarını şaşıran modern zaman insanlarının okuyup ders çıkarması, hatâlarını görmesi ve danıştıkları insanların danışmanlık vasıflarını haiz olup olmadığını öğrenmeleri için okumaları lüzumlu bir yazı… Bu değerli yazıdan uzun bir bölüm nakletmek istiyorum:

 

“Sahici bir hayatı yaşadığımız çok da eski sayılmayacak zamanlarda, hemen her beldede insanların kendisine danıştığı ‘hocalar’ yahut ‘büyükler’ vardı.  Sıradan bir hocalığın ötesinde, İslâm’ı bütün güzellikleriyle yaşayan, toplumun ve değerlerinin kendiliğinden öne çıkardığı kâmil müminlerdi bunlar. İlim, irfan, güzel ahlâk, akl-ı selim, feraset ve tecrübe sahibiydiler. Büyük Küçük herkesin hürmet ettiği, güvendiği, sözünün üstüne söz söylemediği önder ve örnek şahsiyetlerdi. Gündelik hayatın akışı içerisinde kendilerine sorulan soruları cevaplar, müşkülleri çözer, tatsızlıklara müdahale eder, arabulucu olur, danışanlara yol gösterirlerdi. Teklif, tavsiye ve telkinleri şaşmazdı. Çünkü hem ölçüleri sağlamdı, hem içinde yaşadıkları toplumu tanıyorlardı.”

 

Aradık da bulamadık mı?

Bugün artık böyle zatların kalmadığına dair peşin bir kabul var. Fakat araştırılarak ulaşılmış bir kabul değil bu. ‘Şimdi nerede böyle insanlar?’ diye hayıflananlarımız bile yerinde ve zamanında bir arayışa yönelmemişler. Aranması hâlinde sözü dinlenir kemalât sahibi hocaları, sâlih zatları bulmak hâlâ mümkün oysa.  Gelgelelim yüz yüze ünsiyetin azaldığı günümüz toplumunda medyadan uzak duran, şöhretten sakınan tevazu ehli âlim ve ârifleri arayıp bulmaya pek kimse yanaşmıyor. Yine de asıl sebep, herhangi bir meselede marufa, yâni şer’-i şerifin ve akl-ı selimin belirlediği doğruya, iyiye, güzele yönelme konusundaki isteksizliğimiz olmalı. Bu yüzden ‘danışma’ derken sadece fetva sormayı kastetmiyoruz. Gündelik hayattaki tercihlerimizi yahut sıkıntılar karşısındaki tavrımızı belirlerken de marufu arama hassasiyetinin alâmeti olan bir ‘kültür’ den bahsediyoruz. Kendilerine danışılacak âlim, âkil ve ârif kimselerin yokluğuna dair yaygın kanaat, bu anlamdaki danışma kültürünün kaybından, daha doğrusu danışma ihtiyacının yön değiştirmesinden kaynaklanıyor aslında.  Günümüzde din dışına çıkarılmış, bazen bütün dünyayı kapsayacak genişlikte bir alan var ve danışma ihtiyacı bu alana yönelmiş durumda. İnsanlar yönetim ve yatırım danışmanlarının, yaşam koçlarının, kişisel gelişim uzmanlarının, terapistlerin seküler (din dışı) reçetelerine, dinimizin aynı konulardaki tavsiyelerinden daha çok kıymet verir oldu. Biraz da nefse ağır geldiği için İslâm’ın maslahata daha uygun bulduğu davranışları arama konusundaki gönülsüzlük, takva ehli hocaları yok saymayı bu kadar kolaylaştırdı sanki.

 

Art niyetli bir kampanya

(…) Artık pek çok insan her bilgiye kolayca ulaşma imkânı sunan iletişim teknolojileriyle yetinmeyi seçiyor mesela. (…) Dünyalık için sürekli bir koşturmaca içerisinde bazen anlık kararlar almak zorunda olduğumuzu; marufu aramanın vakit ve fırsat kaybına yol açacağını düşünebiliyoruz. Daha yaygın bir kanaat ise medyada ve internet ortamında hoca veya ilahiyatçı sıfatıyla din adına yazıp konuşan kötü örneklerin bir güven tahribatı oluşturduğu yönünde.  Yine de kabul edelim ki “hocalara itimat edilmez” gibi giderek yaygınlaşan bir genelleme, bu kötü örneklerden ziyade iyi örnekleri arama konusundaki isteksizliğimize bahane yapılıyor. Böyle olunca da sorgulamadan kolayca benimseniyor.  Zira hocaları itibarsız kılmayı, Müslümanca bir hayat tarzına mâni olmayı amaçlayan bir kampanyanın dünyacı zihinlerce kotarıldığı ortada. (…) İnsanlara, atacakları her adımdan önce ‘uzman görüşü’ ne başvurmayı aklı kullanmanın gereği olarak yüceltiyorlar.  Fakat herhangi bir meselede tutum belirlemek üzere bir din âlimine danışılmasını ‘aklını kiraya vermek’ diye aşağılıyorlar. Herkesi ‘ özgür bireyler” olarak kendi akıllarına uymaya teşvik ederlerken bunun da bir yönlendirme olduğunu ustaca gizliyorlar. Eğer aklı kullanmamaktan bahsedeceksek, üç beş kötü örneğe duyulan öfkeyle, hocaları itibarsızlaştırmaya dönük kampanyanın değirmenine su taşımaktan daha uygun bir örnek bulamayız herhalde.

 

Herkesin aklı kendi aklı mı?

Bu kampanya, ‘Aklınızı kiraya vermeyin’ gibi, anlamsız ama bir o kadar kolay alıcı bulan bir sloganla yürütülüyor. (…) İlk bakışta masum ve makul görünen bu telkin evvela Müslüman için büyük bir tehlikeyi barındırıyor. Çünkü hiçbir ayrıma gitmeden herkesi sadece kendi aklına uymaya çağırmak ve bu çağrının özellikle İslâmî ölçülere göre yapılan yönlendirmeler bağlamında dillendirilmesi; akla Kitap ve Sünnet karşısında üstünlük vermek gibi itikadî bir sapmaya davetiye çıkarıyor.  (…) Oysa aklı başında insanlar her zaman kendilerinden daha bilgili, daha tecrübeli olanlara danışmış; onlardan istifadeyi bir eksiklik gibi görmemişlerdir. Danışmak, öyle veya böyle iradî bir tercih olması hasbiyle aklın kullanıldığına delalet eden bir fiildir zaten. Bir zorlama olamayacağı için alınan tavsiyeye uyup uymamak da yine kişinin tercihine bağlıdır. Danışma eyleminin hiçbir aşamasında aklın ve iradenin devre dışı bırakılması söz konusu değildir yâni. Asıl ‘akılsızlık’, kişinin farkına varamadığı sinsi bir yönlendirme ile başkalarının aklını, iradesini veya tercihini kendi aklı, iradesi ve tercihi zannederek tavır belirlemesidir. Buna manipüle edilmek deniliyor. Manipülasyon; insanlara hissettirmeden türlü taktiklerle onları aldatmak, belli davranışlarla yönlendirmekten de öte mahkûm etmek demektir. Türkçesi, kötü niyetli kimselerin âdeta bir kuklacı gibi insanları ‘parmağında oynatması’dır.

 

Modern cahiliyeden sakınmak için

(…) Hal böyle iken mümin tavrını bütün incelikleriyle öğrenip hayata geçirmenin yollarından olan âlimlere, hocalara, mürşidlere, Allah dostlarına danışmak konusunu yeniden hayatımızın merkezine oturtmalıyız. Bunun için de akledebilen Müslümanlar olarak bizi günlük hayatın rutini içinde de doğruya, güzele, kanaate, merhamete, yetmiş iki millete bir göz ile bakmaya sevk edecek kâmil insanları bulmalı, onlara danışmalı, onlarla mutlaka yüz yüze ve sürekli ünsiyet kurmalıyız. Böyle zatları medyada, internette, sanal âlemde değil; yaşadığımız çevrede aramalıyız. Bu zatların alâmet-i farikaları yâni onları fark ettiren en temel özellikleri ise her konuda Ehl-i Sünnet çizgisini muhafaza hassasiyetleri ve istikamet sahibi olmalarıdır.”           

adminadmin